Kullanıcı Oyu: 0 / 5

Yıldız etkin değilYıldız etkin değilYıldız etkin değilYıldız etkin değilYıldız etkin değil
 

ORMANLARIN GÜMBÜRTÜSÜ- ETHEM BARAN


Perdenin gerisinde beliren günün ilk ışıklan ile birlikte meşe ve gürgenlerin altında sarı düğünçiçekleri, çuhaçiçekleri, yıldız yıldız orman laleleri mi açmıştı? Öyle olmalıydı. Defne ve nar ağaçlarının oraya doğru da mührüsüleyman, yılanyastığı ve sütleğenler..

Bahar gelmişti demek.
Kalkmalı.
Yatakta doğruldu.
Perde iyice ağarmıştı.
Deniz ışığa boğulmuştur şimdi. Göz alıyordun

Bu ışığı kaçırmamalıydı. Çıkıp denizi uyandırmalıydı. Sonra dönüp ormana bakmalıydı şöyle aşağıdan yukarı. Ağaçlara bulaşan sis ağır ağır çekilmeliydi.

Güçlükle kalktı. Yatağın, geceyi uykusuz geçiren ılıklığı odanın ağır ve yapışkan havasına karışıp pencerenin önüne birikti. Perdeyi aralayıp dışarı baktığında düşecek gibi oldu.
Ne kadar çok ev yapmışlardı köye! Ortalıkta ne çiçek vardı, ne ağaç. Deniz, yüksek iki binanın arasından azcık, zar zor görülüyordu. Öylesine uzak, donuk, var yok arası gri bir renk..

 “Hanım, gel hele, bir bak...”
Sesi pencerenin önünde kaldı.

Yorganın kıvrımları arasında olağanüstü bir uyumla kendini kaybettirmiş olan kedi, sabaha kadar uyuduğu yerden sünerek ayrıldı, ayaklarının dibine geldi. Adam, şöyle bir, gözünün ucuyla baktığı kedinin yaşlı olduğunu düşündü nedense. Bu hayvanlar kaç yıl yaşıyordu acaba? Köydeyken kedileri vardı, köpekleri de. Kaç yıl yaşamıştı onlar? Bunu hiç düşünmemiş olmasına şaştı. Yaşını tamamlayan kedi nasıl ölüyordu? Evin bir köşesinde, bir gece ölüp gidiyor muydu? Ev sahibi sabah kalktığında onun ölüsünü mü buluyordu? Böyle mi oluyordu? Yoksa evi terk edip gidiyor muydu bu hayvanlar? Peki nereye? Bir başka evin duvarının dibine, balkonunun altında, bir ağacın gölgesine, bir bahçe duvarının kuytusuna... nereye? Hiç kedi ölüsü görmemişti bugüne kadar; nereye saklanıp ölüyordu bu hayvanlar?
Kendisi buraya ölmeye mi gelmişti? Arkadaşları doğup büyüdükleri yerde, köylerinde ölmüştü ne güzel. O niye ölemiyordu? En son kim ölmüştü?

Rüzgâr ahşap evin çevresinde, denizden doğru, bir şeyleri buralardan söküp atmak istercesine esiyordu. Meşeler acıklı acıklı inliyordu. Birbirine değen dallarla iç içe giren yaprakların, saçı başı yolunan böğürtlenlerin çalıların iniltileri, tahtaların arasından, pervazlardan odanın içine giriyor, evin çevresini dolanıyor, sonra gidip dalgaların öfkeli homurtusunun altında kalıyordu. Deniz hiç durmadan kaldırıp kaldırıp kendini kıyıya vuruyordu.

Adam kaç kez kalkıp iniltili pencerenin önünde oturmuştu. Kendi vücudunun iniltisi, yanında yatan, aslında uyumadığını bildiği karısının iniltisi ve dışarısı ile içerinin iniltisi birbirine karışıyordu. Koyu, kopkoyu bir karanlıktı gördüğü. Ara sıra, aşağılarda, iyice aşağılarda denizin köpürüşünü görür gibi oluyordu kıpırdanan karanlığın içinde. Son zamanlarda, alışkın olduğu bu karanlığa acıtan, sızlatan bir yalnızlığın bulaştığını hissediyordu. Çocukluğunun, gençliğinin, annesi, babası, kardeşleriyle gülüştükleri günlerin, kendi çocuklarının cıvıltılarının, kızlarının gelinlik düşlerinin, oğullarının ele avuca sığmaz delikanlı hoyratlığının sindiği karanlıktı bu. Hiç bu kadar kendi başına kalmamış olan karanlık. Yalnızlığa bulaşmış karanlık. Kendi karanlığından korkan... Sonsuzmuşçasına. Çözülemeyen, ağarmayan. Sancılı. Değişmeyen. Her şey değişirken, değişmeyen. Meşeler, fındıklar, evin önündeki koca dut ağacı, geniş yapraklı incir, geride koca orman, aşağıda, ta aşağıda her gün yeniden dirilen kocamış deniz, köyün boşalmış, boşalıp tahta kalabalığının altında unutulmuş bir sessizlikte avunan terk edilmiş evleri, bacası tüten üç beş evdeki üç beş ihtiyar, kendi gölgesinden korkan köyün tek köpeği, bunların hepsi doğan günle batan gün arasında değişirken, inatla değişmeyen, tek sığınağı, tek dostu bildiği karanlık.
Sırtı üşüyünce tekrar yatmıştı. Karısı inlemeye devam ederken dışarının iniltisi kesilmiş, yerini atlayıp zıplayan bir tıpırtı almıştı. Denizin öfkesi dinmişti. Cama vuran damlalar ucu açık bir uykuya doğru yavaş yavaş çekmişti onu. Gece yağmuru sabaha kadar yıkamıştı ağaçları.

Kapıları çalındığında, kalın bulutların arasındaki bulabildiği boşluklardan, ıslanmış, alaca yeryüzüne bakmaya çalışıyordu güneş. Dürdane’ydi kapıdaki. Gecenin, karanlığın, yağmurun, perişanlığın içinden kendini güçlükle sıyırıp bu kapının önüne yıkılmış gibiydi. Hiçbir şey demedi. Adam ona baktı, o adama. Karısı indi o ara tahta merdivenlerden. O da konuşmadı. Çekilip gitmiş yağmurun sesi vardı sanki ortalıkta. Denizin susmuş uğultusu, camların ağlayan yüzü, yaprakların domur domur damlacıkları. Çamurlaşmış otların üşümüşlüğü.

Karısı içerden ceketini getirdi adamın; kendisi de atkısını aldı sırtına. Kapıyı kapatıp çıktılar.
Dürdane, kocasının soğuyan bedenine bakarak sabahı beklemişti. Olmayan sabahı. Dinmeyen yağmuru. Ağarmayan karanlığı. Bundan sonrasının nasıl olacağını hiç düşünmemiş olduğuna şaşmıştı. Gün ışıyana, yağmur dinene, deniz susana kadar beklediği hâlde şaşkınlığı geçmemişti.

Onların çit boyunca çamurdan kaymamaya özen göstererek gidişlerini gören bir iki ihtiyar daha göründü gıcırtılı kapıların önünde. Durumlarından olanı bitene anladılar; sessizce takıldılar peşlerine.

Cenaze evinde hepi topu beş altı ihtiyar ölünün başında kalakaldılar öylece. Nice sonra içlerinden biri Kuran okumayı, bir diğeri de yukarı köyden gelen minibüsü bekleyip, şoföre haber vererek bir hoca ve cenazeyi kaldıracak birkaç adam bulunması gerektiğini söylemeyi akıl edebildi.

Çökelezin Kadir’in soğumuş bedeni, çevre köylerden gelen elden ayaktan düşmüş üç beş akranının yardımıyla toprağa verildiğinde, mısır tarlasının ortasındaki köhne evin ormana bakan odasındaki yatağın üzerinde Dürdane ondan kalan boşluğu okşayarak yaklaşan karanlığı bekliyordu.

“Çökelezin Kadir,” diye mırıldandı. “Öyle değil mi hanım, en son Kadir ölmedi mi?” Kendi sesinden ürktü. Hanımına seslenirken kediye baktığının farkında değildi. Kedi, sırtını kamburlaştırıp kuyruğunu dikerek bacağına sürtünüyordu. Sorusuna karşılık alamayışını umursamadı. Tekrar karşı binalara bakmaya başladı. Dün evin arkasındaki tarlayı ekmişti. Küçüktü ama karısıyla ona yetiyordu. Diğer tarlalar ormanlaşmaya başlamıştı çoktan. Meşe, fındık fidanları, eğrelti otlan, böğürtlenler tarlayı yutmuş, geçit vermez olmuştu. Nicedir ekip biçtikleri yoktu. Evin önüne de dut ağacının oraya kadar mısır ekiyordu. Yazın çocukları, gelinleri, damatları, torunları tatile geldiklerinde, narların dibindeki yarısı yıkılmış eski ocakta közleyip yiyorlardı. O zaman, yani onlar geldiğinde, kuşlar dile geliyor, çeşmenin suyu dile geliyor; denizin üstünde, gündüzleri deli bir mavi, geceleri delimsirek bir lâcivert ışıklarla oynaşıyor, başka zaman ses vermeyen dipsiz karanlık, çocuk cıvıltıları, şen kahkahalar, çatal kaşık sesleri, keyifle tüttürülen sigara dumanlarıyla; eski çocukların gülünç anılan ve yaramazlıkları, yeni çocukların gürültülü afacanlıklarıyla dolarak uykuyu unutuyor; evecen bir güneş tavşankanı çayların mis kokusunda dile geliyor; böcekler, sivrisinekler dile geliyor, hanımı dile geliyor, ansızın gençleşiyordu. Adam, “Gitmeyin!” diyordu oğullarına. “Gitmeyin!” Oğlanlar, mesai yılgını çizgili yüzleri, dumanlı gözleriyle, gözlerini kapatan tozlu kirpikleri, öne eğilen başları ve yutkunan boğazlarıyla susuyorlardı. Gelinlerden biri, “Ne yapalım gitmeyip de, evimiz, işimiz orada...” deyiveriyordu. “İşte ev!” diyordu adam, “Ben size iş bulurum burada.” Gülüyorlardı. Dağ taş, orman, deniz, kuşlar, ağaçlar, torunlar, gelinler gülüyordu; oğlanlar başlarını yana sallıyordu. İşte o zaman, her şey değişirken değişmeyen gece gelip çörekleniyordu yanı başına. Ağaçlar sisi omuzlayıp kaldırıyordu. Deniz çıldırıyordu. Eşikte durup, köyü yutan karanlığa, karanlığın yuttuğu sessizliğe, sessizliği bitiren yağmura, doğan güne, günün uyandıramadığı köye, köyün can çekişen evlerine, güneşin batıp gidişine, gecenin aynı biçimde aynı yere gelişine bakıyordu. Karısı içeri sokamıyordu onu. Bahaneler icat edip kasabaya inmesini söylüyordu. Adam, kasabaya indiğinde, gölgesini, aşınmış, topraklaşmış kaldırımlarda sürükleyip, kahvelerin tahta iskemlelerinde, dumanlı camlarında, tanıdık yüzlere rastlayamadığı masalarında gezdirerek pazar yerinin cıvıltısı azalmış durgun kalabalığında söndürüyordu. Sonra yine eşikte buluyordu kendini. Bazen ayakta, bazen oturarak saatlerce, günlerce, aylarca köyü seyrediyordu. Karısının çeşmeden su getirişini, ormandan odun toplayışını, hamur açıp, kendi gibi yaşlı iki komşu kadınla ekmek yapışını izliyordu. Kimi İstanbul’a oğlunun kızının yanında kalmaya yarı gönüllü, kimi de hastane, doktor diyerek zorunlu gittiğinden köyde kalan iki yaşlıdan biri olan Cavlak Sabri’yle yıllardır konuşmadığı, muhtar da onun suskunluğu karşısında daha fazla dayanamayıp bir süre sonra savuştuğu için, çaresiz, her sabah, önce defne ağacındaki kuşları uyandırıyor, şöyle bir aşağıdan yukarı ormana bakarak ağaçlarla konuşuyor ve hiç zaman kaybetmeden kuşlarla birlikte denizi uyandırmaya, yalçın kayalıkların oraya, tepeye gidiyor, sonra gelip eşiğe dikiliyordu.
Tıpkı şimdi olduğu gibi. Kedi hâlâ -kuyruğu havada- ayağının dibinde, eli araladığı perdede; iyice saydamlaşmış, donuk bir deri hâline gelmiş, güçsüz, hantal eli... Ne kadar ağırlaşmıştı elleri, ayakları, bedeni. Bir de kemik erimesi var diyorlardı. Nasıl erimeydi bu? Öyle olsa bu eller bu kadar ağırlaşır mıydı? Köyde böyle değildi bu eller. Böyle yabancı değildi.
Bütün gün odasında, yatağın içinde oturuyor, ellerine bakıyordu. Ellerini dinliyordu; ellerinin ona anlattıklarını... Evin onarılacak yerlerini, kırılacak odunları; babasının, anasının mezarlarını... Ot bürümüştü mezarları. Duvarı yıkılmıştı. Oradaki çalıları, fidanları, otlan temizlemeliydi. “Beni de, ananızı da oraya gömün,” diyordu akşamlan oğluna. Oğlu susup yutkunuyordu. Yapılacak bir dolu işi olduğu hâlde buraya getirdikleri için kızıyordu. Odanın içinde büyüyen sessizliğe, büyüyen geceye; gecenin ışıklarla delinerek bir türlü gerçek karanlığa ulaşamayan karanlığına; gece uzadıkça, sabah uzadıkça uzayıp yatağa, odaya, geceye, karanlığa sığmayan, uzadıkça sızlayan, zonklayan ellerine kızıyordu. Akşamları oğlu işten gelince evdeki sesler çoğalıyor, ev hareketleniyordu. Televizyondaki anlamadığı görüntüler, birbirinin üstüne binip iç içe giren netleştiremediği sesler beynindeki uğultuyu çoğaltıyordu. Kendisine seslenildiğini, bir şey sorulduğunu nice sonra, dudaklarından, karşısına geçip bağırmalarından anlıyordu. Bazen konuşacak oluyor, ağzından ses çıkmadığını anlayınca şaşkınlıkla bocalıyordu. Köydeki birilerini soruyordu oğluna, konuşmaya, sohbete susamış kıpır kıpır bir heyecanla. Torunu, “Ben nerden bileyim dede, babama sor, sen beni gene karıştırdın,” diyordu. Oğlunun bazen çocuk, bazen büyük olmasını bir türü anlayamıyordu. Zaman ne kadar çabuk geçiyordu. Ya da niye hiç geçmiyordu! Odasında bütün gün oturup baharın gelmesini bekliyordu. Bahar kısadır, gençlik gibi. Çabuk geçer, hemen yaz gelir. “Yaz gelsin, havalar ısınsın gideriz köye baba...”
Bir gün oğlu odasına gelmişti. Yanına, yatağın üzerine oturmuştu. Sarılıp başını göğsüne çekmişti. Saçlarını okşamıştı. Sarsıla sarsıla, hıçkıra hıçkıra ağlamıştı. “Babam benim,” demişti, “babam...” Elleri, kopasıca elleri yerinden kalkmamıştı ki oğluna sarılsın.
“Niye getirdiniz bizi buralara oğlum, köyümüzde bıraksaydınız ya...” diyebilmişti yalnızca.
Oğlu sımsıkı sarılmıştı ona.

“Köyde bir bardak su vereniniz mi var baba, ölseniz haber verecek biri...”
Sonrasını hatırlamıyordu. Sonra ne olmuştu? Ne zamandı? Dışarda kar mı vardı?
Gece yarıları kalkıp balkona çıkıyor, iki bina arasından görünen bu uzak denize bakarak köyün o sessizliğini, rüzgârını, denizin uğultusunu, karanlığın korkutucu, ürpertici güzelliğini arıyordu. Bahar gelmişti ama şehrin bundan haberi bile yoktu.

Geçenlerde, berbere gidiyorum diye evden çıkmıştı. Şu karşıdaki yüksek iki binanın arasındaki sokaktan aşağı inip demiryolu köprüsünün altından geçtikten sonra bulanık denizin kıyısına inmişti. Karşıda adalar belli belirsiz. Deniz vurdumduymaz. Üstünde paslı gemiler. Kendi denizinden gemi geçmezdi ama o böyle ölü de değildi. Gece gündüz kıpır kıpır, köpüklü, hırçın, konuşkan. Bir çay bahçesine oturmuştu. Çay söylemişti. İşte bu eller, bu lânet olası eller bir bardağı kaldırmayı becerememişti. Evde yemeği de döküyordu.

Odama getirin yemeğimi,” demişti, “çocuklar tiksinmesin. ’ Oğlu başta karşı çıkmış, sonra seslenmemişti. Karısı diğer oğlunun evindeydi. Ne zamandır onu da görmemişti. O olsaydı yanında... Hiç olmazsa. Çekip çevirirdi onu. Bakardı. Garson devrilen bardağı almaya geldiğinde, “Biliyor musun, ben askerliğimi denizci olarak yaptım,” dedi. Garson anlamaz gözlerle bakıyordu. “Sahil çocuğuyuz diye denizci yazmışlar; gemide yaptım, ama yüzme bilmezdim.” Garson bardağı almış gidiyordu. “Keşke öğrenseymişim...” Mırıldanmıştı kendi kendine: “Meğer hiçbir şey öğrenmemişim; nasıl yaşanır, nasıl ölünür...”

Kıyıdaki taşların üzerine oturmuştu. Yosunlu, kara taşlar. “Sizin kafanız rahat tabii, bu uyuz deniz geceleri bile dövmüyordur sizi.” Ses veren olmadı. Kimse konuşmuyordu zaten onunla. Kalkıp denize sırtını dönerek yürümeye başladı. Geniş caddeden karşıya zor geçti. Karşıdan gelmekte olan bir taksiyi durdurup bindi. “Sür,” dedi. Evin önüne gelince indi, “Sen burada bekle, bavulumu alıp geliyorum,” dedi şoföre. Bedenine can gelmiş, ayakları, elleri kuş gibi hafiflemişti. Merdivenleri soluk soluğa çıktı. Kapıyı pürtelâş çaldı. Gelini onu o hâlde görünce neye uğradığını bilemedi. “Bavulumu ver, ben gidiyorum; annenin adresini de bir kâğıda yaz ver!”

Sonra kendini odasında, yatağının üzerinde, kucağındaki kediyi okşarken bulmuştu. Yüreği hâlâ kuş gibi çırpınıyor, bacakları titriyordu. Bir kadın evin içinde bağırıp geziniyordu. “Baba sen deli misin? Ne köyü, ne gitmesi?” Bu kadını bir yerlerden çıkaracak gibi oluyor, hatırlayamayınca vazgeçiyordu. “Sen kimin kızısın yavrum, kimlerdensin? Oğlum nerede? Ben köye gidiyorum, ona kasabadan iş bakacağım. Sonra o da gelecek. Gelin nerede?” Kadının sesi yükseliyordu. “Buradayım işte baba, tanımadın mı? Benim, ben...” Torunları oldukları yerde zıplamaya başlıyorlardı. “Dede, ben kimim? Beni tanıdın mı dede? Hah hah ha...”

Kadın odaya girdi.
“Uyandın mı baba?”
Ardından bir çığlık yükseldi.
“Baba ne yaptın? Bu topraklar ne?”

Adam, saksılardaki toprakları odanın her yerine gelişigüzel serpmişti. Topraksız kalan çiçekler duvarın dibinde ölmeyi bekliyordu.

“Evin arkasındaki tarlayı ektim,” dedi. “Annen de evin önündeki tarlaya mısır ekecekti. Ne yapmış, bitirmiş mi?”

Kadın olduğu yerde donup kaldı. “Annem öleli iki ay oldu,” diyemedi. “Ölürken, senin resmini göğsünün üstüne koydu, okşadı okşadı. Aylardır konuşmuyordu. O gün ilk kez konuştu, ‘yüreğim yanıyor’ dedi, başka bir şey demedi.
Adam kediye baktı, Gel, dedi.
Balkon kapısını açtı.

İLGİLİ İÇERİK

DİĞER HİKAYELER

SON EKLENENLER

Üye Girişi