Kullanıcı Oyu: 0 / 5

Yıldız etkin değilYıldız etkin değilYıldız etkin değilYıldız etkin değilYıldız etkin değil
 

ORADA, O ÇİZGİNİN ÖTESİNDE- A. VAHAP AKBAŞ

Bekir’le ben, güzel havalarda alır başımızı giderdik. Kırlara, bayırlara, minik dereye, şenle serpile akan nehre... Öğretmenimizin verdiği ödevleri bile otlar arasında, yere yüzükoyun uzanarak yapardık. Kargacık burgacık rakamlarımızın arasında karıncalar dolaşır, harflerimize uçuç böcekleri konardı. Rüzgârın koparıp sürüklediği kır çiçekleri, defterlerimizin yapraklan arasında kururdu. Mahallemizin diğer çocukları da katılırdı bize çoğu zaman. Kasaba evleri görünmez oluncaya kadar yürürdük. Tâ ki dünya, masmavi bir gökle yemyeşil bir ovadan ibaret kalıncaya kadar. Gökle yer arasında, hafif bir rüzgârın dalgalandırdığı uçsuz bucaksız yeşillikler içinde, kendimi hayattan firar etmiş bir varlık gibi hissederdim. “Burası bir başka dünya...” derdim. Bekir, gülerdi söylediklerime. Beni biraz uçuk bulduğunu seziyordum.

Aramızda güreşir; çelik çomak, güvercin taklası oynar ya da saatlerce lastik bir topun peşinden koşardık. Bundan dolayı hemen hepimizin pantolonlarının diz ve kalça kısımları yamalıydı. Ben, en çok yeşille mavinin kesiştiği çizgiyi severdim. Nehir o çizgiye yakın bir yerden akardı. Akşam saatlerine yakın bir gümüş parlaklığı kazanır, sonra yavaş yavaş gri kızıl karışımı bir renk alırdı. Nehirle o çizgi arasında acayip bir yangın çıkardı çoğu zaman. Oyunu bırakır, saatlerce bu kızıl manzarayı seyrederdim. “O çizgi var ya...” derdim Bekir’e, “Düşlediğimiz ne varsa, hepsi o çizginin arkasındadır. Oralara gitmeli...” O, dediklerimi anlamaz gibi görünür, susardı. Yalnız bir defasında, “Niye öyle diyorsun, buralar da çok güzel..” demişti. Ama bu pek içten bir söyleyiş değildi. Nitekim ben abuk sabuk hayallerimi anlatmayı sürdürünce; o, sessizce ağlamaya başlamıştı. Biliyordum ki o, bir yerlerin ya da binlerinin özlemini çok daha şiddetle çekiyordu. Ve bu özlemi hiçbir şekilde gidermek mümkün değildi. Belki susması, beni bu hayallerimden dolayı uçuk bulması, hatta “Buralar da güzel” demesi bundandı.

Bekir’i kardeşim bilirdi çok kimse. Kısa aralıklarla annesi ve babası ölünce, Suriye sınırına yakın bir yerlerde oturan akrabaları gelip alıncaya kadar onu yanımıza almaya karar vermiş babam. Bu kimsesiz, güzel çocuğa bakmayı babaannem üstlenmiş. “Sevaptır, kimseye yük olmaz” demişti. Akrabaları ha bugün ha yarın gelecek derken yıllar geçmişti. Bu arada hepimiz ona o kadar alıştık ki, “Ya bir gün akrabaları onu almaya gelirse diye korkmaya başladık.

Bekir’e evin çocuğuymuş gibi davranıyordu herkes. Kimsesizliğini hissedip kalbi kırılmasın diye elimizden geleni yapıyorduk. Bana ve kardeşlerime ne alınsa ona da alınıyordu. Amcam, asma ağacının altına ikimizi birden alır, boyunlarımıza beyaz çarşaflar asarak kafalarımızı makineye vururdu. Saçlarımız makinenin dişleri arasına sıkıştıkça canımız yanar, gözlerimiz en yaşlar boşanır ama erkekliğe leke sürmemek için yaygara koparmazdık. Yusyuvarlak kafalarımıza, saçsız kafalarda sanki daha da büyüyen kulaklarımıza bakar, kahkahalarla gülerdik. Bazen onun daha fazla sevildiğini bile düşünür, içten içe bir kıskançlık duyardım. Ama bunu açığa vurmayı kendime yediremezdim.

Bir ara Bekir, sokakta bulduğu bir köpek yavrusunu eve getirmiş, ona bakmak istemişti. Babaannem köpek sevmemesine rağmen onun bu isteğine karşı çıkmamıştı. Hatta Bekir’in bu davranışından dolayı duygulandığını, usulca ağladığını hatırlıyorum. Her-hâlde kimi kimsesi olmayan bir çocuğun, kendi gibi kimsesiz bir sokak köpeğine sahip çıkması, yufka yüreğine dokunmuştu babaannemin. Bir gün bize oturmaya gelen bir komşu kadın, babaanneme “Bu ne Kumru hala? Kendi yetmiyormuş gibi bir de köpek mi musallat etti başınıza?” demişti de babaannem kederden yataklara düşecek olmuştu. Kadını susturmuş, ama “Ya böyle sözler çocuğun kulağına gider de onun minicik yüreğini yaralarsa” diye günlerce kaygılanmıştı. Hepimize gizli gizli, yetim gönlü kırmanın ne kadar günah olduğunu anlatmıştı.

Tombulca olduğu için, köpeğine Tontirik adını vermişti Bekir. Bu isim herkes tarafından çok beğenildi. Öyle ki mahalle çocukları bir süre sonra Bekir’i de aynı adla çağırmaya başladılar. Bekir, köpeğinin adıyla çağrılmaktan hoşlanmıyor, bunun için mahalle çocuklarıyla arasında hır gür eksik olmuyordu. Onun incinmesine gönlüm razı olmadığı için, bazen kavgaya varan bu tartışmalarda hep Bekir’in yanında yer alıyordum. Ama bizi kızdırmak çocukların hoşuna gidiyordu ve biz karşı çıktıkça onlar daha büyük bir zevkle üstümüze geliyorlardı. Köpek, Bekir’i üzüntüye boğarak bir gün çekip gitti. Hem de hiçbir iz bırakmadan. Ama 1 on tırık adı kaldı. Bir zaman sonra Bekir, bu adla çağrılmayı kanıksadı. Aslında hemen herkesin böyle bir adı vardı ve bu çocuklar arasında hiç de büyütülecek bir konu olmamalıydı. Bütün mesele onun önce bir köpeğe verilmiş olmasıydı. Benim de hoşuma gitmesine rağmen, ona asla “Tontirik” demezdim.

Güzel bir mayıs günü, beş arkadaş, kırlara attık kendimizi yine. Yeşiltepe’yi aştık. Kasabadan bu kadar uzaklaşmak yeterli değildi. Daha yürüdük. “Uzaklar bu deli oğlanı çekiyor” diyordu Bekir benim için. Üçkavak köyünün merasına vardığımızda pes etti herkes. Orada kalmaya karar verdik. Köyün çocuklan da gelince çok çekişmeli bir maç yaptık onlarla. Kimsede saat filan yoktu. Takımın biri on gol atınca maç bitecekti. Köy çocukları bizden güçlüydü. Onların bölgesinde bulunmamızın da etkisiyle dikleniyorlardı bize. Attığımız hemen her gole itiraz ediyorlar, alttan almak zorunda kalan biz oluyorduk. Uzun çekişmelerden, tartışmalardan sonra yenilgiyi kabul ettik. Köy çocuklan galibiyet coşkusuyla, güle oynaya çekip gittiler. Biz, uzun zaman birbirimizi suçladık. Herkesin sinirleri bozulmuştu.

Bekir, bana “Ne biçim beksin, gelen geçti seni!” dedi. Eleştirilmek hoşuma gitmemişti, “Hadi ordan, Tontirik sen de” dedim yarı kızgınlıkla. İlk defa ona Tontirik demiştim, hem de küfreder gibi. Bundan hoşlanmamıştı, ama sesini çıkarmadı. Uzun zaman somurtup durdu.
Acıkmıştık. Yanlarında bir şeyler getirenler, onları yiyordu. Bekir de, eski bir kilim parçasından yapılma çantasından kocaman tandır ekmeği parçasını ve beyaz peynir topağını çıkarmış, yemeye hazırlanıyordu. Yanma sokuldum, bana da biraz vermesini istedim. Deminki çıkışımdan olacak, omuzlarını “bana ne” anlamında sallayarak yana döndü. Kırıldığını anlatmaya çalışıyordu bana. Acıkmanın ve yenilginin verdiği öfkeyle üstüne gittim. Ayağa kalktı ve biraz öteye giderek yemeğine devam etti. Kendimi kaybederek “Ulan sen kimin ekmeğini kimden sakınıyorsun? O ekmek peynir bizim değil mi zaten?” deyiverdim. Yüzü allak bullak oldu Bekir’in. Elindekileri yavaşça yere bıraktı. Ağzındakileri de tükürerek, kasabaya doğru koşmaya başladı. Hem koşuyor, hem ağlıyordu. Yaptığıma pişman olmuştum, ama iş işten geçmişti. Ardından koşarak gönlünü almaya çalıştım, beni dinleyecek durumda değildi. Kendime duyduğum kızgınlıktan ben de ağlamaya başladım. “Aptalın tekiyim ben” deyip durdum.

Yıkanmak ve susuzluğumuzu gidermek için nehre gitmemizi teklif etti arkadaşlar. Nehir uzaktı. Yola kadar yirmi-yirmi beş dakika yürümek, sonra kum kamyonlarının arkasına asılmak gerekiyordu. Keyfim kaçmıştı. Bekir’i düşünüyordum sürekli. Bunun için bu teklife karşı çıktım. Daha yakın olan dereye gitmeye karar verdik. Dere sularının küçük bir gölete dönüştüğü Keçikayası’na gidecektik. Sık sık yüzmeye gittiğimiz bu yere, yanıbaşında keçiye benzer bir kaya bulunduğu için bu ad verilmişti. Oraya vardığımızda, kayanın başında, alıç ağacının dibinde Bekir’i oturur gördüm. Sırtını ağaca dayamış ufka bakıyordu. Çocuklar şalapap suya daldılar; ben kayanın bulunduğu tepeciğe tırmandım. Merhaba deyip yanına oturdum usulca. Konuşmadı benimle. Gözlerini ufka dikmiş öyle duruyordu. Oraya, o çizginin ardına gideceğim” der gibiyi. Beni hafakanlar basıyordu, babaannemin sözlerini hatırlıyor, bir kat daha üzülüyordum.

Sıkıntıdan, yerden minik taşlar topluyor, onları suya atıyordum. Birden, yüzenlerden biri bir yaygara kopardı. Bulunduğu yerde su kıpkızıldı. Ne oldu diye, telaşla aşağı indim. Osman’ın başına küçük bir taş isabet etmişti. Oradan akan kanlar suya karışınca çok büyük bir yara aldığını sanarak cıyak cıyak bağırmaya başlamıştı. Çocukların hemen hepsi, tepede duran Bekir’e bakmıştı. Taşı onun attığını düşünüyorlardı. O kargaşa içinde ben de suçu üstlenmekten korktum. Çocukların hepsi ona çullandılar. Kendisinin yapmadığını söyledi sadece. Bana acır gibi bakıyordu Bekir. “Ben seni ele vermem, ama sen doğruyu söyleme cesaretini gösterebilecek misin bakalım? Beni zan altından kurtaracak mısın?” der gibiydi. Süklüm püklüm eve döndük.

Birkaç gün hiç konuşmadı benimle. Onun yüzündeki hüznü okuyan babaannem, neler olup bittiğini öğrenmek için beni sıkıştırdı. Ama ben bir şey söyleyemedim. O da aramızda olanları kimseye söylemedi. Annemin, özellikle babaannemin onun üzerine ne kadar titrediklerini biliyor, onları üzmek istemiyordu. Sonraki günlerde konuştu benimle. Ama yüreciğinde bir şeyler kırılmıştı bir kez. Yüzünde keder bulutları dolaşıyordu sanki. Sürekli, Keçikayası’na yalnız gidiyor, saatlerce öteleri seyrediyordu. Binlerinin gelmesini bekliyor gibiydi.

İki hafta kadar sonra, esmer, iriyarı bir adam geldi onu almaya. Bekir’in dayısıymış. Bir şalvar vardı üzerinde; başı çefi denilen büyük bir örtüyle çevrilmişti. Tabakasındaki tütünden parmak kalınlığında sigaralar sarıyor, birini bitirmeden diğerini yakıyordu. Bekir’i o kadar benimsemiştik ki hiçbirimiz onun gitmesini istemiyorduk. Hele babaannem, öz evladını yitiriyor gibiydi. Çok katı bir karaktere sahip olan babam bile bir tuhaf olmuştu. Gelen adama Bekir’in de artık bizim bir evladımız olduğunu, isterse bizde kalabileceğini söylemişti. Adam da onu götürmekte pek ısrarlı görünmüyordu. Bekir bize alışmıştır, ot bile bitmeyen o yerlere, o tuhaf insanların arasına gitmez diye düşünüyordum. Ama o herkesin yüzüne sevgiyle baktıktan sonra, ağlamaklı bir sesle gitmek istediğini söylemişti. Bakışlarını benden alelacele kaçırmıştı. Bunu büyük bir kederle fark ettim.

Tontirik’imiz o tuhaf adamın peşine takılıp gittiğinde, kahrımdan kendimi yan karanlık kilere kapattım. Boğazımda bir düğüm, kalbimde sıkılı bir yumruk vardı sanki. Annem, babaannem ve kız kardeşimin ağlaşmalarını oradan bile duyuyordum.

Yine kırlara, bayırlara kaçtığım oluyor, ama onsuz... En çok Keçikayası’na gidiyorum. Onun oturduğu yerden saatlerce ufka bakıyorum. Biliyorum ki orada, o çizginin ötesinde bir yerdedir. Ve biliyorum gitmeyecekti, onu oralara ben gönderdim. O, bir daha asla gelmeyecek; ben de yüreğime çöreklenmiş acıyı Ömür boyu taşıyacağım.

İLGİLİ İÇERİK

DİĞER HİKAYELER

 

 

SON EKLENENLER

Üye Girişi