Bu Konuyu Facebook Profilinde Paylaş
'Evim'den sürgün olmuş, çıplak kalmıştım. Üşüyordum, biteviye tedirgindim. Hayat büyüktü, ben ise küçük... İnsanı masalın içine çeken okumak denen afet-i canana tutulmuş, düştüğüm kitap sayfalarıyla giyiniyor, çıplaklığımı gideriyordum. Bir şeyler bilmek ve anlatmak için değil, üşümüşlüğüme ve tedirginliğime iyi geldiği için kitapların koynuna sokuluyordum. Böylesi okumalardan emdiğim süt bir süre sonra 'metinler' şeklinde göğsümden döküldü. Hayır, deneme veya öykü yazmaya çalışmıyordum! Benimkisi, 'kendimden dışarıya çıkmak' ihtiyacıydı. Bir 'tür'e karşılık gelmek veya bir formu doldurmak üzere yazılmamış metinlerimin okuyucuları beni 'deneme yazarı' bildiler. Ben de kendimi 'insanın denemeci hâli' üzerine düşünürken buldum. Denemedeki 'ben'i yani...
Hiç şüphesiz yirmi yıl öncesinden bugünü göremezdim. Yazıldığım yurtsuzlukta bana bir yurt olan kitaplarda yapacağım/yaşayacağım yolculuğun bana 'yazar-denemeci' elbisesini giydireceğini nereden bilecektim!? O uzun yolculuğun ve yaşanmışlığın beni içine bıraktığı 'bugün'de sekiz kitabın üzerinde imzası olan biriyim. Okumalardan emdiğim sütün göğsümden dökülmesinden başka bir şey olmayan metinlerim 'deneme' olarak isimlendirildiği için bugün bu cümleleri kuruyorum. Susamış adamın su içme sorunu olmaz, suyu çok güzel içer. Suyu çok güzel içmiş adama 'su içmek nasıl bir şeydir?' dediğinizde ise susakalır, biraz önce içinden geçtiği durumu izah edemez. Ben o kadar yıl içinde yazarken rahattım, şimdi bu masada eylediğim üzerinde düşünürken zorlanıyorum.
Yazı'nın benim için neye karşılık geldiği konusunu düşünmüşlüğüm vardı, ama yazılarıma elbise olmuş 'deneme'nin mahiyetini bir vesileyle düşünmeye başladım. Deneme üzerine yaptığım okumaların hepsi 'ben ülkesi'nden bahsediyor, denemenin ben'in dili olduğunu söylüyor. Anladım ki. bir 'denemeci'yim. Bu keşif şaşırtmadı beni, çünkü okuma ve yazmalarımın merkezinde 'benimin kendisi duruyor. Derdim kendimledir! Kendimi kavramak ve var kılmak çabası içinde kitaplara gitmekteyim, yazdığım yazılar da, kitaplara yaptığım yolculuklardan inşa ettiğim 'ben'imin ifadesidirler.
Evet deneme 'ben'e, şahsiliğe işaret eder. Bu 'ben'i açmak gerekir diye düşünüyorum. Malum, adı Montaigne olan deneme on altıncı yüzyılda doğuyor, Türk Edebiyatı'nda görünmesi ise Tanzimat ve Servet-i Fünun ile oluyor. Dolayısıyla deneme öncesine, 'biz'in diliyle konuşan zamanlar diyebiliriz. Bu dönemlerde, 'ben'in içinde eridiği meta bir dil vardır; ben konuşmuyor, 'ben'e konuşuluyor. Montaigne'nin çıkışı devrime giden bir Fransa'da gerçekleşiyor. Bizde ise deneme, imparatorluğun çözüldüğü, Cumhuriyet'e doğru gidildiği bir aralıkta...
Hiç şüphesiz deneme'de görünen bu ben'de hümanist paradigmanın izleri vardır. Batı'da Montaigne ve Bacon, bizde Nurullah Ataç ve Sabahattin Eyüboğlu okunduğunda bu izlerin adresi bellidir: Hümanizm Hümanist paradigmanın ben'i ise Tanrı'dan ve büyük anlatılanlardan bağımsızlığı imliyor. Varlık'ın merkezi olan kurucu bir ben, 'dolaysız özne'... Edebiyatın gövdesinde olan roman bu ben'in trajedisine ve itirafına yaslanmış, Montaigne ve Bacon'un geliştirdikleri denemede bu ben'in dili vardır.
Bu yüzdendir ki, bizde hep şu cümle kurulmuştur: Doğu'nun. inanmış insanın romanı mümkün değildir. Bu ben Tanrıdan, meta hikâyelerden, büyük anlatılardan, "bütünden kopuşu imliyorsa şu da sorulabilir: Doğu'da ben mümkün müdür, inanmış insan 'ben' olabilir mi? Roman sorusunun ruhuyla gelişen deneme sorusunun cevabı da bellidir: Doğu'da ben yoktur, dolayısıyla olmayan bir ben'in denemesinden de bahsedilemez.
Hiç şüphesiz bu değerlendirmelerdeki Doğu bir metafordur ve hümanist paradigmanın dışını göstermektedir. Doğu'dan, inanmış bir adam olarak şunu söylemek isterim: Doğu'da 'ben' mümkündür, inanmış insan 'ben' olabilir, dolayısıyla inanmış ben'in denemesi de kendincedir. Ancak Doğu'nun ben'i, Batı'nın ve hümanist düşüncenin kurduğu ben değildir. Doğulu ve inanmış bir ben'dir bu! Ne 'bütün'den kopuktur, ne de büsbütün onda yok olmuş bir eriyiktir.
İnanmış ben şöyle düşünür: İnsan bir imkân olarak yaratılır, öylece yeryüzüne bırakılır. Kendisinden beklenen, 'imkân'dan 'mümkün'ü çıkartmaktır. Hayat' sana, kendisini ikame etmesi için bahşedilmiştir. insana, 'Kendini bil!' denilmiştir. Dolayısıyla inanmış ben" ancak kendini bilenin Rabb'ini bileceğine inanmakta dır. İnsanın kendini tanıması, kendisini inşası anlamına gelir. İnsan ise varlığın bütününde yatmaktadır. İçine bırakıldığı Varlık dünyası, bu dünyada yaşanır olan hayat, hayatın açılımı olan her bir şey okunası metinlerdir. 'İkra!' hitabı bunu söyler. İnsan dışarıda, bu okunası metinlerde kendini toplayarak inşa olur.
İnanmış olarak öyle bir inşayım ki, Varlık'ta kaybolmayan, Varlığı kendinde toplayan bir 'ben'im. Hem Varlık hem de ben, kendi başlarına var olmayan dolaylı varlıklarız; dolaysız var olmuş Tanrı ile var olmuş şeyleriz. Tanrı'dan bağımsızlaşarak var olmuş hümanist ben Varlık karşısında yalnız başına kalırken, ben Tanrı'ya yaslanarak Varlık'tan azade olup özgürleşiyorum. Varlık ile başa çıkmak gibi bir meselem olmuyor, onun koynunda kendi inşamla meşgul oluyorum. Batılı ben'in trajedisi varlık ile çatışmasından doğarken benimkisi sonluda sonsuzu ikame etme mesuliyetimden doğuyor.
Hem Batı'nın hem de Doğu'nun denemesi için şunu diyebiliriz; ikisi de 'ilm-i hâl' bilgisidir. Denemeci olduğu hâl üzere 'yazı'ya dökülür. Denemede görünür olan şey yazarın şahsi hâlleridir. İlginçtir, Hallaç'ı ölüme götüren durum 'şahsi hâl, deneyim' olarak değerlendirilmiştir. İrfani metinlerin tümüne böyle bakılmış, 'şahsi ve kalbi bir yolculuktan aktarılan notlar' şeklinde okunmuştur.
Nihat DAĞLI