Kullanıcı Oyu: 5 / 5

Yıldız etkinYıldız etkinYıldız etkinYıldız etkinYıldız etkin
 

ERDEM BEYAZIT KİMDİR?

Erdem Beyazıt (d. 1989), şiirini İkinci Yeni'nin anlatım tekniklerini İs­lami izlekle birleştirerek geliştirmiştir. Onun şiirlerinde kent yaşamının do­ğurduğu maddi ve manevi kirliliğin tahribatını görürüz. Şair, bu kirliliğin karşısına düşünsel birikiminin yönlendirdiği referanslarla çıkar. İslam este­tiğinin biçimlendirdiği kapalı ve imgeci bir söylemi geliştirir. Mehmet Kaplan'ın onun şiiriyle ilgili tespitleri şöyledir: "Erdem Beyazıt'ın şiiri değil eski dindar şairlerinkinden, Mehmet Akif'inkinden de çok farklı bir şekil ve üs­lûpla yazılmıştır. Bu farklılık sadece üslûp bakımından değil, hayat karşısın­da aldığı tavır bakımından da böyledir. Onun şiirlerinde dini ve manevî hava­dan çok, politik bir hava hissedilir." (Kaplan 1975: 611-613)

Şair, bunun için genel bir söylemi şiirine çıkış yolu olarak seçmiştir. Onun imgeleri, İslamın ve insanlığın evrensel kalıplan üzerine kuruludur. Ancak imge yaratış biçimi, daha çok Marksist dünya görüşüne sahip şairlerinkine benzer. Serbest tarzda bir dil virtüözü gibi dizenin düzenini alt üst eder. Ama­cı; dilin anlatım imkânım genişletmektir. Tekliflerinin tümünde İslami dünya görüşünün ortak belirteçleri vardır. Şikâyetleri özümsenmiş değerler dünya­sından gittikçe uzaklaşan; uzaklaştıkça yalnızlaşan ve mutsuzlaşan zamanın in-sanmadır. Bütün kaçışları ve dönüşleri yaşadığı şehrin bu kahırlı çehresinedir;

Bu şehirden gidiyorum
Gözleri kör olmuş kırlangıçlar gibi    
Gururu yıkılmış soy atlar gibi
Bu şehirden gidiyorum

Kentin kahırlı hayatından sürekli olarak kaçmasına rağmen bu kaçış, kökensel bir umutsuzluğa ve yabancılaşmaya dönüşmez. Şiirlerini Sebep Ey (1972), Risaleler (1987) kitaplarında toplamıştır.

(Ramazan Korkmaz - Tarık Özcan CUMHURİYET DÖNEMİ: Şiir 1950 sonrası)

İLGİLİ İÇERİK

ŞİİRLER

ERDEM BEYAZIT ŞİİRLERİ

ERDEM BEYAZIT HAYATI ve ESERLERİ

 


Erdem Beyazıt Şiirleri hakkında

Diriliş, Edebiyat ve Mavera dergilerinde bulunmuş olan Erdem Beyazıt’ın şiirlerine genel çaplı olarak bakalım.bir topluluk kapsamında ideolojik, toplumsal, dini, ontolojik ve kültürel uzanımlarıyla, bu uzanımların kavramsal ve dile dönük yapılarıyla ortak ve yerli bir duyarlık inşası meydana getirmelerinin farkındalığıyla birlikte, Erdem Bayazıt’ın poetik olarak Türk Şiirin’de bıraktığı ayırıcı, ayrıcalıklı işaretlerin varlığından da söz etmeliyiz.

Öz ve biçim arasındaki uyumluluğun mekanik hiçbir ayrıntıyı içermeyen dil ve dize kurgusu üzerine bina edildiği söz konusu yapı, modernizmin kapalı ve yerli olarak  tanımlamaya elverdiği algıya da açılım kazanma fonksiyonları yükleyebilecek çapta olduğunu göstermiştir. Erdem Bayazıt şiir ve poetikası istikrarın çekiminde bir  ibre olarak bağlısı olduğu duyarlık birikiminin yazınsal ortalamasını da hep yukarılarda tutmayı sağlamış bir ivmedir.

Doğallık ve sadeliği aleladelikten sakınarak meydana getiren eylemin işaret ettiği bir mizaç ve bilinç tamlığı, en başından zor olana talip olmanın verdiği şuur ve denge , kalite ve kantite arasında yapılması gereken  tercihi de zorunlu kılıyor. Erdem Beyazıt’ın yazınsal bir kimlik olarak mütevazi duruşunun rağmına tercihini ödünsüzce ilkinde sürdürmesi, dikkatli okurları açısından şairin en az duyarlık konusundaki hassasiyetini şiirlerine yansıtmasında gösterdiği derinlikle eş değerdedir. Bayazıt’ın bu tutumu bir kavram ve olgu olarak bile şiire ideolojiden daha az saygı göstermediğini duyumsatmaktadır.

Genel anlamda sözcüklerin yüzeyin sığlığıyla kuşatılmış olmasının uzağında; durumların, olguların, eylemlerin, cisimlerin mutlak tanımı olmasının dışında onların birer öz ruhu, öz anlamı olma hükmünü taşıması; varlığın madde ve ruh boyutunda bütün bileşenleriyle içi içe geçmiş olmasının remizi olarak alınabilir kelimeler. Bir tabiat hadisesi kendi alanında işaretler taşıyabilir, yaşantının içinde onunla hemhal ancak seçilebilen incelikler rikkati salıklayan yüce birer bildiri gibi algılanabilir. Çağların birer yazgısı anlamın bu mahiyette bir bereketi olduğu düşünülebilir. Duyuş, kabul edilir bir semantiğin ve estetiğin içerisinde, salt bildik yaşamın sürüdürümündeki dişlilerin kıskacından kurtarılabilir. Şiire dair bu mezkur imkanların  Erdem Bayazıt Poetikası’nın kaplamında devindiğine dair  imler, yine söz konusu şiirin takipçileri  için yabancılamayacak özelliklerdir.

Şairin ayrıntı ve odaklar konusundaki hassasiyeti, yazınsal ve yaşamsal açıdan değer algımızı körletecek biçimde zihinlere egemen kılmakta olan örgütlü veya başıbozuk girişimlere karşı da sesini yükseltmektedir. Hayatın içinde yer edinebilmiş kelimelerle, sehli mümteni de denen kolay ancak özellikli söyleyiş biçimlerine yönelmede hassas ve öncü bir şiir yapısı oluşturabilmiştir. İkinci Yeni’nin savruk ve imge ağırlıklı yapısına, toplumcu şiirin sulu sloganla kurulu ve özensiz yapısına karşı kendinde, özgün ses ve imaj kodları ortaya çıkarabilmiş, söz dizimi ve gramatik ögeler açısından bağdaşık, tutarlı ve imge yoğun bir yapıyı şiirin burcuna inşa edebilmiştir.

Yatağını taşırmamaya özen gösteren gür ve derinlikli, istikametini bozmadan yolunu bulan bu şiir, modernizmin karşısında üslup-dil ve anlam kurgusuyla da edilgen duruma düşmüyor. Şiddeti tok, gerilimi, konumunu bozmayan bir denge ve ölçünün şiiri. Katışıksız ancak derinlikli bir evren tahayyülü ve kurgusu, dışa vurum olarak adlandırılan ifade biçimini bir sorumluluk bilinci, öz ve biçim olarak da muhafaza ederek sapmalardan uzak bir düzlemde dile getirtiyor.

Tarih, çağ gibi zamansal adlandırmalar; emek, alın teri, toprak gibi yaşamın özüne dair imler, İslam ve Türk coğrafyasını işaret eden şehirler, semboller; aşk, inanç insan,doğa gibi manevi ve maddi  realiteler;  dönüşüm, değişim, varlık, devrim gibi sosyolojik ve ontolojik durumlar şairin kendine has duygu halleriyle birlikte aynı kültürel, siyasal , topluluksal bakış açısını temsilen yetiştiği edebiyat yaklaşımının ortak verimini merkez almasıyla birlikte yazınsal açıdan bu imkanları kullanmasında da orjinalitesini korumuştur. Mehmet Kaplanın “Erdem Bayazıt’ın şiiri değil eski dindar şairlerinkinden, Mehmed Akif’inkinden de çok farklı bir şekil ve üslupta” yazılmıştır tespiti , Bayazıt’ın çağdaşı şairler arasındaki yerine de teşmil edilebilir.

“Hızlı, coşkulu, yüksek, hüzünlü ve yanık”… Kadim şiirin izlerini süren bir damardan, “şehirden doğaya, düşten şiire hicretten hayata, dervişten çocuğa” doğru akmaktadır Erdem Bayazıt şiiri. Bazen “tek kare çığlık bazen yumuşak ve kavisli”  ama yatağını taşırmadan idealize edilen mutlağı aramaktadır.

 

https://erdembeyazt.wordpress.com

 

İLGİLİ İÇERİK

ŞİİRLER

ERDEM BEYAZIT ŞİİRLERİ

 


ERDEM BAYAZIT’IN ŞİİR DÜNYASI
Murat TURNA*
ÖZET
Yakın dönem şiirimizin önemli temsilcilerinden olan Erdem Bayazıt’ın şiirine ışık tutan makalede Bayazıt’ın şiirinin oluşumu, etkilendiği kaynaklar, kişiler, olaylar, sanat anlayışı, işlediği temalar, şiir dili ve muhayyilesi ele alınır. Modern hayat tarzını sorgulayan ve ideallerini anlatan şairin şiirindeki iç dinamikleri kavramak, sosyokültürel hayatın bu şiire aksedişini tespit etmek ve teknik yönünü incelemek makalenin amaçlarını teşkil eder.


Şairin entelektüel biyografisine ana hatları ile temas edilerek sanat hayatı, şiir kitapları ve poetikası üzerine yapılan değerlendirmeler, Erdem Bayazıt’ın şiirinin daha iyi anlaşılmasına katkı sağlayacaktır.


Bayazıt, şiirlerinde, geleneksel hayat tarzından uzaklaşmış toplumu eleştirerek böyle bir uygarlığın da yapay olduğunu ve insanoğlunu yozlaştırdığını düşünür. Manevi temellerinden yoksun kalmış bir yaşamın köksüzlüğünü, şuur kazandırmaktan uzak olduğunu ifade ettiği eserlerinde yalın ancak dinamik bir şiir dilini kullanır. İnsanî duyarlılık ekseninde yalnızca memleket coğrafyasını değil tüm yeryüzünü konu edinen sanatkârın şiirlerinde sosyal problemlerin merkezî bir yer tuttuğu, bunu ölüm, aşk gibi evrensel temaların takip ettiği görülür. Tüm bu meseleleri işlerken yaslandığı geleneksel kültür onun referans noktasıdır. İmgelem dünyasını ve hadiseleri yorumlama biçimini derinden etkileyen bu bakış açısının Bayazıt’ı, eserlerinde zaman zaman politik bir duruş sergilemeye sevk ettiği de gözlerden kaçmaz. Bu kısımda kısaca değinilen cepheleriyle sanatkarın modern Türk şiiri içinde teşkil ettiği o ayrı delta, makalede ele alınacaktır.


Giriş
İlk ürünü 1956 senesinde, yerel bir derginin ekinde çıkan Adil Erdem Bayazıt, 1960’larda asıl şöhretini sağlar; yazdığı üç şiir kitabıyla yakın dönem şiirimizin isimlerinden biri olur. 1962’de yayımlanan “Karanlık Duvarlar” şiiri, onu geniş kitlelere tanıtır ve şair hemen hemen hayatının sonuna dek şiir uğraşısını sürdürür. Erdem Bayazıt her ne kadar 50’lerde şiir yazmaya başlamış ve 2000’li yıllarda da şiir yazmaya devam etmiş olsa da esasında onu, 60’ların şairi olarak tanımlamak doğrudur. Sanatçının şiire yoğunlaşması, üretim sıklığı ve şiirindeki cevherin zirveye ulaşması yönlerinden şiirini ve kronolojisini ele aldığımızda bu yılların önemi ortadadır.1 Söz konusu zaman dilimi, onun sanatıyla ulaştığı tesir gücünün ve şöhretinin de hızla arttığı bir döneme tekabül eder. Bu bakımdan Bayazıt, İkinci Yeni ile 80 kuşağı şairleri arasında bir köprü kuşak sayılabilir.


Ülkemizin pek çok açıdan en çalkantılı dönemlerinden biri olan 60’lı ve 70’li senelerde kalem oynatmış birisi olarak şairin hangi kaynaklardan beslendiği, neler söylediği ve elbette nasıl söylediği hususları önemlidir. Sanatçının yaklaşık 50 yıl süren sanat hayatının nerelerden geçtiğini, nasıl geliştiğini anlamak ve özellikle şiirinin olgun bir profilini çıkarmak için öncelikle yetiştiği muhiti ve etkilendiği isimleri ele almak gereklidir.


1. Erdem Bayazıt’ın Yakın Çevresi ve Etkilendiği Kişiler-Olaylar-Kaynaklar


Bayazıt’ın şiiri, hemen fark edileceği üzere, dinî inançlara dayalı dolayısıyla manevi bir yön içeren şiirdir. Bunun ilk sebebi içinde büyüdüğü aile ortamıdır. Babası Tahsin Bayazıt, Halk Fırkası’na taraftar olmakla birlikte oldukça dindar bir kimsedir. Ehl-i tariktir ve kahveye bile pek çıkmaz. Şairin yetiştiği evde İslamî havanın tesiri yüksektir. Bayazıt böyle bir hava içinde ve sürekli olarak tabiatla iç içe bir çocukluk ve ilk gençlik devresi geçirir. 2 Şiirindeki manevî kök ayrıca hiç vazgeçemediği tabiat temi ve motifleri gibi esaslı unsurlar bu bilgilerle anlaşılabilir.


Henüz ortaokul sıralarında şiire heveslenen Bayazıt, Maraş’taki lise tahsili esnasında tanıştığı Rasim Özdenören, Alaaddin Özdenören, Cahit Zarifoğlu, Akif İnan gibi isimlerle bu ilgisini daha da arttıracak bir çevreye kavuşur. Lisenin ilk yılında iken edebiyata meraklı bir grupla iç içe olması onun sanat hayatının teşekkülünde etkilidir. Şairin tanıdığı bu isimlere, sonradan, ailevî bağlarının da olduğu Nuri Pakdil de eklenir. Pakdil, Bayazıt’tan yaşça büyüktür ve o senelerin mütevazı bir Anadolu şehri için oldukça hareketli bir gençtir. Dergi çıkartmakta, bir gazetenin sanat sayfalarını düzenlemekte, tiyatro ile çok yakından ilgilenmekte, meşhur edebiyatçılarla rahatlıkla görüşebilmekte ve tüm bu yönleri itibariyle de Bayazıt’ı etkisi altına almaktadır. Tahsil hayatı boyunca şairin hocası olmuş isimler de onu sanat, edebiyat, şiir konularında cesaretlendirip çeşitli kaynaklarla tanışmasını sağlar. Lisenin ardından yüksek öğrenim için İstanbul’a gelen Bayazıt, askerî darbe nedeniyle eğitim hayatına ara vermek zorunda kalır. Bu arada boş durmaz ve yerel bir gazete için Yassıada duruşmalarını izler. Bayazıt’ın dünya görüşünün ve şiirinin fikrî yönünün teşekkülünde bu vakıa atlanılmayacak bir detaydır. O yıllarda tanıştığı ve sonradan cezaevi çıkışında karşıladığı Necip Fazıl’ın yaşadıkları ve Yassıada’da muhabir olarak edindiği intibalar, şiirindeki isyan havasını açıklamada göz ardı edilemeyecek hususlardır.


Şair, üniversite yıllarında Necip Fazıl’la yakından tanıştıktan sonra, onunla ilişkisini iyice ilerletir. Necip Fazıl’ın ev hayatına şahitlik ettiği gibi onun büyük saygı gösterdiği Abdülhakim Arvasi’yi birlikte ziyaret ettikleri de vakidir. Necip Fazıl, Erdem Bayazıt’ın sanatının teşekkülünde önemli rol oynar. Birlikte geçirilen vakitler Bayazıt açısından pek kazançlı olur. Yazı ve şiir yazma kabiliyetine dair pek çok bilgiyi edinen Bayazıt, sohbetleri esnasında muhakeme yeteneğinin ilerlediğini kaydeder. Şiirin ne olduğunu, söyleyişi, dünyayı şairce algılayışı ve şiiri fikir eksenine yaymayı ona anlatan Necip Fazıl, aynı zamanda Büyük Doğu vasıtasıyla da sanatçıya dergicilik tecrübesi yaşatır. Bu tecrübenin sistemleşmesini sağlayan adres ise Sezai Karakoç’un çıkardığı Diriliş dergisi olur.


Nuri Pakdil sayesinde Sezai Karakoç’la tanışma imkânını yakalayan şair artık - sanat yolunda kendisine devamlı yol gösterecek - nihai rehberini bulur. Necip Fazıl, Bayazıt’ın kendisinden çokça istifade ettiği birisi olsa da her zaman ulaşabildiği biri değildir. Oysa o yıllarda vakit ve koşullar açısından daha elverişli olan Karakoç, Bayazıt’ın dilediğinde yanına gidebildiği, aklındakileri sorabildiği, rahatça sohbet edebildiği bir konuma sahip olmasından dolayı cazip bir yön taşır. Mamafih Sezai Karakoç da Necip Fazıl’ın Büyük Doğu dergisinde çalışmış biridir ancak aralarında yaşanan tatsızlığın ardından dergiden ayrılmıştır. Karakoç, Türk Edebiyatı’na yeni bir soluk getiren Diriliş’i çıkartarak kendi bağımsız çizgisini sürdürmektedir. Aynı zamanda Diriliş’te yayımlamak üzere Erdem Bayazıt’tan ve yukarıda adlarını saydığımız arkadaşlarından yazılar talep eder. Büyük Doğu’nun akabinde Diriliş dergisinde aktif görev almak, Bayazıt’ın dergicilik cephesinin gelişmesine yarar sağlar. Nitekim Erdem Bayazıt en başından beri sırasıyla Hilâl, Hamle, Çıkış, Deneme, M. Şevket Eygi’nin Yeni İstiklâl’i, Necip Fazıl’ın Büyük Doğu’su, Sezai Karakoç’un Diriliş, Nuri Pakdil’in Edebiyat, Cahit Zarifoğlu, Alaaddin ve Rasim Özdenören gibi yakın dostlarıyla çıkarttığı ve bizzat kendisinin yöneticisi olduğu Maverâ dergileri gibi süreli yayınların çoğunda bilfiil çalışarak sanat yönü kadar editoryal tarafını da ilerletir ve sosyal ilişkiler bakımından da zengin deneyimler edinir. Bunlara son dönemlerinde yazılarının, şiirlerinin yayımlandığı Yedi İklim, Hece, Kaşgar dergileri de eklendiğinde görülür ki yayın politikası, tiraj, süreklilik ve tesir halkası açılarından Erdem Bayazıt’ın, Türk Edebiyatı’ndaki kayda değer dergilerle olan münasebeti hemen hemen ömrünün sonuna dek diridir. Hiç kuşkusuz bu bağ onun edebiyatla bilhassa şiirle olan irtibatını canlı tutmuş ve sanat üretimini olumlu yönde etkilemiştir. Şairin dergicilik tarafı, ona tecrübe ve ufuk kazandırması itibariyle verimli olduğu kadar kendisini yazmaya teşvik eden bir kitle ile devamlı iletişimini sürdürmesi yönünden de faydalı olur.


Karakoç’un Diriliş dergisinde iken Bayazıt sanat, edebiyat, şiir ve ideal ufkunu yerli yerine oturtur. Yazdıkları belli bir mecraya girer. Bunda da Sezai Karakoç’un payı büyüktür. Nitekim Sezai Karakoç, Erdem Bayazıt’ın en çok etkilendiği kişidir. Bayazıt’ı ve sanatını anlamak için Karakoç’u bilmek elzemdir.


Sezai Karakoç, Necip Fazıl’ın ötesinde sanatı çok kapsamlı, geniş kültür planları dâhilinde düşünür. Felsefe, dilbilim, folklor, tarih, sosyoloji, din, iktisat, siyaset gibi zengin anlamlar rezervi olan maden kelimeler Karakoç’un sanat anlayışının güçlü alt yapısını oluşturur. Onun sanatı da dünya görüşünün teşekkülü nispetinde katmanlı, derin bir yapıya sahiptir. Bunun yanı sıra sanatı fikrî cephesiyle ele aldığı gibi onu bir fenomen olarak da görmeyi bilir. Karakoç’ta sanat hem özgün düşünce ve mefkûre hem de eylem ve projedir. Onun sanatı teorik ve pratik cepheleri olan şümullü bir hamledir. İşte Erdem Bayazıt’ı etkileyen hususlar bunlardır. O, Karakoç’u kültür, sanat, düşünce hayatımızda yepyeni bir ufuk olarak değerlendirir. Kendi dünyamızı tanımakla birlikte diğer kültür âlemlerine de aşina olan Karakoç, Bayazıt’ı hem fikrî hem de sanat cephesiyle besler.
Karakoç’un içinde sayıldığı İkinci Yeni, sanatçının ilgi duyduğu bir şiir damarıdır. Cemal Süreya, İlhan Berk, Turgut Uyar ve İkinci Yeni’nin öncülü sayılabilecek olan Attila İlhan, Bayazıt’ın dikkatle takip ettiği isimlerdir. Hatta kendi arkadaş çevresinde Attila İlhan’ı ilk keşfeden Erdem Bayazıt’tır. Ondan ezberlediği şiirleri arkadaşlarına okur.3 Attila ilhan’ın favorisi olan Nazım Hikmet de kendine has söyleyiş biçimi, lirizmi ve toplumsal konulara duyduğu ilgi ile sanatçının dikkatini celbeder. Nazım Hikmet, Bayazıt’ın şiirleri söz konusu edildiğinde pek zikredilmeyen ancak tesiri hissedilebilen bir şairdir. Özellikle 60’lı yılların ortalarından sonra, eserlerinin baskı üstüne baskı yapması, hemen her kesimin - belki de siyasi havanın etkisiyle gelişmiş bu popülerlik esnasında - Nazım’ın şiirleriyle temasa geçmesinde etkilidir. Memleket panoramasını serbest ve romantik bir söyleyişle dile getirme, toplumsal -gerçekçi çizgiye yakın bir edaya sahip olma ve şiirlerindeki bazı müşterek temalar bakımından Bayazıt’ın şiiri ile Nazım Hikmet’in tarzı arasında varolan benzerlik ilgi çeker.


Sezai Karakoç’un Diriliş dergisiyle birlikte geçirilen süreç sona erip İkinci Yeni fırtınası dindiğinde Bayazıt, Nuri Pakdil’in önderliğinde çıkartılan Edebiyat dergisinde sanat hayatını sürdürür. 1973 Şubat’ında, ilk şiirlerinden oluşan kitabı “Sebeb Ey”, Edebiyat Dergisi Yayınları tarafından basılır. Sanatçı 1976 senesinde ise başta kendisi ve Cahit Zarifoğlu olmak üzere Alaaddin ve Rasim Özdenören, Akif İnan, Nazif Gürdoğan, Bahri Zengin ve Hasan Seyithanoğlu ile birlikte Maverâ adlı dergiyi çıkarır. Maverâ’yı çıkartmalarının sebebi bundan önce bulundukları dergilerin şahsî teşebbüslere bağlı olması ve tek kişinin hâkimiyetinde yayın hayatlarını devam ettirmiş olmalarıdır. Büyük Doğu, Diriliş ve Edebiyat dergileri sadece kendilerini çıkartan iradelerin tasarruflarıyla şekillenir; yayın akışı ve politikasına dair nihai kararları yalnızca derginin başındaki isim verir. Oysa Bayazıt ve arkadaşları kişisellikten uzak, herkesin fikrinin alınacağı ve ortak kararlarla yürütülecek bir sanat-edebiyat dergisinin olması arzusundadır. Maverâ, Aralık 1976’dan 164. sayısının çıktığı Ağustos 1990’a dek tam on dört sene aralıksız yayın hayatını sürdüren uzun soluklu bir dergi olur. Dergi misyon itibariyle seleflerini takip etse de kadro teşekkülü, karar mekanizması ve dergiciliğin ticarî yönüyle profesyonel işletme mantığına dökülmesi bakımından onlardan farklıdır. Maverâ dönemi Bayazıt’ın sanat adına kabiliyetlerinin en fazla geliştiği, en hareketli, hızlı ve zirvede olduğu bir döneme tekabül eder. Maverâ yıllarının bunun dışında Bayazıt’ın sanat hayatında ayrı bir yeri vardır. Onun özel hayatında etkili olan iki önemli hadise bu yıllarda gerçekleşir. İlki Maverâ çıktıktan sonra şairin Abdurrahîm Reyhanî ile tanışmasıdır. Erdem Bayazıt’ın böyle bir kapıya intisap etmesiyle dünya görüşü ve sanatı arasındaki bağ hiç kuşkusuz yadsınamaz. Tasavvufla ilgilenmesi ve bu ilginin yoğunlaşması şiirine tesir eder. İkincisi ise 1979 senesinde yaşanan Afganistan işgalidir. Maverâ dergisinden oluşan bir ekiple Rus işgali altındaki Afgan topraklarına giden sanatçının orada yaşadıkları, gözlemleri ve hissettikleri düşünce dünyasında etkili olur. Bu da şiirine doğrudan akseden bir husustur.


Kısakürek, Karakoç ve Pakdil gibi isimlerden aksiyon terbiyesini almış olan Bayazıt’ın bu cephesini Abdurrahîm Reyhanî ile manevi yönden de genişletmesi ve takviye etmesi onda görülen güçlü sosyal sorumluluk duygusunu açıklamada önemli bir ipucudur. Şairin Afganistan’a gittikten sonra politikaya, hayata ve sanata bakışında değişiklikler meydana gelir. Kalemin, insanlığın bilhassa Müslüman coğrafyaların derdini anlatmada ne kadar mühim olduğunu düşünür. Konu hakkında yazdığı şiirlerin yanı sıra Afganistan izlenimlerini de peyderpey Maverâ’da yayımlar. O dönemde dış politika yazıları yazdığı Yeni Devir gazetesinde de bu yazıların yayımlandığı görülür. Gezi ya da anı türü olarak tavsif edeceğimiz bu düz yazıları 1983’de “İpek Yolundan Afganistan’a” adıyla kitaplaşır ve eser aynı yıl Türkiye Yazarlar Birliği tarafından ödüllendirilir. Kimisi Afganistan seyahatinden evvel kimisi de bu seyahat esnasında ve sonrasında yazılmış şiirlerini de 1987’de “Risaleler” adıyla kitap haline getirir. Bu eser de 1988’de Türkiye Yazarlar Birliği Şiir Ödülü’nü almaya hak kazanır.


1987’de siyasete atılıp milletvekili olan Bayazıt’ın uzun müddet şiirle uğraşamadığı, herhangi bir edebî mahfilde yazısının çıkmadığı müşahede edilir. Siyaset sanatını duraklatır. Politikayı bıraktığı 1995 senesine dek sanat ve edebiyat adına eski üretkenliğinden uzaktır. 1998’de toplam on şiirden oluşan “Gelecek Zaman Risalesi” İz Yayınları’ndan çıkar. Mamafih son iki şiir kitabına isim olarak verdiği “risale” kelimesi sanatçının beslendiği kültür havzasını anlamak açısından mühimdir. Bayazıt tasavvufla, dinî kaynaklarla ve manevi çevrelerle irtibatı olan biridir. Henüz lise sonda iken Said Nursi ve eserleri ile tanışması, Mevlana, İmam Rabbani gibi isimlerin yazdığı İslamî kaynakları okuması ve 1978’de Abdurrahîm Reyhanî ile tanışmış olması, ayrıca fiilen tasavvufî bir terbiyenin denetiminde bulunmak onu ruhen şekillendirdiği gibi sanatını da çok derinlerden etkiler.4 Tüm bunlara halk şiirini, divan şiirini ( bilhassa Fuzulî ve Şeyh Galib’i), tarihî ve diğer dinî kaynakları da ilave etmeliyiz. Yakın dönem şiirimizden ise Mehmet Akif, Ahmet Haşim ve Yahya Kemal, Erdem Bayazıt’ın üzerinde durduğu isimlerdir.


2. Erdem Bayazıt’ın Şiiri
Teşekkülünü ana hatları ile sunduğumuz bu şiirin kronolojik seyrini esas alarak, Bayazıt’ın şiir dilini, söyleyiş gücünü, ilgilerini ve bu vesileyle şiiriyle neyi amaçladığını ortaya koymak mümkündür. İlk olarak tematik bir incelemeye tabii tutmak, Erdem Bayazıt’ın şiirinin hangi konuları işlediğini, yoğunlaştığı meseleleri, bilhassa belirli temalara olan alakasının sebeplerini, Bayazıt’ın şiirin temel kodlarını, kısacası bu şiirin ne söylediğini anlamamızı sağlar.


a. Temalar ve Muhteva
Bayazıt ilk kitabı olan “Sebeb Ey”le çağın dayatmalarına direnerek varlıktaki hakikate ulaşmaya çalışan bir şair görüntüsü çizer. Kitaba adını veren “Sebeb Ey” varlığın akış halini, yaşam döngüsünü, bir noktada yaratılışı, sebebe bağlı olan bütün bir hayatı anlatır. Metafiziği kendine fon yapan bu şiirin yaslandığı düşünce planı diğer şiirlerde de müşahede edilir: İnsan, tabiat ve tarih bir devr-i daim içindedir; hepsi varlığın orijinine doğru ilerleyen bir seyahattedir. Şaire göre bu merkez nokta, inanca ve ‘Yaratıcı’ya uzanır. Oraya doğru uzanan seyahatte ise mücadeleler vardır.


Bayazıt’ın şiiri hep bu seyahati ve bu esnadaki mücadeleleri anlatır. Yaşanan çağın koşulları, Bayazıt’ta meşakkatli seyahatin imgesel anlatımına dönüşür. O, bu perspektiften dünyaya şairce bakar. Esasında Sezai Karakoç’un monotemi olan diriliş, bu noktada Bayazıt’ın şiirinin de metafizik ve ideal yönleri itibariyle vazgeçemediği bir tem olur. Şair yaşananların aslında hep o beklenen diriliş için olduğunu, dirilişe doğru gidildiğini düşünür. Hayatın dirilişe göre yorumlanması gerektiğine kânidir. Bu da inanç ve fikir bazında Karakoç’tan Bayazıt’a intikal eden mefkûre/poetikadır.


“Sebeb Ey” şiirinde müşahede edilen mistik-metafizik hava “Birazdan Gün Doğacak”, “Güneşçağ Savaşçıları”, “Diriliş Saati”, Gölgelere Dair”, “Önden Gidenler İçin” isimli şiirlerde de yoğun biçimde kendisini hissettirir. Söz konusu şiirler, Bayazıt’ın, yaşadığı modern vakitlerle uyumsuzluğunu anlatması bakımından da mühimdir. Erdem Bayazıt’ın inanç ve kabulleri kapsamında tasavvur ettiği hayata ters düşen modern yaşam ve onun getirdiği perspektif, eserlerindeki temel çatışmayı ve temayı veren bir izlektir. Şair, hassasiyetlerinin getirdiği kaygıları işler. O, önem verdiği hususları değersizleştiren bir yaşamın hüküm sürdüğü çağa muhaliftir. İnsanı kendi manasından koparan, tabiattan ayrı düşmüş, mekanik bir ortamda yaşamaya mecbur kılan modem vakitler Bayazıt’ın tepkisini çeker:


“ sonra yapılardan yollardan bıkmıştım / kirli sokaklar beni ürkütüyordu / kötü meydanlarda boğuluyordum / suları borulara almalarına kızıyordum / hele hele hep düğmelere basıp yaşamalarına çok çok içerlemiştim”4


Modern yaşam, Bayazıt’ın şiirlerinde sıkça ele alınan bir temdir. Bu yaşamın belirginleştiği mekân olarak şehir, şairin modernizmi eleştirirken sembol haline getirdiği bir kelimedir. Şehir, onun şiirinde hem olumsuz bulunan bir yaşantıyı ifade ederek başlı başına bir tema olur hem de tabiatla tezadı vurgularken en sık müracaat ettiği imgelerden birine dönüşür. Şehir, Bayazıt’ın şiirinde - kronolojik okumaya tâbii tutulduğunda da görüleceği üzere - istikrarlı kullanılmış bir rezervdir. 1963’te yazdığı “Veda” şiirinde, yozlaşan şehre karşı onu terk ederek gösterdiği tepkiyi, 67’de kaleme aldığı “Haber Veriyorum” şiirinde ise masumiyetin ve umudun simgesi olan çocuktan bekler. Bir türlü değiştiremediği bu uygunsuz yaşamın onun tarafından değiştirilebileceği ümidindedir:


“Altımızdan kayan bu ölü şehri durdursana
Ey gücü toprak kadar eski
Ey gücü yer kadar ağır çocuk”5
Bayazıt’ın şehri “ölü” kelimesi ile nitelemesi mühimdir. Varlığı, anlamı tükenmiş şehir onun için artık ölüdür. Gücünü topraktan alan çocuk, yaşanan bu ölümün telafisini sağlayacak, dirilişi gerçekleştirecek çıkış noktasını temsil eder. Şair her ne kadar isyanla dolu olsa da geleceğe dair umut taşıdığını gösterir.


1968 senesinde yayımladığı “Şehrin Ölümü”, Bayazıt’ın dağılan, bozguna uğrayan insanların boy gösterdiği şehir yaşantısına bakışını net olarak ortaya koyduğu, modernizme karşı manifestosunu ustaca içine yerleştirdiği bir şiirdir. Yedi bölümden oluşan ve trajik bir senfoniyi andıran şiirde, insaniyete ve hakikate dayalı ne varsa hepsinin yavaş yavaş sona erişi lirik bir tarzda anlatılır. Mahremiyetin yitirildiği, tabiatın yok edildiği, maddi olanla sınırlı kalınan, hoyratlığın hüküm sürdüğü şehir onun için azaptır:


“Nereye gitti diyorum benim elbisem nerede
Şehir soyunmuş diyor biri
Şehrin elbisesini çalmışlar
Bütün şehir çöküyor yüzünde bir insanın
Şehir boğuluyor içinde insanların kan gibi sesle
Mor bir kâbus çöküyor üstümüze
Parkta son ağaç da ölüyor intiharı hatırlatan bir ölümle.”6


Eski, geleneksel hayatın terk edildiği, sıcaklığını, mabetlerini tüketmiş şehir soysuzlaşmanın, bedbinliğin nedenlerini doğuran ve bunların kaçınılmaz sonucunun yaşandığı yerdir. Şair, ruhunu yitirmiş, insanları benliğinde hapsetmiş, dönüştürmüş ve yabancılaştırmış; hayatları makinelerin hâkimiyetine teslim etmiş şehir düzenine öfkelidir.    Soğuk, yapay, maneviyatsız beldeler haline gelmiş şehre aşk, inanç, toprak ve insan veda ederek, onu büyük bir yok oluşla karşı karşıya bırakır. Ardından şairin hiddetini celbeden şehre bir çeşit beddua yükselir:


“Kirli yollar kapansın sular akmasın deniz
sığmasın kabına
Gün batmasın aydınlatsın yüzlerde
umutsuz mahkûmluğu

Makinalar çalışsın taşlar yarılsın ortalarından

Anneler ağlamasın çocuklar gülmesin

Gök çöksün toprak başkaldırsın su sussun

Ağaçlar durmasın bütün saatler dursun

Durmasın ulu rüzgâr şehri göklere savursun.”7


Dayattığı kaotik yaşam biçimleri ve metropol telaşı ile ferdin Yaratıcı ile bağını kopartan, şahsiyetleri ve kıymetleri değirmen gibi un ufak öğüterek zayi eden böylesine bir hayat tarzı, kendisini meydana getiren bütün unsurları manen tüketir. Şehir bu bakımdan çöküş içindedir. Bu çöküş insanıyla, toplumuyla, kurumlarıyla, kentleriyle velhasıl tümüyle topyekûn bir sosyal düzenin enkaza dönüşmesi anlamına gelir. Bu çalkantılı ortamda şair kurtuluşu yalnızlıkta bulur. Yalnızlık şehrin ölümü esnasında sığınılan güvenli bir limandır. Şairin yalnızlığı ise inancının, savunduğu değerlerin inşa ettiği iç âleme yönelmek anlamını taşır. Bunun sağlamasını “Karanlık Duvarlar”, “Yok Gibi Yaşamak”, “Dağlar” ve “Veda” gibi başka şiirlerinden yapmak da mümkündür. Buna ayrıca aşağıda temas edilecektir. Şehirdeki dağdağalı ortamdan kaçtığı yalnızlıkta ise şair hazin bir tabloyu müşahede eder. Şehrin esasında manasını kaybederek herkesin iç dünyasında öldüğünü görür:


“O en öksüz köşesine sığındığımız yalnızlığın
Yalnızlığın teselli çiçekleri üstümüze
Göçen son kuşların sedef gagalarından dökülür
Şehir bir mahşer gibi içimizde ölür..”8


Şair ne zaman dış âlemden baskı altında kaldığını hissetse - ki bu, onun şiirlerinde modernizmin baskısıdır - daima iç dünyasına çekilir. Dışarıya kapanır. Bayazıt’ın ilk şiirlerinde bu daha belirgindir. Kapandığı bu dünya tabiatla, gelenekle, özle, mana ile doludur. Yalnızca yukarıdaki şiirle sınırlı kalınmadığı belirtilerek söylenmelidir ki Bayazıt, problem olarak gördüğü modern yaşantının alternatifini, inandığı değerlere ve tabiata dayalı olan dokusu bozulmamış bir hayatta bulur. Bu da şiirlerde ekseriyetle şairin iç dünyası olarak tezahür eder. Şehirle dolayısıyla modernizmle çatıştığında takındığı tavrı açıklayan şu mısralar kayda değerdir:


“ Her şey bir makina düzenine gidiyor
- düzen diyorlar beni çağırıyorlar -Irmak yatağına sığınıyorum sınırlı bir çağ bu
Sizin güveniniz bir güneş düzeninde
Ben mezarların karanlık çağına dayanıyorum
Bir ağacı büyütüyorum her yerimle
Bir ağacı uyguluyorum - her şey bir ağaç düzeninde -
Yerde ve gökte ve her yerde
Dallarında bir ağacın ve incecik köklerinde
İçimde yalnız ve yapraksız Bir kavak ağacı büyüyor - çıplak ve göğe doğru -Ama küskün ama yalnız ama yapraksız ve uzun Bir ağlama duvarı bu ”   (Karanlık Duvarlar)

“Beni bu kentten kurtar beni yalnız ko git beni
Arıyorum arıyorum o ilk çağ ırmaklarında sedef ellerini” (Y ok Gibi Yaşamak) “Emerek ay ışığını nasıl da büyüyorsun ey kalbim Bir tarafın şehirler şehirler şehirler
Mekanik bir çizgide tükenen insanlar.”    (Tabiat Risalesi)9


Irmak yatağına sığınmak, içte büyütülen ve ağlama duvarına benzetilen yalnız ağaç motifi, masumiyeti ve temizliği ilk çağ ırmaklarında aramak, şehre ay ışığını emerek direnen kalp Bayazıt’ın kurduğu alternatif dünyayı anlatan ve yukarıdaki tespiti doğrulayan şiirsel verilerin sadece bir kısmıdır. Bununla birlikte şairin şehirle çatışması esnasında mutlak bir edilginlik sergilediğini söylemek mümkün değildir. İçe dönüş bir kuvvet ve hız kazanmak hamlesidir. Başta “Şehrin Ölümü” olmak üzere modem yaşamı ele aldığı şehirle ilgili şiirlerinin genelinde şairin içe yönelmeyi bir mücadele yöntemi olarak gördüğü sezilir. Gönül zenginliğiyle, şehrin gürültüsüne karşı “susmanın kalesine” sığınmakla, yakarışlarıyla bir iç enerjisi peşindedir. Manevi bir direnç söz konusudur.


Erdem Bayazıt’ın “Şehrin Ölümü”nde ve modern yaşamı tenkit ettiği diğer şiirlerinde ortaya koyduğu manifesto insanla, tabiatla ve temsil ettiği değerlerle barışık bir hayat arzusunu izhar eder. 1968 tarihli bu şiirden 1998 tarihli ve son şiirlerinden sayılabilecek olan “Şehir ve Doğa Burcundan” şiirine dek hep bu arzusunu anlattığı dikkat çeker. O, şehre ve şehirleşmeye karşı değildir; lakin modern zamanlarda cereyan eden çok yönlü bozulmanın timsali olan şehirlerde vuku bulan yıkımlar onu etkilemektedir. Güzel hasletlerini yitiren, yalnızca maddi hazlara bağımlı kılınan insanların; nihayetinde yozlaşan, değerlerini kaybeden toplumun bocaladığı mekânlar olarak şehirler Bayazıt’ın tepkisini çeker. Mimarisinden eğlencesine dek aslî kimliği yok olmaya yüz tutmuş bir sosyal hayat ve iç dinamikleri sönmüş bir sistem şairin tahammülünü zorlar. O, çözülen bir yapıyı anlatmak bakımından şehri kendisine mihenk taşı yapar. Mamafih - tersten bir okuma yaparsak, eski tabiriyle mefhum-u muhalifinden hareket edersek - özlemini duyduğu şehir hayatını da bu şiirleriyle tasvir etmiş olur. Ağaçların kök salabilme hürriyetinin yalnızca parklarla sınırlı kalmadığı, manevi kirlerinden arınmış, bulvarlarına yaprak misali çocukların dökülmediği, vitrinlerine değil horoz seslerine uyanılan bir şehir hayal eder. Erdem Bayazıt’a göre geleneklerin yaşatılabileceği, toprağı sürülen, mabetlerinde buluşulan, çocukların güldüğü, sanayinin mekanikleştirmediği bir şehir hayatı da mümkündür. Aksi bir yaşam ise ölümden farksızdır. Nitekim böyle bir şehri Bayazıt, şiiriyle ölüme mahkûm eder.


Ölüm, başlı başına bir tema olarak da Erdem Bayazıt’ın şiirinde kutup başıdır. Şair, ölüme inandığı değerler perspektifinden bakar ve onu farklı, yeni bir hayatın başlangıcı olarak telakki eder. “Ölünün Kıyıları”, “ Önden Gidenler İçin”, “Diriliş Saatı”, “Boşluk-lu Yaşamak”, “Ölüme Saygı”, ve bilhassa “Ölüm Risalesi” şiirleri bu tema üzerinden yazdığı ve ölüm kavramına yönelik metafizik bakışını belli ettiği şiirlerdir. Onun ölümü yorumladığı şu mısralar ilgi çekicidir:


“İşliyor kalbim
Eskiyor saçlarım
Ve gözlerimin en ince hücreleri.
Okuyorum hayatı
Toprağın üstünden çok
Altındakilerle var olduğunu.
Ölüm muhakkak Ve ölüm mutlak Tek kapısıdır ölümsüzlüğün.
Ölümle tanıştıktan sonra anladım
Sadece bir kimlik belgesi olduğunu yaşamanın.”11
Görüldüğü üzere şair, ölümün kaçınılmaz akıbet olduğunu kabullenir, mütevekkildir ve inancının gereği, kendisine ölümsüzlüğü bahşedecek bu akıbeti bir ölçü olarak değerlendirir. Ölüm, hayatı anlamada ve yorumlamada ona anahtar rolü görür. Ölüm hayatı anlamlandıran, insanı düşünceye sevk eden ve mesuliyetini yerine getiren kimselerin huzurla karşılayacağı bir nihayettir. Bayazıt, ölümü korku ve ürperti verici bulmaz. Ölüme ve ötesine dair bir endişesi de yoktur. Şiirlerinde ölümü, dirilişin ilk merhalesi olarak anlatır. İnsanın ölüme yakın olduğu gerçeğini, ölümü teslimiyet içinde kabullenmek gerektiğini Kur’an ayetlerine yaptığı telmihlerle, Socrates’in ölüme yürüyüşü gibi tarihi mizansenlerle, darb-ı mesellerle ve İslam tarihinden naklettiği kesitlerle dile getirir. Ölümü mümince yorumlarken ona o kadar aşina bir tavır takınır ki “Ölüm Risalesi”nin içinde, “Kendi Ölümüme Ait Bir Deneme” başlığıyla açtığı ayrı bir bölümde, ölümü halinde etrafındakilerin muhtemelen vereceği tepkileri ve yaşanacağını umduğu olayları şiir diline döker. Erdem Bayazıt’ın “Bulmak” şiirinde yer alan şu mısralar ise hem ölüme dair fikirlerinin en öz halidir hem de eskilerin “Maksûd eğer eserse mısra-ı berceste kâfidir” ölçüsüne uyan dil ve anlatım güzelliğine sahiptir:


“Ölüm bize ne uzak bize ne yakın ölüm
Ölümsüzlüğü tattık bize ne yapsın ölüm.”12


Ölüme dair romantik yaklaşımlar içeren bu mısraları gibi şairin bütünüyle romantizme yöneldiği, tamamıyla aşka hasrettiği şiirleri de vardır. Nitekim Risaleler şiir kitabındaki şiirlerinden biri de “Aşk Risalesi”dir. Aşkı da tabiat ve inanç bağlamında asıl kıymetini bulan bir mefhum olarak ele alan Bayazıt’ın aşk temasını “Yok Gibi Yaşamak”, “Kar Altında Hüzün Denemesi”, “Sevmek” gibi şiirlerinde işlediği ve son kitabı olan Gelecek Zaman Risalesi’nde “Aşk Burcundan”, “Sevgililer Burcundan” şiirleriyle aynı temayı tekrar ele aldığı müşahede edilir. Tüm bunlar arasında “Aşk Risalesi” beşeri aşkla birlikte peygamber sevgisini ve ilahi aşkı da kapsaması itibariyle oylumlu, metafizik açılımları olan ve şairin diriliş fikriyatını da içeren bir büyük şiirdir. İlk şiirinden neredeyse çeyrek asır sonra kaleme aldığı bu şiir, muhayyile ve söyleyiş açısından Erdem Bayazıt’ın olgunluk dönemine denk gelir.


Bayazıt’ın şiirlerindeki bir başka belirgin ucu da asla terk etmediği sosyal temalar teşkil eder. Çeşitli ruh hallerini, yaşam coşkusunu, bireyselliğini anlattığı şiirlerinin yanı sıra sosyal duyarlılığı had safhada olan şiirleri, onun sanatıyla ne yapmayı arzuladığını, dikkatli okuyucusu olduğu Mehmet Akif, Necip Fazıl şiirinin onun tarafından nasıl benimsendiğini gösterir. Bayazıt, insanlığın dengesini bozan sosyal aksaklıkları, yaraları, savaşları, hatalı tüketim alışkanlıklarını, türlü toplumsal çarpıklıkları ve genel anlamda dünya haritasını fakat hususen Türk-İslam coğrafyasını şiirine konu edinir. İdeal bir toplum yapısına kavuşmak için devamlı vurgulanan diriliş düşüncesi etrafında yazılan şiirleri de bu kategoriye dâhil edilebilir.


Sosyal içeriğiyle geniş çevrelerin ilgisini uyandırmış “Sürüp Gelen Çağlardan”, bu çerçevede akla gelen, şairin yoğun mesajlarını ileten kapsamlı bir şiirdir. Eser, Erdem Bayazıt’ın dünya görüşünü aktaran ve yaşadığı çağla hesaplaşma arzusunu açıkça ortaya koyduğu bir isyan ve telkin şiiri olarak dikkatleri üzerine toplar. İlk mısraından son mısraına kadar şiir, tamamıyla şairin sahip olduğu kimliği vurgulayan, inanç dünyasının verdiği dinamizmin hayatı yeniden şekillendirme gücüne atıfta bulunan bir yapıya haizdir.


“Yeryüzü bana mescid kılındı” sözleriyle şiirine başlayan şair, daha ilk mısraında Hz. Muhammed’in “Yeryüzü benim için mescid ve temiz kılındı.” hadisine telmihte bulunur. Son mısrada ise “Sabır savaş zafer. Adım: MÜSLÜMAN” diyerek hayata bakış açısına dair hangi ölçüleri esas aldığını belirtir. Şiirde yer alan bazı özel isimlerin küçük harflerle yazılmasına mukabil “Müslüman” kelimesinin tamamının büyük harflerle yazılmış olması ise şairin kimliğine yaptığı vurguyu, sözcüsü olduğu anlayışı ısrarla belirtmek istemesi bakımından önemlidir.
Şiirde evvela, bir zamanlar bizim olmuş vatan coğrafyasında, geçmişten bugüne yaşanan ihanetler, kötülükler söz konusu edilir. Nihayetinde yaşanan tahribat ve bozgun,


“Kargaların sırtlanlarla anlaştığı bir günde
Bir yabancı fırtınaya tutulan yapraklarım
Kudüste Mescid-i Aksada
Belki bir batı karanlığında Topkapıda
Yangına uğramışsa
Duymaz olmuşsa kulaklarım göklerin muştu sesini.”13


mısralarıyla anlatılırken, şair de çektiği acıyı sıkça kullandığı ağaç imgesiyle verir. Şairin benliğinin, uğradığı hainliğin ve çektiği ıstırabın sembolü olan ağaç, şiirde “ bir hançer ağacı” olarak geçer. Bu ağaç, acının artmasıyla orantılı ve manidar biçimde “dağlardan bir dağ gibi” büyüyen kalpte yetişir. Semâya doğru gösterdiği istikameti ile hakkı, doğruluğu, tâbi olan değerleri yansıtan; dalları ve yaprakları ile bütünlüğü, “dağ gibi kabaran yürek”teki görkemiyle büyüklüğü temsil eden ağaç, şair kadar bir zamanların geniş sınırları olan eski vatanı da hatıra getirir. Nitekim Kudüs ve Topkapı bu geniş vatanın bir uçtan bir uca sembol mekânlarını teşkil eder. Biri İslamiyet’in ilk kıblesi diğeri de İslam topraklarının yönetim merkezi olan bu iki yer “Kargaların sırtlanlarla anlaştığı bir günde” ve “batı karanlığında” elden çıkmıştır. Bu ifadeler çekilen acının nedenlerini ve kalpte yetişen “hançer ağacı”nı anlamamızı sağlar. Şair, sırtından bir “yılan giysisi” attığını söyleyerek kendisine aidiyetinin bir parçası olmayan unsurları dışladığını ve geçirdiği bu değişim sonunda aleyhinde olan bitenlerin hesabını soracağını bildirir. Ardından şiirin mekân planları dâhilinde genişlediği müşahede edilir ve en genel anlamıyla yeryüzündeki adalet ve zulüm çatışması ele alınır. Topkapı’dan Kafkasya’ya, Türkistan’a doğru ilerleyen bu hesap sorma arzusu Asya’yı, Afrika’yı, Amerika’yı kuşatır. Bayazıt, dünyadaki sıkıntılara, karışıklıklara ve kötülükleri doğuran çeşitli beşerî sistemlere çare olacağına inandığı kendi değerler cetvelinin müjdeli bir ses olarak her yere erişeceği ümidindedir. Onun gür sedası Azerbaycan, Pakistan, Afganistan, İran gibi aşinası olduğumuz topraklara gittiği kadar Macaristan, Vietnam, Çekoslovakya, Senegal, Çin gibi - ve kimisini de yazmadığımız - sömürüye, baskı sistemlerine maruz kalmış nice diyarlara ulaşır. Şair, çağlardan beri hâkim güçlerce ezilmiş, sömürülmüş, köleleştirilmiş, mahrumiyet içinde bırakılmış bir dünyanın fotoğrafını mısralarıyla çeker. Baskı altında kalan tüm halkları inancı doğrultusunda kucaklar. “Sürüp gelen çağlardan” beri yaşanan evrensel acıyı, “hesap günü”nün mesuliyeti ve endişesiyle paylaşır. Dünyayı değiştirmek için sabırlı bir kararlılık arzusu şiirde sıkça tekrar edilir.


Rahatlıkla anlaşılacağı üzere şair, dünyamızda yaşanan esef verici hadiselerden kaygılanır, evrensel ölçekteki sorunları kendisine dert edinir ve asırlardır yanlış giden bir düzeni hazmedemez. Mamafih şiirde geçen “ant vermek”, “kelepçe kırmak”, “kıyama durmak”, “namludan çıkan sıcak kurşun”, içte kayalaşan savaş birikintisi”, “emeğin kutsal direğine hakkın mutlak ölçüsünü dikmek”, “isyanın macarcası”, “yanmanın polonyacası”, “direnmenin vieatnamcası”, “gerillanın arapçası”, “savaşçı yüreği” gibi ifadeler hissedilen mücadele isteğini, öfkeyi ve tepkinin şiddetini belli eder.
Şiirin sonunda, “müjdeci ses”in tesis edeceği bir hayatın, yeryüzünü yenileyeceğine dair duyduğu inancı şair şu mısralarıyla belirtir:
“Dallar meyvaya dursun toprak tohuma dursun
İnsan barışa dursun selama dursun zaman”10
Onca yangın ve fırtınadan sonra meyvaya duracak ağaç, umudu anlatırken; toprak ve tohum kelimeleri de yeniden yaşanacak bir canlılığı dolayısıyla diriliş fikrini zihinlerde pekiştirir.


“Sana, Bana, Vatanıma, Ülkemin İnsanlarına Dair” şiiriyle memleket insanının ve coğrafyasının sorunlarına panoramik bir bakış açısıyla eğilmiş olan Erdem Bayazıt, “Sürüp Gelen Çağlardan” şiiriyle bu panoramayı genişletir, cihanşümûl bir hale getirir ve poetikasının teşekkülünde sosyal meselelerin yer aldığını gösterir.


Yaşadığı dönemin problemleri Bayazıt’ın şiirinde hep yer tutar. Onun dost coğrafya bellediği topraklarla alakasını kanıtlayan “ Savaş Risalesine Zeyl - Afganistan 1400”, “Bosna’ya Yazıt”, Çeçenistan” şiirleri, işgal ve yıkım karşısında sergilediği duruşu ve oraların insanlarına verdiği desteği açıkça işaret eder. Yaşanan trajik manzaralara hayıflanırken, bunlara neden olanları şiirlerinde teşhir etmekten kaçınmaz. Yer yer isimlerini anmak suretiyle kişileri ve medeniyetleri eleştirir hatta onlar hakkında ağır ifadeler kullanır. Gelecek Zaman Risalesi’nde bulunan “Ekonomi Burcundan” bu tarzda kaleme aldığı bir şiirdir ve şairin aktüelle temasını kanıtlayan mısralara sahiptir:


“Bombalarız Bağdat’ı
Hama’yı
Humus’u
Zincire vururuz Kudüs’ü
Petrol krallarına açarız Londra’nın ardını ve önünü
Paris’i sokaklarda pazarlarız ayak üstü
Roman hazır bekler açmış apışlarını
Gün Las Vegas’ındır yakmış ışıklarını!”11


Böyle bir dünyayı değiştirecek olan insanların ise hayallerindeki o dirilişi sağlayacak kişiler olduğunu düşünür ve onları da “Birazdan Gün Doğacak”, “Güneşçağ Savaşçıları” şiirlerinde işler. Bayazıt, günümüzdeki hayatın rahmanî köklerle irtibatını yitirdiğinden dolayı insanî olmaktan da çıktığını ve maddeyle ör(t)üldüğünü kabul ettiği için yaşadığı zamanı, kendi arzuladığı biçime dönüştürme peşindedir. Olumsuz yaşam şekillerinin açtığı toplumsal yaraları kapatacak, hayatı inanç mihverine göre yeniden düzenleyecek idealist kimseleri anlattığı, açıkçası Karakoç’tan intikal eden mefkûre/poetikayı aksettiren bu şiirler sosyal diriliş teminin merkeze oturduğu eserlerdir. “Yalanın çelik kabuğu”nu çatlatacak, “şehrin yılgın uykusu”nu bölecek, “fosfor elleri” ile hâlihazırdaki hayata hakiki manasını kazandıracak mücadeleci insanlar, nitelikleri ve erdemleri ile şairin inanarak düşlediği dünyayı tesis edecek kahramanlardır. Nitekim “Birazdan Gün Doğacak” şiirinde yer alan “Nuri Pakdil’e” ithafı, Bayazıt’ın tasavvur ettiği dünyaya ne kadar somut ve inançla baktığının bir delilidir.


b. Şiir Dili ve Muhayyile
Şiir dili, basit görünen ancak anlamı yoğun olan bir ifadedir. Şiirlerde kullanılan dilin sadeliği ve anlaşılabilirliği bakımından Bayazıt’ın dili ilkinden sonuna, tüm yazdıklarında sadeliği hâkim vasfı olan bir dildir. Kitlelere ulaşan, mesajını rahatlıkla ileten, bulmaca çözer gibi yormayan akıcı, basit, süssüz ifadelere dayalı bir dil olduğu kolayca müşahede edilir. Bununla birlikte şiirselliği, aşkınlığı veren, tarihî ve edebî birikimi olanın şiirindeki anlamlar rezervin i keşfedeceği örtülü bir cephesi mevcuttur. Yaslandığı edebi geleneği aktaran, metafiziği hissettiren, okuyucuyu kendi bölgesine çekmekte başarılı yani şiirin sezgi kısmı üzerine düşünüldüğü belli olan ustaca söyleyişler de şiir dili kapsamında dile getirildiği için ifadenin yoğunluğu ortadadır. Gerek kullandığı dilin berraklığı, okuyucunun denmek isteneni algılayabilmesi yönünden gerekse söyleyiş güzelliği, şiirselliği ve anlam katmanlarını içermesi yönünden olsun Bayazıt’ın şiir dili, ortalama bir okuyucuya kapılarını hemen aralar. Bu dil, edebi sanatlar ve biçimsel denemeler de içeren teknik yönü ihmal edilmemiş bir dildir. Onun şiir dilini bir makale kapsamında temas edilebilecek bütün tarafları ile ele almak, sanatının arka planını, teknik ve işçilik kısmını anlamayı sağlar.
Kronolojik gidildiğinde, şairin ilk kitabı olan Sebeb Ey’in yalın ancak hiddetli bir dille yazıldığı, gençlik döneminin heyecan ve tepkilerini aksettirdiği görülür. Toplam otuz iki şiirden meydana gelen bu kitap, Bayazıt’ın muhayyile, söyleyiş ve uyandırdığı ilgi bakımından en dikkate değer eseridir. Şairin henüz ilk eseri olmasına rağmen söyleyişteki teksif kudreti, kelime oyunları ve şekle gösterdiği dikkatle yaptığı vurgular ilgi çeker:
“Suların karardığı bir çağda birtakım günah yüklü gemiler harekete hazırdı - iyice
biliyorum


gölgeler vardı - kalın tasmaları vardı gölgelerin - ürkek sesler suları yarıyordu -bakıyorsunuz kuşlar bayağı gülüyordu - karanlık gölgeleri ürkütüyordu - onlar bağlı olmayı hoş görüyorlardı - korkarken ölümü düşünüyorlardı muhakkak.


Kafaları kalındı belliydi

Gözleri kalındı belliydi Kulakları kalındı belliydi
Aslında kafalarının kalın olması - gözlerinin kalın olması önemliydi onlar için -incelik dedin mi kötülük geliyordu akıllarına.”12


“Gölgelere Dair” başlığını taşıyan bu şiir, bize Eflatun’un “Devlet” eserindeki meşhur mağara meselini hatırlatır. Bir mağarada zincirlenmiş insanların gerçekler değil gölgeler üzerinden değerlendirdikleri hayatın yapaylığını anlatan bu kısa ders verici öyküyü ihsâs eder biçimde, şiirde de hakikate kapalı olmayı anlatan uygun bir psikolojik atmosfer meydana getirilir. Kafa, göz ve kulak gibi hayatı kavramaya, anlamaya yarayan en önemli uzuvların kalın olması, idrakten mahrumiyetin ustaca ifade edilişidir. Tıpkı meseldeki gibi zincirle bağlanmış yani gerçekleri göremeyen ya da görmeleri engellenmiş olanların kendilerinin de bizatihi gölge olması manidardır. İncelik denince akıllarına kötülük gelen kalın tasmalı gölgelerin ışığa kavuşmaya uzak olmaları, anlayışlarının kıt olması şiirin devamında dile getirilir. Şair bu gibi kimselerle uzlaşamadığını anlatır. Bu ifadeler ayrıca Kur’an’da geçen kalpleri, kulakları mühürlenmiş ve gözlerine perde inmiş insanların tarifini de tedai ettirir.13 Yine bu bağlamda ince, kalın kelimeleriyle yapılan tezat; ayrıca kararmak, günah, gölge, kalın, tasma, ürkmek, karanlık, bağlı olmak, korkmak, ölüm, kötülük ifadeleriyle tesis edilen menfi hava, gelişigüzel değil; üzerinde düşünülmüş, insicamlı ve mecazlı söyleyişleriyle çağrışımları olan bir yapı kurulduğunu akla getirir. Şiirdeki çatışmayı ve temel iletiyi veren bu kompozisyon başarılıdır.


Tüm bunların yanı sıra şiirin ilk olarak yayınlandığı 1973 basımlı “Sebeb Ey”le şairin şiirlerinin toplu basıldığı “Şiirler” kitabı arasında göze çarpan değişiklikler, şiirin işçilik yönüne kafa yorulduğunu gösterir. İlk kitapta varolan ve şairin gölgelerle uzlaşma ihtimalini anlatan, “Hâlbuki umudum vardı anlaşırız diyordum” mısraı, 2003’de basılan “Şiirler” kitabında yer almaz. Yine ilk basımda “sonra yapılardan yollardan bıkmıştım - ıssız sokaklar beni ürkütüyordu” şeklinde geçen mısraın, “sonra yapılardan yollardan bıkmıştım - kirli sokaklar beni ürkütüyordu” haline dönüştüğü gözlemlenir. Bunlar küçük ama kontekst içinde anlamı değiştiren düzenlemelerdir. Bayazıt’ın bu nevi tasarrufları “Kuş Sayfaları”, “Diriliş Saatı”, “Boşluk-lu Yaşamak”, “Sabah Koşusu”, “Bulmak”, “Ölüme Saygı”, “Karanlık Duvarlar”, “Birazdan Gün Doğacak”, “ Sebeb Ey”, “ Güneşçağ Savaşçıları, “Şehrin Ölümü”, “Sana, Bana, Vatanıma, Ülkemin İnsanlarına Dair”, “Sürüp Gelen Çağlardan”, “Tabiat Risalesi”, “Savaş Risalesi’ne Zeyl -Afganistan 1400”, ve Nida Beyitleri’nden “O”, “Yalnızlık” şiirlerinde yaptığı görülür. Kimilerinde başlığın değişmesi, kimilerinde ufak eklemeler, kimilerinde de imlâ ve biçim yönünden tasarrufta bulunmak şeklinde tezahür eden bu işçilikler, ekseriyetle ilk kitabında yer alan şiirler üzerinde yapılır. Bu da şairin özellikle ilk dönem şiirlerini değerlendirirken daha eleştirel bir yaklaşım içinde olduğuna delâlet eder. Güncellenen estetik okuma onda restore fikri doğurur.


İlk şiir kitabından tam 14 sene sonra, 1987’de basılan “Risaleler” aşk, tabiat, savaş ve ölüm konuları üzerine yazılmış dört uzun şiirden oluşur. Kitapta ilkine nazaran daha yumuşak bir üslup göze çarpar. “Sebeb Ey”deki coşku, Aşk ve Tabiat Risaleleri ile yerini asude bir iklime bırakır. Muhayyiledeki canlılık sürmekle birlikte artık şiirlerde imgenin geriye çekildiği fark edilir. Özellikle Savaş ve Ölüm Risaleleri’nde tahkiye üslubunu andırır şekilde düz bir anlatıma yöneldiği müşahede edilir. İlk şiirlerinden çok daha belirgin biçimde, düşünmeye ve dinî hissedişe sevk eden bir tarzı benimsediği, bir çeşit tefekkür şiiri ortaya koyduğu anlaşılmaktadır.


Şairin “Ölüm Risalesi” ile noktaladığı ikinci şiir kitabını son kitabı olan “Gelecek Zaman Risalesi” ile devam ettirmesi sanatındaki inceliği ve umudu yansıtır. 1998’de basılan “Gelecek Zaman Risalesi” esasında, on şiirden oluşmuş tek bir şiirdir. Bayazıt, ilk iki kitabının temel temalarını on başlıkta toplayarak bunları sanatında takip ettiği yol ve söylemek istedikleri itibariyle blok şeklinde, tek parça halinde değerlendirir. Nitekim kitabın tek bir şiirden müteşekkil olduğu, büyük başlığın aşağısında yer alan “Sonun Başlangıcından Kesitler” alt başlığından da anlaşılır. Her konu bir “burç”tan yorumlanır. Dolayısıyla on burçtan oluşan bir kale şiir ortaya çıkar.


Eserin diğerlerinden farkı, her bir şiirin başlığının altına temposunu, dış şekil özelliklerini veya şiirdeki duyguyu belirten açıklamalar konmasıdır. Örneğin “Ekonomi Burcundan” başlığının altında “Hızlı+Coşkulu+Yüksek”, “Hicret Burcundan” başlığının altında ise “Hafif+Hüzünlü+Yanık” ifadeleri yer alır. Şiirlerin okunuş biçimlerine dair de fikir veren bu ibarelerin şairin tercihi olduğu anlaşılmakla birlikte lüzumu tartışmalıdır ve okuyucuyu sınırlayan bir yönü olduğu söylenebilir. Mamafih Erdem Bayazıt’ın bu son kitabıyla muhayyile yönünden eski canlılığını arattığı ve düşünce ve söyleyiş özgünlüğünü bulmaktan ziyade biçime dair uğraşılara yöneldiği tespit edilir. Nitekim kendisiyle yaptığımız mülâkatta da 1992’ye dek şiirlerini ilhamla yazdığını, 92 sonrasını da kurguyla kaleme aldığını söyledi. Bu çaba ve yöneliş şairin söyleyiş güzelliğine, muhayyilesine olumlu yönde tesir etmez. Bilhassa son şiirlerinde eski ifade gücünü kaybettiği, “Düş Burcundan” gibi şiirlerinde söyleyişin yer yer düştüğü görülür.


Muhayyile bağlamında Erdem Bayazıt’ın şiir dilini canlı kılmaya çalışırken müracaat ettiği imgeler üç kısımda ele alınabilir. İlki huzur ve güzellik hissini telkin eden ve tabiat etrafında kümelenenlerdir. İkincisi şehir ve etrafında kümelenmiş çağın sıkıntılarını anlatan imgelerdir. Sonuncusu ise serbest çağrışımlı müstakil imgelerdir. İlk grupta yer alanlara ağaç, ay, dağ, gökyüzü, ışık, kar, kuş mağara, orman, su, yağmur gibi doğrudan tabiattan alınmış imgeler örnek verilebilir. Bunlardan ağaç ve dağ en fazla kullandıklarıdır. İkinci grubun en temel imgesi ise şehirdir. Şehrin kendisi Bayazıt’ın şiirinde bizatihi modern hayatın çetrefilliğini anlatan olumsuz bir imgedir. Buna araba, bulvar, duvar, makine, pencere, sokak imgeleri eklenir. Son grup ise şiirlerde yerine göre anlam değiştirebilen çağ, el, giysi, kadın, kan, mezar, ses gibi çağrışım açısından elverişli imgelerle, muhtelif renk ve mekân isimlerinden meydana gelir. Hemen bu noktada Bayazıt’ın görselliğe önem veren bir şair olduğu belirtilmelidir. Şiirlerinde fazlasıyla yararlandığı renkler ve mekânlar, onun meramını anlatmada ve okuyucunun içine girmesini istediği psikolojiyi oluşturmada ustaca kullandığı unsurlardır. Düşüncelerini, duygularını aktarırken umudu vurguladığı mavi, dikkat uyandırmada kullandığı kırmızı, yerine göre ölümü, cehaleti ve kötülüğü yerine göre de müspet manaları havi olan siyah, yenilenmeyi sembolize eden yeşil, masumiyetin rengi olan beyaz ve sarıdan kızıla çeşitli tonlar şairin vazgeçmediği ışıklı unsurlardır. Tabii kalmayı başarmış Afrika, inancın beldesi olan Mekke, ıssızlığı anlatan Büyük Sahra, kapitalizmi simgeleyen Amerika, direniş fikrini veren Vietnam, Hint, bereketi akla getiren Çukurova, mücadele, bağımsızlık fikirlerini veren Afganistan ve aşinası olduğumuz ‘Kenan illeri’nden Amazon, Tuna hatta Missori’ye dek pek çok mekân bu şiirde muhayyileyi zenginleştiren unsurlar olarak yer alır. Şiirlerde zaman zaman zıt kutuplar halinde sunulan mekânlar dinamizmi sağlar ve düşünceyi tahrik eder.


Dilin imkânlarının zorlandığı İkinci Yeni’nin, Erdem Bayazıt’ın ve dâhil olduğu edebî grubun yazı dilini etkilediği bir gerçektir. Buna, şiirlerinde noktalama ve imlayı özellikle kullanmamış olan Attila İlhan’ı da eklemek gerekir. Bayazıt ayrıca çağdaşı olduğu kişi ve akımlar kadar beslendiği inanç ve kültür dünyasının birikimini de söyleyiş gücünü arttırmakta kullanır. Özellikle Kur’an ayetleri, hadis-i şerifler, İslam tarihi Bayazıt’ın şiirlerinde suda eriyen mineraller gibi zengin bir biçimde bulunur. “Savaş Risalesi’ne Zeyl -Afganistan 1400” şiirinde Saf Suresi 13. ayet zikredilir. “Karanlık Duvarlar” şiirinde, İbrahim Suresi’nin 24, 25 ve 26. ayetlerini ihs as ettiren söyleyişler ilgi çekerken; “Ölüm Risalesi”nin ilk mısraı olan “Damla damla oluşuyor hayat” ifadesi, Kur’an’da Fatır (11. ayet), Yasin (77. ayet), Mümin (67. ayet), Nahl (4. ayet), Abese (19. ayet), İnsan (2. ayet), Kıyame(t) (37. ayet) surelerinde -belirtilen ayetlerde- geçen insan varlığının sebebi ve hayata kavuşma şekli üzerine düşündürür. Bunlardan sadece Abese Suresi’ndeki “Bir damla sudan, onu yarattı da biçime koydu.” mealine gelen 19. ayeti zikretmemiz, şiir dilindeki hüneri anlamak açısından kâfidir. Aynı şiirde geçen “Ansızın gelir ölüm/Apansız biter sınav” mısraları, dünya hayatının imtihan olduğundan bahseden Al-i İmran Suresi 186. ayeti ve Enbiya Suresi 35. ayeti hatırlatır. Yine aynı şiirde ölümün anlamına ve mahiyetine yönelik olarak Mülk Suresi 2. ayete telmihte bulunan mısralar tespit edilirken, “Onlar başlarına bir musibet geldiği zaman, ‘Biz Allah’a aidiz ve sonunda O’na döneceğiz’ derler” mealindeki Bakara Suresi 156. ayet de şiirin sonunda doğrudan zikredilir. Bayazıt’ta ölüm, tasavvufi terminolojideki “vuslat” fikriyle ifade edilir. “Kevser suyu”, “makam-ı İbrahim”, “çok uluslu ebucehiller”, “hicret”, “refik-i ala” gibi dikkatleri celbeden dinî tabirlerden, hadis-i şeriflerden, İslamî kaynaklardan, isimlerden, menkıbelerden yararlandığı sıkça görülür ve daha evvel yukarıda da sunulanlar buna dair müşahhas örneklerdir.
Erdem Bayazıt kendi şiir dilini inşa ederken divan şiirinden de çağdaş şiirden de faydalanır. “Tabiat Risalesi”nde geçen,


“Bir gün bir ovaya inmiştik
Kadınlar erkekler ve çocuklar
Hazirandan temmuzdan ve ağustostan biçilmiş
Kalın katmerli elbiseler giymişlerdi
Güneşle sarınmış sarmalanmışlardı”14


mısraları, Şeyh Galib’in “Hüsn-ü Aşk”ında, Ben-i Mahabbet obasını tavsif ederken söylediği, “Giydikleri âfitâb-ı temmûz İçtikleri şu’le-i cihânsûz”15
beytini tedai ettirirken; “Şiir Burcundan” şiirindeki,
“Bahçelerde muttasıl kanayacak güller”16 mısraı, Ahmet Haşim’in “Merdiven” şiirindeki,


“Kanar muttasıl kanar güller”17


mısraının bir nevi tekrarıdır. “Sevgililer Burcundan” şiirinde ise “Gülerken nar çiçeği Ağlarken salkım söğüt”18
şeklindeki söyleyişin Bedri Rahmi Eyüboğlu’nun “Karadut” şiirindeki,


“Nar tanem, nur tanem, bir tanem

Ağaç isem dalımsın salkım saçak
Gülen ayvam ağlayan narımsın”19


mısralarını andırması Bayazıt’ın kendinden önceki şiirlerden faydalandığını gösteren bariz örneklerdir. Buna dair pek çok başka örnek tespit etmek de mümkündür. “Soluyan Deniz” şiirindeki,


“Bir ışık kesiyor karanlığı bir ustura ağzında”20 mısraının Attila İlhan’ın,
“İnsan bir akşamüstü ansızın yorulur Tutsak ustura ağzında yaşamaktan”21 söyleşini, “Derviş Burcundan” şiirindeki,
“Sorarım
Sorgulamam!
Anlarım
Anlatamam.”22
mısralannm da Mehmet Akif in “Safahat” önsözü için yazdığı,
“Ağlarım ağlatamam; hissederim söyleyemem;
Dili yok kalbimin, ondan ne kadar bizârım!”23 mısralarını çağrıştırdığı hemen hissedilir.


Erdem Bayazıt özellikle İkinci Yeni şiirinden etkilenmiş bir şairdir. Bu şiir hareketi içinde ise Sezai Karakoç ayrıcalıklı bir yere sahiptir. Erdem Bayazıt, İkinci Yeni şiiri nden genel anlamıyla biçim ve söyleyiş yönlerinden etkilense de Karakoç’tan fikri açıdan da etkilendiği ve bu iki şairin sanatının bir ruh akrabalığı içerdiği, ortak misyonları olduğu aşikârdır. Karakoç idealleri, kültür ufku, sanatkâr cephesi, güçlü şiir dili ve muhayyilesi bakımından Bayazıt’ı besler. Erdem Bayazıt’ın şiirlerinde Sezai Karakoç tesiri başlı başına bir makale konusu olduğu için yalnızca belirli örnekleri sunmakla yetinmek gerekir.


Bayazıt’ta Karakoç tesirinin belli olduğu pek çok şiir mevcuttur. Bunların kimisi söyleyiş itibariyle kendini ele verir. 1994 tarihli “Bosna’ya Yazıt”ta,


“Bu sözleri simsiyah bir geceye
Katranla yazarak
Köpeklerin çene kemiklerine
Mıstırovın’ın ön dişlerine
Papazgali’nin azı dişlerine”24
mısralarıyla batı medeniyetine duyulan tepki, Karakoç’un 1953 tarihli “Şahdamar” şiirinde göstermiş olduğu benzer tepkiyi andırır ve Karakoç’un şu söyleyişini akla getirir:


“Varsın yarın takılsın benim çene kemiğim
Bir köpeğin ön dişlerine”25
“Kar Altında Hüzün Denemesi”nde geçen şu mısralar,
“Karanlık denizlerin dibinde
Birtakım incilerin olduğunu
Birtakım incilere ve hatıralara
Neden bağlı olduğumuzu unutma”26


Karakoç’un 1955 tarihli “İnci Dakikaları” şiirindeki,
“İncilerin ilk ve gerçek yeni yorumunu bulur gibi oluyorum.
Bu inciler denizlerin en karanlık noktalarında bile yoktur Benim ak ve kara kayalar içinde bulduğum inciler Bu inciler sen olmasan bende bile yoktur Oldukları yerde bile”27
mısralarıyla bariz benzerlikler içerir. İmge ve söyleyiş itibariyle çok fazla benzerlik, yakın ifade biçimleri mevcuttur. Bayazıt’ın Karakoç’tan esinlenerek kaleme aldıklarını şiirine ustalıkla yedirdiği müşahede edilir. “Taha’nın Kitabı”nda bulunan “Doktorun Karşısında” kısmında geçen,

“Çınar ve mermer kuru şadırvan ve güvercin”28
mısraının “Tabiat Risalesi’”nde,
“O çınar o cami çınarlı cami suyun tadına vardığımız
şadırvan”29


şeklinde geçmesi buna örnektir.
Şiir dilini ve muhayyilesini diri kılmak, ilgi uyandırmak için Bayazıt’ın müracaat ettiği bu yöntem dikkatli okuyucuların gözünden kaçmaz. Bazen şiir başlıklarında, bazen biçimsel olarak, bazen de dil ve imgelem yönüyle tespit edilebilen bu yakınlıkların ya da -fazlasıyla- müşterek noktaların tamamını incelemek, makalenin sınırlarını aşacağından söylenilenler kifayet eder.

Netice
Erdem Bayazıt, İkinci Yeni ile 80 kuşağı arasında kalan bir ara dönem şairidir. Mehmet Âkif, Necip Fazıl, Sezai Karakoç şiir ekolünden gelir. Erdem Bayazıt şiiri, millî -manevi hassasiyetleri olan, sosyal cephesi geniş bir misyon şiirinin halkalarındandır. Bu şiirin beslendiği kaynaklar başta vahiy, hadis, İslam tarihi, İslamî düsturlar gibi dinî esaslı kaynaklar olmakla birlikte divan ve halk şiiri, folklor ve çağdaş şiirimizin seçkin numuneleridir. En başta ailesinin, tahsil hayatında karşılaştığı ve sonradan sanat hayatımızda da yer alan sanatkâr arkadaşlarının tesis ettiği ruhî atmosferde sanatının hamuru şekillenmiş olan Bayazıt, dini duyarlılığı yüksek, vicdanî mesuliyet fikri içeren şiirler kaleme almıştır. Bu noktada kendi değerleriyle bağdaştıramadığı modern yaşam biçimine tepki duyar. İlk kitabı olan “Sebeb Ey” gür sesli tepki şiirlerini ihtiva eden ve ağırlıklı olarak şehir tabiat tezadı etrafında halelenen bir yapıya sahiptir. Şehir, onun tasvip etmediği yaşantının bir sembolü olarak tüm şiirlerinde geçer. Geleneksel hayat ve inandığı değerler ise tabiat metaforu ve çevresinde kendisini gösterir. İkinci kitabı “Risaleler” daha munis ve sükûnet içeren bir dille yazılmış, şairin savunduğu ideallerin tahkiye üslubuyla fakat özlü biçimde dile getirilişi dikkat çekmiştir. Şiire ara verdiği siyaset yıllarının ardından gelen son kitabında ise imgelerin ve söyleyişin eski canlılığını arattığı ancak şairin eski temalarına devam ettiği, Karakoç’tan intikal eden “diriliş” mefkure/poetikasının sürdürüldüğü gözlemlenir.
Erdem Bayazıt’ın şiirleri maziden aktüele temas eden geniş bir banttan kitlelere ulaşır. Bu şiir çağını yorumlayan, modernizmin dayatmalarına protest tavır sergileyen, bu bağlamda direniş edebiyatı yapmayan fakat edebiyatla direnmenin en güzel örneklerini sunan bir şiirdir.

KAYNAKÇA


BAYAZIT Erdem, Sebeb Ey, Edebiyat Dergisi Yay., Ankara 1973. BAYAZIT Erdem, Risaleler, Akabe Yay., İstanbul 1987.
BAYAZIT Erdem, Gelecek Zaman Risalesi, İz Yay. İstanbul 1998. BAYAZIT Erdem, Şiirler, İz Yay. İstanbul 2003.
ERSOY Mehmet Âkif, Safahat, İnkılâp Kitabevi, İstanbul 2003.
EYÜBOĞLU Bedri Rahmi, Karadut 69, İş Bankası Yay. İstanbul 2003.
HAŞİM Ahmed, Piyale, Çağrı Yay., İstanbul 2004.
HECE, “Birazdan Gün Doğacak: Erdem Bayazıt İçin Hece Taşları”, Hece Yay., sayı 142, s. 64 - 161, Ankara 2008.
İLHAN Attila, Ben Sana Mecburum, İş Bankası Yay., İstanbul 2010.
KARAKOÇ Sezai, Gün Doğmadan, Diriliş Yay., İstanbul 2010.
KISAKÜREK Necip Fazıl, Çile, Büyük Doğu Yay., İstanbul 1981.
ŞEYH Galib, Hüsn ü Aşk, (Haz: Muhammet Nur Doğan) Yelkenli Yay., İstanbul, 2011.
TURNA Murat, Erdem Bayazıt ile Yapılan Mülâkat, İstanbul-Kozyatağı 11-09-2004.
TURNA Murat, Erdem Bayazıt ve Şiiri, İz Yay. İstanbul 2010.
YEDİ İKLİM, “Erdem Bayazıt Özel Sayısı” Yedi İklim Yay., sayı 215-216, İstanbul 2008. YILDIRIM Suat, Kur’an-ı Hâkim’in Açıklamalı Meali, Işık Yay., İstanbul 2005.
Turkish Studies
International Periodical For the Languages, Literatüre and History of Turkish or Turkic
Volume 7/4, Fall, 2012

1Sanatçı 1950-1959 yıllarında 5, 1960’tan 1970’e dek 22, 1970-1979 yıllarında 8, 1980-1989 yıllarında 2 ve 1990’dan vefatı olan 2008 tarihine kadar da 15 şiir yayımlamıştır. 1960-1970 arası çıkan şiirleri hem şiir yekûnu içinde tuttuğu oran bakımından hem de tanınmasına daha fazla katkı sağlaması ile diğerlerinden ayrılır.
2Erdem Bayazıt’la 11 Eylül 2004 tarihinde yaptığımız mülakatta, bize hayatı ve yakın çevresi hakkında verdiği bilgiler, bu çerçevede faydalanacağımız en önemli ve ilk kaynağımızdır.
3.Murat Turna, Erdem Bayazıt ve Şiiri, İstanbul 2010, s. 173.
4Erdem Bayazıt, Şiirler, İstanbul 2003, s. 70.
5Age, s. 22.
6Age, s. 13.
7 Age, s. 16.
8Age, s. 18.
9 Age, s. 51 - 52 - 60 - 93.
10 Age, s. 36.
11Age, s. 161.
12Erdem Bayazıt, Sebeb Ey, Ankara 1973, s. 56.
13Suat Yıldırım, Kur’an-ı Hâkim’in Açıklamalı Meali, İstanbul 2005, s. 4. (İlgili ayet, Bakara Suresi 7. ayet olup meali şöyledir: “Allah onların kalplerini ve kulaklarını mühürlemiştir. Gözlerine de bir perde indirmiştir.”)
14 Erdem Bayazıt, Şiirler, İstanbul 2003, s. 97.
15Şeyh Galib, Hüsn ü Aşk, İstanbul 2011, s. 70.
16Erdem Bayazıt, age, s. 165.
17Ahmet Haşim, Piyale, İstanbul 2004, s. 27.
18Erdem Bayazıt, age, s. 192.
19Bedri Rahmi Eyüboğlu, Karadut, Ankara 1969, s. 90.
20  Erdem Bayazıt, age, s. 63.
21Attila İlhan, Ben Sana Mecburum, İstanbul, 2012, s. 91.
22 Erdem Bayazıt, age, s. 168.
23  Mehmet Akif Ersoy, Safahat, İstanbul 2003, s. 5.
24  Erdem Bayazıt, age, s. 39.
25Sezai Karakoç, Gün Doğmadan, İstanbul 2010, s. 42.
26 Erdem Bayazıt, age, s. 59.
27 Sezai Karakoç, age, s. 63.
28Age, s. 316.
29   Erdem Bayazıt, age, s. 95.


http://www.turkishstudies.net/makaleler/1419502447_turnamurat%20_s-2993-3011.pdf

 

İLGİLİ İÇERİK

ŞİİRLER

ERDEM BEYAZIT ŞİİRLERİ

 


ERDEM BEYAZIT İLE SÖYLEŞİ

8 Kasım 2010, 12:13

09.2.2008, Cumartesi,

Kozyatağı/İstanbul.

 

Efendim, öncelikle 50. sanat yılınızı kutlu olsun...

Teşekkür ederim.

İlk gençlik yıllarınızdan bugünlere doğru gelmek istiyorum. Ama bu 50. sanat yılını kısaca değerlendirmeniz mümkün mü? Sanatta elli yılı, yani yarım asrı geride bıraktınız. Bu nasıl bir duygu?

Sanatta elli yıl. Bu, mühim bir şeydir tabi ki. Bunu geçen sene Rasim (Özdenören) vesilesiyle de biraz düşünmüştüm. Ama burada yalnız sanat yok, biz koşturduk yıllar boyunca... Ayrıca biz, yalnızca yazan, yalnızca okuyan, yalnızca konuşan, yalnızca dolaşan bir insan da değiliz.

Elbette efendim, fildişi kulesinde değil, sahadasınız...

Muhakkak, sahadayız. Hem de nasıl bir sahadayız? 70’li yıllarda geceler boyu sabaha kadar gençlere konuştuğumu bilirim. Konuştuğumuz şey şu: “Kardeşim biz okumaya, biz meselelerimizi konuşmaya, biz yazı yazmaya mecburuz, mahkûmuz. Bunu yapmadan da bir adım ileri gidemeyiz. Binaenaleyh, ilk görevimiz de budur.” Şimdi diyeceksiniz ki “Yahu her gün okuldan dağılan çocukların üzerine bomba atılıyor. Her gün, üç kişi, beş kişi, on kişi ölüyor. Siz de okuyun diyorsunuz...” Ama bu ortamda ne yapalım? Bir taraftan partiler kurulmuş ve çok sıkıştırılıyoruz. Çünkü hepsi gençliği istismar etmek istiyor. Biz de onları bloke ediyoruz. Kuzuyu kurda yem etmemek için. Sabahlara kadar konuşuyorum. Tabi ki konuşmalarımızı birkaç hadis üzerine bina ediyoruz. Biri şudur: “Kıyamet koparken bile elinizdeki yeşil fidanı dikeceksiniz.” Bir gün bakıyorsunuz ki pencereden, dışarıda kıyamet kopuyor. Bombalar atılıyor, bilmem ne oluyor, şu oluyor, bu oluyor, kıyamet kopuyor. Kafanızı kaldırıp bakacaksınız sonra tekrar indireceksiniz ve diyeceksiniz ki “Dışarıda kıyamet var ama benim yapmam gereken iş, elimdeki fidanı dikmektir”. İşte o konuşmalarda benim yaptığım da buydu. Böyle konuşmalar yapardım. Çünkü içi boş bir milliyetçilik her zaman zarar verir. İşte mesela Hırant Dink’i öldürdüler. Hırant Dink, doğduğu toprağı seven bir adam. Ve en çok koruyacağımız insan. Ayrıca, vatanını yani doğduğu toprağı sevmekten daha mübarek ne olabilir? Ne olabilir? Ama öldürdüler. Çok da güzel bir şiir yazdı Cahit Koytak onun için.

Bu 50 yıllık sanat hayatınızda, XX. yüzyıl Türk edebiyatının özellikle ikinci yarısına yön veren köklü dergilerdeki tanıklığınız dikkat çekici...

Evet, küçük de olsa bir hizmetimiz olduysa ne mutlu. Ama her şeye rağmen, o gün bugündür biliyorsunuz, maalesef bizi ‘yok gibi’ farz edenler de vardır. Nazım’ın oğlu Memet Fuat’ın neşrettiği bir antoloji çıktı. Bu antolojide Sezai Karakoç da var. Bu antoloji ile ilgili bir yazı çıkmıştı Cumhuriyet gazetesinde o dönemlerde. O yazıda şöyle diyordu (yazar adı hatırımda değil) Mehmet Fuat için, “Ben senin solcu olmadığını zaten biliyordum. Senin, baban Nazım Hikmet dışında solculukla hiçbir alakan yok. Sen Sezai Karakoç’a nasıl yer verirsin”. Böyle bir şey olabilir mi? İşte böyle bir ortam vardı. Bizi ‘yok gibi’ farz ediyorlardı. Yine hiç unutmam, onu da anlatmak isterim: Mavera dergisi yavaş yavaş okunmaya başlamıştı. Bu sefer de “Bunlar Aramko’dan besleniyorlar” demeye başladılar. Ben Aramko’nun ne olduğunu hiç bilmiyorum. Ama sonra öğrendik ki meğer bir Arap şirketiymiş. Yani bize deve irisi, koca koca adamlar, “Siz Arap doları yiyorsunuz” diye iftira atıyorlar. Halbuki biz o günlerde, her gün Mavera’da karnımızı nasıl doyuruyoruz, anlatayım: Mavera’da toplanıyoruz, yemek yemek mecburiyetindeyiz. Rahmetli Cahit gitti, bir çuval mercimek aldı, bir çuval da nohut, soğan aldı. Biz her gün, mercimek çorbası ya da lapası neyse, onun başına otururuz, kim gelirse artık, yani sağdan soldan memur şu bu. Çünkü herkes parasız o dönemde. Biz karnımızı böyle doyuruyoruz, çorba yapıyoruz her gün Mavera’nın mutfağında. Arap dolarları, Aramko’lar nerde? Hatta şimdi Anadolu’ya gittiğimde, bir minare ustası yaklaşır yanıma, der ki Mavera’da o mütevazı sofrada yediği yemeği hatırlatır ve “Ben onu unutamıyorum, o bir cennet taamıydı” der. Benim en büyük mutluğum odur.

Biraz lise yıllarınızdan bahsetseniz...

Belki hayatımda ilk defa liseyi değişik bir şekilde yorumlamak, lisedeki bu birikimi anlatmak istiyorum. 1955 yılında lise öğrencileri bir araya gelmişler ve ilk defa Anadolu’da bir edebiyat harekâtı, bir okuma harekâtı başlamış. Bu da tabi Nuri Pakdil gibi gerçekten çok ışıltılı, çok vurgulu bir sanatkârın, bir yazarın önderliğinde olmuş. Biz lise birinci sınıfa başladığımızda Nuri Pakdil lise dördüncü sınıfta okuyordu... O zaman iki türlü lise vardı. Bir dört sınıflı liseler, bir üç sınıflı liseler. Maraş gibi bir yerde, Nuri Pakdil’in getirdiği yenilik nedir? O günlerde, Maraş otuz kırk bin nüfuslu bir kasaba sayılabilir. Nuri Pakdil lise edebiyat kolunun Hamle dergisini çıkarıyor. Ayrıca yine Maraş’taki yerel gazetelerin birinde, Hizmet adlı mahalli gazetede, henüz lise öğrencisi olan Nuri Pakdil sanat sayfası düzenliyor. Tabii sadece Nuri Pakdil değil, orada önemli isimler de var. Mesela bizim Mustafa Atatanır diye bir edebiyat hocamız var, kendisi Ahmet Hamdi Tanpınar’ın talebesidir. Atatanır Hocanın, Ahmet Hamdi Tanpınar’ın Hikâyeciliği üzerine bizim çıkardığımız Hamle dergilerinde de birkaç sayı süren ciddi değerlendirme yazıları vardır. Atatanır Hoca, Büyük Doğu çıkarken Necip Fazıl’la da beraber çalışmış. Biz de Nuri Pakdil’in izinden gidiyoruz. Nuri Pakdil, çok pırıltılı, çok coşkulu, çok müthiş bir insan. Nuri Pakdil, bizim ağabeyimiz, biz her şeyi ondan görmüşüz. Mesela, onun o dönemde oynadığı üç tane piyes var: Bir, Cevat Fehmi Başkurt’un Paydos’u. İki, Moliere’in Kibarlık Budalası. Üç, yine Moliere’in Hastalık Hastası... İyi bir tiyatro izleyicisiydim ben ve o üç oyunu ilk kez Nuri Pakdil'den seyrettim. İstanbul’a geldiğim zaman bütün o Kenterleri, Genco Erkalları, hiç kaçırmadan seyrederdim. Hiç birinden aşağı değildi Nuri Pakdil, fevkaladeydi. Hatta Paydos’ta Muallim Murtaza’yı oynarken ağladığımı hatırlıyorum.

Sizin için önemli bir ufuk Nuri Pakdil...

Tabii bizim için lise ikinci sınıfta böyle bir ufkun açılması çok mühim, bu bir. İkincisi, o dönemde Nuri Pakdil'in çıkardığı Hamle dergisi ve mahalli gazetelerdeki sanat sayfaları çok büyük yankı yaptı. Diyebilirim ki her sayısı Türkiye çapında yankı yapardı, Nurullah Ataç, Salah Birsel bunlardan bahsederdi. Kitaplarda var bunlar, atıflar yapmışlardır. Bizim için Nuri Pakdil bu, anlatabiliyor muyum? Hatta Hukuk Fakültesinde okurken yazları Maraş’a geliyor, bizimle irtibat kuruyor, yani Nuri Pakdil bize ağabeylik yapıyor. Edebiyat’ın tutmasında, Edebiyat dergisinin ekol olmasında da bu çok önemlidir. Bu da Nuri Pakdil’in eseridir, öncü Nuri Pakdil’dir. Her bakımdan gerek yazıdaki stili bakımından, gerek oyunculuğu bakımından önümüzde bir öncü, bir liderdir. Biz tamamıyla ona öykünüyoruz, ona öykünerek yazı yazıyoruz... Ve tabii ki çok büyük emeği var üzerimizde. Ama çok enteresan bir insandır, birlikte yaşamak gerçekten çok zordur. Onunla, en uzun birlikte yaşayan da ben oldum. Bahçelievler’de, Bülbülderesi’nde, Rasim Özdenören’le, Nazif Gürdoğan’la da bir ara beraber kalmışızdır. Hatta Rasim’in anne ve babası vardı, bir odada onlar otururdu, bir odada Rasim ile ben. Bu iki üç sene devam etti. Rasim Amerika’ya gitti o sırada, ben onlarla kalmaya devam ettim. Çok tatlı günlerimiz oldu.

Maraş Lisesi’nde Cahit Zarifoğlu, Rasim Özdenören, Alaeddin Özdenören, Mehmet Âkif İnan gibi arkadaşlarınız var. Acaba siz bu buluşmayı nasıl yorumluyorsunuz?

En ufak bir şüphe yoktur ki bizim bir araya gelmemiz Cenab-ı Allahın bir lütfudur. Önce Mehmet Akif İnan’dan bahsedeyim biraz. Mehmet Âkif İnan, hayat boyu konferanslar verdi, bütün Anadolu’yu dolaştı. Bilhassa edebiyat ve medeniyet üzerine ilişkiler kurdu. Âkif İnan, Urfa’dan Maraş’a geldiğinde, Alaeddin’in sınıfındaydı. Alaeddin bir gün geldi, dedi ki “Urfa’dan biri geldi, aruzla heceyle şiir yazıyor, bizim yazdıklarımızı da hiç önemsemiyor, onlara en ufak bir değer vermiyor” dedi. Âkif İnan’la biz de tanıştık. Fakat sonra Nuri Pakdil’in tesiriyle aruz ve heceden vazgeçti, biliyorsunuz. Nuri Pakdil anlata anlata onu değiştirmiştir. Düşünün bir Mehmet Âkif İnan geliyor, aruzla yazıyor ve epey bir mesafe almış. Sonra Nuri Pakdil’in etkisiyle aruzdan da heceden de vazgeçiyor. Âkif’te öyle bir duygu gelişti ki “Ben öyle yepyeni bir şey yazayım ki onu kimse aşamasın”. Bunu da gerçekleştirdi, beyit ve mısraı bir bakıma diriltti ama klasik tarzda değil, tamamen yeni bir bakışla. Mesela, bir gün Sezai Karakoç gelmiş, Hilal dergisinin Ankara’daki bürosuna. Hilal dergisi, o günün en çok satan dergilerinden biri, Mehmet Âkif İnan çıkarıyor. Âkif İnan’ın da hararetle aruzu savunduğu zamanlar, Sezai Karakoç’a diyor ki, “Sen bu işi bırak, aruzla şiirler yaz.” Sezai Karakoç’un bu yüzden Âkif İnan’a karşı bir kırgınlığı vardır.

Dediğim gibi, Allah’ın bir lütfu, bir tecellisidir, bir araya gelmemiz. Anadolu’da böyle bir okuma harekâtının başlaması önemli bir şeydir. Edebiyat öğretmenleri açısından da şanslıyız. Biraz önce bahsettim, Tanpınar’ın öğrencisi Mustafa Atatanır edebiyat hocamız. Ayrıca yine bir başka edebiyat hocamız, Haldun Taner’in öğrencisi Handan Hanım’dır ki beni öğretmenler odasında ilk kez diğer öğretmenlere takdim eden de odur. Bir de Yusuf Ziya Bey diye bir edebiyat öğretmenimiz var. O da bizi çok seviyor, çünkü o zamanlar Rasim’in Varlık’ta yazıları çıkıyor, biz çeşitli yerlerde yazı yazıyoruz. Hatta bir gün, tam hatırlayamıyorum Ataç mı ölmüştü, Sait Faik mi, hangisiydi, sanki bizim yakınımızmış gibi, Yusuf Ziya Bey geldi başsağlığı diledi. Kendisi de edebiyat öğretmeni olmasına rağmen, bizi edebiyat ailesinden görüyordu. Böyle hocalarımız vardı, böyle bir ortamımız vardı. Bu Allah’ın bir lütfu değildir de nedir? Yani burada anlatmak, vurgulamak istediğim şu: Türkiye’de ilk defa Anadolu’da bir okuma harekâtı başlamış. Biz lise edebiyat derslerinde nerde kalmışız? Mehmet Âkif’te kalmışız. Ben o zamanlar, Gençlik gazetesinin genel yayın sekreteriyken gazetenin sahibi İstanbul’a giderken bana soruyor, “İstanbul’a gidiyorum, ne getireyim sana?” Ben de ondan Sezai Karakoç’un Körfez’ini, Şahdamar’ını, Turgut Uyar’ın Dünyanın En Güzel Arabistanı’nı, Edip Cansever’in kitaplarını, yani o gün için II. Yeni’nin ne kadar kitabı varsa, ben onları istiyorum. Bize geliyor ve elimden düşmüyor, sabahlara kadar okuyorum...

Ezberleyip, Maraş caddelerinde volta atarken arkadaşlarınıza okuduğunuzu biliyoruz...

Aynen öyle. Ezberliyorum ve arkadaşlara okuyorum. Özellikle de Cahit (Zarifoğlu) ile paslaşarak. Cahit ve ben tabii özellikle, hastalık derecesinde... Çünkü şairiz. Bu okuma harekâtı çok önemlidir, Maraş’taki harekâtın özüdür, belkemiğini oluşturur.

Efendim, bu okuma harekâtını biraz örneklerle açmak isterim. Okuma serüveninizin Hazret-i Ali kıssalarıyla başladığını, Feridun Fazıl Tülbentçi, Abdullah Ziya Kozanoğlu ve Nihal Atsız ile devam ettiğini okumuştum. Kimleri daha çok okuyordunuz?

İlkokuldayken her gece mutlaka bir Hazret-i Ali kitabı okurdum. Maraş’ta Ulu Cami’nin kenarında satılırdı o kitaplar. İlkokulda bir arkadaşım vardı Hacı Elmas. Onunla beraber alır, değiş tokuş ederdik, yani masrafı yarıya bölmüş olurduk. Tabi ağlayarak okurduk. Dini alt yapım bu kitaplardan gelir. Ortaokulda Feridun Fazıl Tülbentçi’nin kitaplarını okumaya başladım ve ben ne kadar kitabı elime geçtiyse okumuşumdur. Sonra Nihal Atsız ve Abdullah Ziya Kozanoğlu ile tanıştık. Bozkurtlar Diriliyor’u, Barbaros Hayrettin’i, Oruç Reis’i falan okuduk. Tabi bu kitaplar çok heyecan verici kitaplardı. Benim tarih bilgim biraz da buralardan gelir. Şimdi düşünüyorum ve aslında çok da merak ediyorum, bu kitaplar nerede, hâlâ okunuyor mu, çocuklara veriliyor mu? Çünkü müthiş kitaplardı onlar. Mesela, M. Turhan Tan’ın Viyana Dönüşü adlı romanı müthiş bir kitaptır. Lise ikide ben klasikleri okumaya başladım. Ev ödevim zannederim, Flaubert’ten Madame Bovary idi. Tabi ondan evvel, bende müthiş bir Rus romanı aşkı başlamıştı. Dostoyevski hayatımın içine girdi.

O dönemdeki sınıf arkadaşlarınızın hepsinde Dostoyevski hayranlığı göze çarpıyor...

Tabi ki... Çünkü hep beraber okurduk. Mesela rahmetli Cahit’e baskı yaparak çok zor okuttuğumu hatırlıyorum. Ama sindirmiştir. Çünkü Cahit çok zor okurdu, aynen Özal gibi Red Kit okumayı severdi. Ben hâlâ okurum hatta şu anda bile başucumda açıktır Dostoyevski’nin Suç ve Ceza’sı, Budala’sı, Karamazof Kardeşler’i. Tabi yalnız Dostoyevski değil. Şolohov’u üç kere beş kere okumuşumdur. Boris Pasternak’ın Doktor Jivago’sunu unutmamak lazım. Pasternak müthiş bir şair, hem bir şair hem bir romancı. Yine Gogol, dönüp dönüp okuduklarımdandır. Gogol’un Ölü Canlar’ı benim için bir numaradır. Mesela Orhan Pamuk’un Kar’ını okuyorum, Dostoyevski’nin Ecinniler’ini görüyorum orada. Kar’daki modelin oradan geldiğini düşünüyorum. Yine Ahmet Hamdi Tanpınar’ın Saatleri Ayarlama Enstitüsü de oralardan ilham almıştır. Yalnız bunlar değil tabii ki Rus romanı çok büyük, evrensel bir romandır, insanı anlatır ve birçok yazarı etkilemiştir.

Efendim, ‘Büyük Doğu’, ‘Diriliş’, ‘Edebiyat’ ve özellikle kurucusu olduğunuz ‘Mavera’ gibi dergileri, bu dergiler çevresinde oluşan edebiyat hareketlerini sizin anlatımınızla dinlemek isterdik...

Biliyorsunuz Büyük Doğu’yu Necip Fazıl Kısakürek çıkarıyor, “kapattım” diyor dergi kapanıyor, “çıkıyoruz” diyor dergi çıkıyor. Diriliş de aynı şekilde. Sezai Karakoç, sene 1967 olmalı, bir gün Ankara’ya geldi. Kızılay’da yürüyoruz, Sezai Karakoç “Diriliş’i kapatıyorum” dedi. Ben de itiraz ediyorum: “Ağabey, yapma etme, kapatma. Bu dergi artık sadece senin dergin değildir, hepimizin, milletin dergisidir.” O da “Hayır benimdir, kapatırım” diyor. Öyle bir tartışmamız oldu. Tabi ben onların o derinliğinin farkında değilim. Ben 300 lira maaş alan bir memurum. İstifa edeyim, ne olacak ki diye düşünüyorum. “Şu 12 sayı içerisinde dört beş tane kitap var onları neşrederek devam ederiz” deyince sinirlenerek “Sen ne bilirsin? Sen ne anlarsın? Bizde daha ne kitaplar var?” diye bana çıkıştı. Sonra da zaten dergiyi kapattı. O kapatınca, biz dedik ki bir dergi çıkaralım. Hatta aramızda espri de yapıyoruz “mendil kadar bir dergi çıkaralım” diye. Cahit yazıyor, Rasim’in de hikâyeleri var ama bende yazılmış bir şey yok. “Hem bu sayede elimiz de yazıya alışır, bir mendil kadar da olsa bir dergi çıkaralım” diyoruz.

O günlerde Sezai Karakoç Ankara’ya çok sık gelirdi. O gelişlerden birini daha anlatmak isterim: Mevlâna ile Şems arasındaki ilişkiye benzer bir ilişki vardı, Rasim Özdenören ile Sezai Karakoç arasında... Rasim Özdenören daha önceden Sezai Karakoç’a “Ağabey size bir mektup yazıyorum, henüz bitiremedim, bitince göndereceğim” demiş. Dayanamamış, bir sabah kalkmış gelmiş Sezai Karakoç, kapıyı çalmış, “Ver o mektubu” demiş. Rasim dışarıda kahvaltı hazırlamakla meşgulken o içeri girmiş mektupla birlikte “Yedi kere okudum bu mektubu, daha da okurum” demiş. Şunu söylemek istiyorum: Sezai Karakoç’un Rasim’e yazdığı mektuplar eğer yayımlanırsa ileride Türk edebiyatına çok büyük açılımlar getirecek metinlerdir. Ama bu mektupları gelip Rasim’den almıştır. Rasim’in yazdıkları zaten kendisindedir. Dolayısıyla bütün o mektuplar Sezai Karakoç’tadır.

Sonra Edebiyat dergisi çıktı. Sezai Karakoç bizimle irtibatı kesti. Diriliş’in yerine Edebiyat’ı ikame ediyoruz diye düşünmüş olmalı. Ama anlattığım gibi hiçbir alakası yok. Gittik geldik, ama anlatamadık. Hâlâ da bize küstür.

Peki efendim, Mavera?

O da şöyle. Büyük Doğu çıkıyor, kapanıyor. Diriliş çıkıyor, kapanıyor. Edebiyat da aynı şekilde. Bu dergiler hep kişiye bağlı dergilerdir, biliyorsun. Dedik ki “Biz öyle bir dergi çıkaralım ki bunun sahibi cemaat olsun, millet olsun”. Akabe Şirketini kurduk. Orada yayına başladık. Ben de memuriyetten istifa ettim. Mavera’nın macerası da böyle başladı.

Hukuk tahsilinizi yarıda bırakıp edebiyat okumaya karar veriyorsunuz... Bu karardaki en önemli etken neydi?

Şudur efendim: Hukuk Fakültesine gelip kaydolduk, Birinci sınıfı geçtik. Anayasa Hukukunu Ali Fuat Başgil’den okuyorum, Hıfzı Veldet Velidedeoğlu Medeni Hukuk derslerimize giriyor. O sırada 1960 ihtilali oluyor. Paramız yok. Rasim’le beraber öğretmen vekilliği yapmaya karar verdik ama olmadı. İhtilal sonrası bir kanun çıktı. Yedek subay öğretmen olarak Burdur Çuvallı Yeşilova Köyüne gittim. İki sene orda öğretmenlik yaptım, birçok hatıram da vardır orayla ilgili. Bu arada kaydımızı Ankara’ya alalım dedik. Çünkü Ankara Hukuk’ta devam mecburiyeti yok. Çalışırız, maaş alırız, sene sonunda da sınavlara girer, okulu yavaş yavaş bitiririz diye düşündük. Fakat bende bir hastalık var. Hem boş duramam hem de tembelim. Tekrar o Dostoyevski okumaları falan başladı. Kendimi hastalık derecesinde okumaya verdim. Rasim ile Cahit de İstiklal gazetesinde çalışıyorlar. Böyle bir ortamda ben de edebiyat bölümüne geçtim. Hadise budur. Hukuk, tıp, mantık elbette temel ilimlerdir. Ama bugün yeniden seçme imkânım olsaydı, ben sadece Osmanlıca öğrenir, sadece tarih ya da sosyoloji okurdum. Hadise budur.

Rasim Özdenören, sizi Akif Beyle mukayese eder ve onu “ağa” sizi de “bey” olarak niteler. Şenol Demiröz de sizi “nesillerin ağabeyi” olarak adlandırıyor. Nesillerin ağabeyi olmak nasıl bir duygu?

Bu çok güzel bir adlandırmadır, evet ağabey olmuşuz, ne yapalım ağabey diyorlar ama işin aslına bakarsanız nesillerin ağabeyi Fethi Gemuhluoğlu’dur. O, yüzlerce insanla tanışırdı. Ve hiçbir şekilde bu insanlarla ilgili bir sınırlaması yoktu. Kime söyleyelim, kim bize yardım edebilir, diye düşündüğümüz birçok problemimizde aklımıza hep o gelirdi, “Fethi ağabeyden başka kimimiz var, ona söyleyelim” derdik. Bizi dinler, sağa sola telefon eder ve elinden geliyorsa o işi hallederdi. Zaten, oturduğu yerden bu tür irtibatları kurardı. Kendisi de “Bende telefonmania var çocuklar, telefon etmeden duramam” derdi. Yani asıl ağabey Fethi Gemuhluoğlu’dur. Bizim ağabeyliğimize bakma sen.

Temmuz 1981’de bir grup arkadaşınızla Afgan-Rus savaşının yoğun günlerinde mücahit kamplarına gidiyorsunuz. Gerçi Türkiye Yazarlar Birliği Basın Ödülü’nü kazanan “İpek Yolu’ndan Afganistan’a” adlı kitabınızda bu izlenimlerinizi anlattınız ama yine de sormama müsaade edin. Bu gezi fikrinin nasıl çıktığını biraz anlatabilir misiniz?

Hadise şu. Mavera’dan zaten takip ettiniz. Biz, Mavera’yı yaymak için, okutmak için, mecburen sınırlarını genişletiyoruz. Bilhassa Cahit, Afganistan’daki mücahitlerle irtibat kurdu, herkesi yazıya teşvik ettiği gibi onları da yazıya teşvik etti. Böylece Afganistan mücahitlerinden Mavera’ya yazılar gelmeye başladı. Ama bir süre sonra bize sitem etmeye başladılar, herkes buralara geldi, siz gelmiyorsunuz diye. Birinci elden bir ilişkimiz yok, birinci elden bir haber de veremiyoruz. Cahit bu geziyi bir şekilde organize etti. O zamanlar TOFAŞ, Murat arabalarını çıkarıyor, Kartal çıkacak, reklamını yapıyorlar. Cahit, çok girişken biridir, “TOFAŞ’a bir teklif götürelim” dedi. TOFAŞ’a projeyi anlatan bir yazı yazdı, onlar da projeyi havada kaptı. Bütün o coğrafyada, yani İpek Yolunda o Kartal’ı dolaştıracağız ve dönüşte bir multivizyon gösterimi yapacağız. Ve öylece gerçekleşti o proje. Ama ben yirmi bir günde, yirmi kilo verdim. Kardeşim Ahmet hastalandı zatürree oldu, bizimle cepheye gelemedi. Böyle bir maceraydı.

Bu politika parantezini bir mukayese ile kapatmama izin verirseniz şöyle sormak isterim: ‘Politika’ya bulaştınız ama izleyebildiğim kadarıyla birkaç yazı haricinde ‘poetika’dan uzak durdunuz. Şiir üzerine yazmamak, bir tercih miydi?

Hâlimi, maceramın özünü anlattım sana. Vaktim yoktu. Ama zaman zaman gerek gazetelerden gerek dergilerden senin gibi geliyorlar, soruyorlar ben de dilimin döndüğünce cevap vermeye çalışıyorum. Bir bavul dolusu malzeme var. Ama maalesef disiplinli bir şekilde onları bir araya toplayıp şiir üzerine sistemli bir şey yazamadık.

Hem şiirlerinizdeki mütevekkil hava, hem de şiir yayımlamadaki ekonomik tutumunuz, sabırlı bir şair olduğunuzu düşündürüyor. Sabırlı bir şair olarak Erdem Bayazıt gerçek hayatta da bu kadar sabırlı mıdır?

Tabi ki ben zor yazan bir adamım. İlhama dayalıdır benim yazdıklarım. Şiir yayımlamadaki ekonomik tutumum böyle açıklanabilir. Sorunuzun diğer kısmına gelince, evet, şiirlerimde o sabırlı, o mütevekkil hava muhakkak vardır ve İslami olduğu içindir bu. Ama kendime sabırlı adam diyebilir miyim? Nasıl diyeyim? Diyemiyorum. Bir başka açıdan bakıldığında da sabırsız biriyim. Çünkü o sabırsızlık bize Necip Fazıl’dan sirayet etmiştir. Üstat’tan en çok duyduğumuz cümlelerden biri de şuydu: “Vaktim yok çocuklar.” Fethi ağabey de bunu çok sık söylerdi.

Şiiriniz öncelikle Müslüman coğrafya olmak üzere “zulma uğramış bütün yüreklerin” feryat eden sesi olarak yankılanıyor. Böylelikle çağdaş bir destan oluyor şiiriniz...

İlk defa bu kadar açık sana söylüyorum, belki bir iki yerde daha söylemiş olabilirim. Ses olarak benim şiirim eğer illa bir irtibat kurulacaksa, Nazım Hikmet’le ya da Ahmet Arif’le kurulur. Tempo olarak, doz olarak, ritim olarak onlarla irtibat kurulabilir ya da kurulmalıdır.

Sizin şiirinizi okurken “sürüp gelen çağlardan” bir sesle karşılaşıyoruz...

Şimdi, 70’li yıllar, 60’lı yılların sonu. Ortam belli, bizim hâlimiz belli, mücadelemiz belli. Aynı zamanda ilk günden beri siyasi yürüyüşümüz, bir tavrımız var. Biz Müslümanların ıstırabını çekiyoruz. Bunların hepsini bir araya getirdiğinizde işte benim bu şiirim ortaya çıkıyor.

Namık Kemal’in dediği gibi "Bais-i şekvâ bize hüzn-i umûmidir Kemâl / Kendi derdi gönlümün billah gelmez yâdına"...

Aynen öyle...

“Sana, Bana, Vatanıma, Ülkemin İnsanlarına Dair” adlı şiirinizde “Alınlar görmüşüm ki vatanımın coğrafyasıdır” mısraından ilhamla sizin şiirleriniz için şöyle söylemek geliyor içimden “Erdem Bayazıt şiiri ki vatanımın coğrafyasıdır”. İnsanımızın duygu coğrafyasına bu kadar yaklaşabilmenin sırrı nedir?

Maraş’ta herkesin bir yaylası, bahçesi, bağı vardır, oraya her yaz göçerler. Ona biz yurt deriz, yani vatan. Özünde o vardır. Cahit Zarifoğlu ile komşudur bizim yaylamız, Güzlek. Kitapta rastlarsınız Güzlek ismine. Kardeşim Ahmet Bayazıt’ın bir ara eline çok para geçti. Annem ölünce, Maraş’ta bir konak yaptırdı, kendisi gidip on beş gün kalmamıştır. Ama biz kaldık, velhasıl bu çocuklar da bizim gibi yurt sevgisiyle, vatan sevgisiyle, toprak sevgisiyle yetişsinler isterdim. Yani, oralarda vatanın duygu coğrafyasına da yaklaşıyor insan. Bunlar bir de kurguyla olan şeyler değil, ancak ilhamla olabilecek şeyler. Daha önce de söylediğim gibi ben ilhamla yazan biriyim. Bunlar üzerine daha ne konuşabilirim ki ben bir şiiri yakalamış ve söylüyorum.

Şiirleriniz içinde bulunduğumuz kaotik ortama vurgu yaparken aynı zamanda içinde bir müjde barındırıyor. Nazif Gürdoğan şiiriniz için “Onun şiiri, geleceğinden hiç kuşkuya düşülmeyen bir zamanı haber verir.” der. Bu umut bilincinden söz etmek ister misiniz?

Öncelikle kesin bir kural vardır: En kötü şartlarda dahi Müslüman ümitsiz olmaz. Ayrıca biraz önce de söylediğim o hadis-i şerifteki gibi, elimizdeki fidanı dikeceğiz. Müslümana ümitsizlik yakışmaz, durmak yakışmaz. Bunu anlatmaya çalışıyorum. O güzel dünya mutlaka gelecek, öyle bir şey olacak muhakkak. Mutlaka biz layık olursak Cenab-ı Allah bir fırsat verecek. O sürüp gelen çağlardan sesle, hep bu umutla yazdım ben.

Efendim, şiirinizdeki önemli temalardan biri de aşk. ‘Aşk’a nasıl ve nereden bakıyorsunuz?

Fuzuli’nin dediği gibi “Aşk imiş her ne var âlemde / İlm bir kıyl ü kal imiş ancak”. Bundan başka ne denir ki?

Toplu şiirlerinizin yeni baskısını şöyle takdim ediyorsunuz: “Okuyucuma! / Şiir diye / Bir ömür tüketerek yazdıklarım / İki saatte okunuyor / Bundan ucuz ne olabilir / Havadan başka.” Kendi şiirlerini çok acımasız eleştiren bir şair mi var bu sözlerin arkasında?

Öyle değil tabi ki. Çalışarak yazılmış şiirler değildir benim şiirlerim. İlhama dayalıdır. Ne yazık ki ilham da bu kadar geliyor. Benim kitabımda ilham dışı yazılmış birkaç tane şiir vardır. Bunlardan biri Dünyaya Dair’dir. Onun yazılış hikayesi de şöyledir. Ben hep söylerdim, “Bana bir kelime verin, size bir şiir yazayım.” Rasim bir gün dedi ki “Al sana üç tane kelime, hadi bakalım bir şiir yaz.” Kelimeler de sanırım, ‘mağara’, ‘otel’ ve ‘dünya’ idi. O şiir öyle yazıldı. Yine ilham dışı yazılmış bir başka şiirim, Bosna’ya Yazıt’tır. Diğeri de Gelecek Zaman Risalesi’ndedir.

Gelecek Zaman Risalesi’ndeki şiirlerinizde, bir müzisyenin nota defterlerini andıran bir kullanımla “hızlı + coşkulu + yüksek + hafif + gürültülü + kararlı + sabit” gibi ifadelere yer veriyorsunuz... Bunlar şiirlerin okunma hızını mı belirliyor ya da neyi işaretliyor?

Biliyorsunuz Necip Fazıl’ın Senfoni şiiri vardır. Sonra bunun adını Çile olarak değiştirmiştir. Senfonik bir şiirdir bu. Yine Sezai Karakoç’un bazı şiirleri mesela Fırtına, Sesler tamamıyla senfonik şiirlerdir. Bir müzisyen senfoniyi nasıl tasarlarsa, şair de o şiirleri bir nevi öyle, bir senfoni gibi tasarlar. Verebildim mi veremedim mi bilemiyorum ama ben de Gelecek Zaman Risalesi’ndeki şiirlerimde o senfonik söyleyişi aksettirmeye çalıştım.

Bu şiirleri de diğer şiirleriniz gibi kasete okumayı düşünüyor musunuz? Çünkü şairler kendi şiirlerini pek okuyamazlar ama sizin şiirleriniz sizin sesinizle sanki daha farklı bir anlam kazanıyor...

Gelecek Zaman Risalesi’ndeki şiirlerin birçoğunu ben okudum aslında. Ama bir önceki gibi bir kasette toplamadık. O ilk kasetin hikayesi de şöyledir: Ankarada’yız, Sebeb Ey yeni yayımlanmış ve Gökalp diye bir arkadaşımız var. Kelimenin tam manasıyla, pintişti bana. Pintişmek, bir nevi ısrar etmek, yapışmak anlamında Maraş’ta kullanılan bir kelimedir. “Ağabey,” dedi “ben Asır Ajans’ı kuruyorum. Senin de bu şiirleri bir kasete okumanı istiyorum.” Ramazan ayı. “İyi de Gökalp,” dedim “ağzım kuruyor nasıl okuyayım ben?” Israr etti, tabi bu arada stüdyoyu da kiralamış. Kıramadım, mecburen o şartlarda stüdyoya girdik. İki üç günlük bir çalışmayla ve Ramazan’da o şiir kaseti ortaya çıktı. Dilim dönmüyor, dikkat ederseniz oradaki bazı kelimelerden de anlaşılır bu.

Şiirinizi yanlış değerlendirenler de oldu. Bir şiiriniz sizin niyetleriniz dışında “yanlış ve aşırı” yorumlandığında neler hissediyorsunuz?

Mesela Mehmet Kaplan Hoca benim şiirimi o dönemde, o anarşi döneminde, kendince yorumladı. Dönemin çok etkisinde kaldı. Mesela ben ‘emek’ten bahsediyorum, o beni neredeyse Marksist olmakla itham ediyor. Ben de biraz ağır cevap vermişim, ama şimdi pişmanım. Gerçi kendisi de sonradan, “yanlış yapmışız” demiş. Onun en büyük hatası zannımca şudur: Bana Yunus Emre gibi yazmadığım için hesap soruyor. Yunus Emrelere ihanetle beni yargılıyor. Yani, herkes aynı şekilde yazmak mecburiyetinde mi? Ayrıca Yunus Emre bu çağda yine aynı şiirleri mi yazardı?

“Kudüs’e giden yollar mutlaka Üsküdar’dan geçer” düşüncesinden hareketle yazmak istediğiniz Üsküdar Risalesi hangi aşamada diye sorsam...

Allah fırsat verir, sağlığım düzelirse bu şiiri tamamlamak istiyorum. Üsküdar ile ilgili bir sürü dergi, kaset, doküman topladım. Onların hepsini elden geçirmem gerekiyor. Ama onlarla, şimdilik uğraşamıyorum. Bir ilham, bir yoğunluk gelecek ki ben onu yazabileyim. O ilk mısra var sadece, ama o da benim değil aslında: “Kudüs Üsküdar’dan başlar.” Bakalım bekliyoruz, ben de merak ediyorum ne çıkacağını...

Bizi kırmayarak kabul ettiğiniz için teşekkür ederim. Ayrıca Allah acil şifalar versin, efendim.

Rica ederim... Dualarınızı eksik etmeyin.

Kaynak:"EDEBİYAT ORTAMI" dergisi Sayı:1, Mart-Nisan 2008

http://edebiyatortami.blogspot.com/

 

SON EKLENENLER

Üye Girişi