NAZIM HİKMET -2
Şimdi iyi hatırlayamıyorum, ama onu galiba Büyük Harb'in ortalarına doğru tanımıştım. Genç, gürbüz, sevimli idi. Sık sık aramıza sokulur, konuşmalarımızı dinler, münakaşalarımıza karışmazdı. Zaman zaman mavi gözlerinde kendine inanışın cesur parıltısı yanar, bazı fikirler söyler, sonra utancından kızarırdı. İlk gördüğüm gün:
- Kim bu? diye sormuş ve arkadaşların birinden:
Çok istidatlı, fakat şaşılacak derecede cahil. Düşün ki daha Fikret'i bile tanımıyor. Bir tek mısraını okumamış! cevabını almıştım.
O zamanlar bir edebiyat meraklısının Fikret'i tanımaması akla durgunluk verecek şeylerdendi. Bu haberin bende hiç iyi tesir bırakmadığını, hatta verilen o istidat müjdesini de yıktığını hatırlıyorum.
Yine o günlerde ben İstanbul'dan ayrıldığım için daha fazla görüşmemiz kabil olmadı. Döndüğüm vakit ise memleket Mütareke felâketi içinde idi. Bu sıralarda onun Yaralı Hayalet şiirini okudum. Ne güzel, ne canlı yazılmıştı. Mısralar genç bir kanla dolu damarlar gibi atıyor, belki biraz sert, fakat kuvvetli ve güzel bir ruh ateşiyle kaynıyordu. Bu iç derinliğinin yanı başında, dil, vezin, kafiye gibi bir dış sağlamlığı da vardı. Kendi kendine:
- İyi şair, bu çocuk! dedim.
Sonra Anadolu'ya geçtiğini ve oradan da Rusya'ya atladığını öğrendik.
Moskova'dan, hapishanelerde konaklaya konaklaya döndü. Kafası ihtilâlle dolmuş, şiirinin hem manevî, hem maddî cepheline bu ihtilâlin bayrağını asmıştı.
Kendisini ikinci görüşüm, beni inkisarlar içinde bıraktı. Pembe yanakları yanmış, yüz çizgileri katılaşmış, tavırlarına hoyratlık çökmüştü. Şapkası ensesinde, paltosu omuzlarında dolaşıyor, kabalığa özeniyordu.
Gözlerine mağrur, tatsız bir bakış da çökmüştü. Kendine benzeyenlerle birleşerek bir mecmuada yazmaya başladı. "Putları Yıkalım!" serisi, benimsediği ihtilâlin ilk hamlesidir.
Başta Nâmık Kemal olmak üzere, bütün vatan babalarına saldırmaya yelteniyordu. O büyük adamların, o yüz aklığı dehaların dağdan kaidelerine kendini bir tükürük hokkası gibi çarptı. Ve tabiî parçalandı.
Şiirde onu yeni bir mimarînin sahibi olarak alkışlayanlar görüyorduk. Fakat ben, bu mimarinin hiçbir zaman dört duvar kurduğuna ve altında yaratıcı bir kahramanı barındırdığına inanamadım.
Nitekim sonradan öğrendik ki, bu yeni mimarînin bu Kar Helvası'nın mucidi de Nâzım değil, Mayakovski adlı bir Moskof şairidir.
Kulaktan dolma bilgilerle, ben, pek kendimi doyuramam. Tuttum o şairin kitabını getirttim. Evet, şekil tıpkı tıpkısına o idi. Şimdi Dil Encümeni'nde çalışan Martayan'a başvurarak bir tanesini tercüme ettirdim. Sanat Ordusuna Emr-i Yevmî adını taşıyan şiiri buraya aynen almak isterdim. Nâzım Hikmet'in nasıl bir gölge olduğunu, o zaman bütün gören gözler seçerdi. Fakat bir portrenin dar çerçevesine sığmaz. Zaten şüphe edenler hakikate kıymet verirlerse, benim gibi yaparak kaynağa kadar inerler. Ben, onlara iz de göstermiş bulunuyorum.
Bir gün Nâzım'ı Vakit'te görmüştüm. Daha birkaç kişi de beraberdiler. Sert, yalçın bir münakaşaya girişmişlerdi. İçlerinden biri yazdığı bir makaleyi okudu. Ben bu münakaşaya hiç karışmadığım halde, Nâzım:
-Sizin hepinizle anlaşabilirim, ama Hakkı Süha ile hayır, dedi
Ben sadece:
- Tabiî! cevabını verdim. Sonra yarı şaka yarı ciddi:
- Elbette uzlaşamayız. Senin özün sözüne uymuyor, dedim, proleter geçiniyor, lord gibi yaşıyorsun. O, şaşırdı:
- Ne münasebet? diye dudaklarını büktü.
- Şiir mecmuaların işte meydanda, dedim; sayfaların dörtte üç buçuğu boş. Bu kadar israfı lordlardan başka kim yapar.
Gülüştük. Sonra:
- Evet, diye devam ettim; özünle sözün birbirini tutmuyor. Şiirlerinde: "Tavan arasındaki odama çekildim!" diyorsun. Hâlbuki kaloriferli apartmanda oturuyorsun. "Şömendüfer markalı saatime baktım!" diye yazıyorsun, hâlbuki Zenit saati kullanıyorsun. Biz, hakikaten anlaşamayız, uzlaşamayız azizim.
Bunu da şakaya aldılar. Fakat bu şakanın içinde ne kadar ağır bir ciddiyet vardı, bilseniz!..
Bu ideal kahramanının, idealistliğinin de nasıl bir mangır köleliği olduğunu son vesikalar, son makbuzlar ve son hükümlerle öğrendik.
Bir zamanlar "Putları yıkalım!" nârasiyle ortaya atılmış ve Abdülhak Hâmid'in muhteşem alnına "battal" damgasını vurmaya yeltenmişti. Bu iğrenç saldırışın üstünden on sene geçtikten sonra, Akşam'da "Seksen Beş Yaşında Bir Delikanlı" ve "Öptüğüm El" isimli iki makale ile aynı Abdülhak Hâmid'i göklere çıkardı.
Nâmık Kemal için de "Takma Yeleli Arslan" demişti. Üç padişaha, bütün ikbal saraylarına, zulüm haline gelen bütün bir 'devlet kuvvetine, zindanlara, sürgünlere karşı tek başına silâhlanan, tek başına çarpışan, tek başına ölen bir kahramana, gerçek bir idealist -yolları, gayeleri ayrı da olsa- asla bu küstahlığı yapamazdı.
Şairliğine gelince:
Yukarıda Yaralı Hayalet'ini övmüştüm. Hiç şüphe yok ki Nâzım Hikmet, büyük bir şair olmak için lâzım gelen harca sahipti. Fakat elindeki istidat kumaşını, münasebetsiz bir moda' a uydurmak için paramparça etti ve sonunda setr-i avrete bile yaramaz kırpıntılarla kaldı.
Bedrettin Destanı yaprak yaprak ne güzeldir. Bunu yazabilenden daha çok şey umulurdu.
Unutulan Adam ve Kafatası piyesleri ise hiçbir şeye benzemez. Kendi ideolojisine uydurmak için, yine kendisi maskara bir dünya yaratarak, hücuma kalkışıyor. Mahut değirmeni r karşısında, zavallı Don Kişot bile bu hale düşmemişti.
Hakkı Süha Gezgin, Edebî Portreler
İLGİNİZİ ÇEKEBİLİR
-
NAZIM HİKMET'İN ŞİİRLERİ
-
NAZIM HİKMET'İN ŞİİRLERİNDEN SEÇMELER
- NAZIM HİKMET'İN MUKADDESAT İLE İLGİLİ ŞİİRİ