Kullanıcı Oyu: 5 / 5

Yıldız etkinYıldız etkinYıldız etkinYıldız etkinYıldız etkin
 

Bu Konuyu Facebook Profilinde Paylaş

KARANFİLSİZ

İşim mi?... Eh işte...”

Caddede, kalabalık arasında kulağıma çarpan söz, bu.

Bu kadarcık: İşim mi? Eh işte... Öyleyse, sapı kırık, taç yapakları dökük bir ses.

Dönüp bakmadım. Kim olduğunu görmedim.

Küçük bir işmiş. Önemsiz bir iş!

Kasa yapımında çalışan kaportacı arkadaşı, sabah akşam karşısına geçip de, in atlı, sabırlı, ona bunu öğretmeye kalkana dek, önemsiz bir iş yapmakta olduğunu bilmezdi. Kendisi için önemliydi, güzeldi, iyiydi. En iyi bildiği işti.

Altı araba, kamyon kasalarını süslüyordu. Yeşiller, sarılar, maviler, kırmızılar, akarsu­lar, göller; dağlar ve karanfiller onun da içini süsler, günlerini güzelleştirirdi. Bu araba­ları, kamyonları sülünleri de sevindiriyor olmalıydı. Yoksa önünde neden sıraya girsin­ler, neden, gölün içinde bir kuğusu da mutlaka olsun, desinler?

Önüne getirilen her kasa tahtasını boyardı. Çiçekler, böcekler, dantela kıvrımlarla çektiği çerçeveye bir karanfil de kendinden katardı. Dedesinin işiydi. Sonra, babasının da işiydi. Bir işin ortasında, ak donuyla çıkar gelir, denir ki hâlâ sağ, başının ucuna dikilir­di:

“Gölün şıpırtılarını unuttun. Suların salmışını unutma. Boyayı da iyi ov. Renkler se­vinsin” derdi. Baştan savma! Dolunayı suya düşürmeyi unutma!”

Gözleri çakmak çakmak ona bakardı. Hoşgörmez bakışlarına karşın, babası gibi, de­desinin de kendisiyle övündüğünü bilirdi. Dağ başlarına döne döne çıkan yolları, mavi­liklerde süzülen bir tepkili uçağı ikisi de akıl etmemişti. O yolların dönemeçlerini ne de yumuşak alıyor kamyon!... Kasası üstündeki, bu yollan döne döne çıkan kamyon da çok süslüydü. Çiçek demeti gibi... Tepkili uçağın ardındaki ak çizgiyi pamuksu bulutlar böler. Böylece, dereleri hevesle oğar parlatır, suları gümüşsü yansımalarla çıldırtırdı. Dermen gözleri bulanır, sırtı ağrırdı. Şimdi, göz bebeklerine oturmuş bulanıklık alnı şey mi, bilin­mez.

Babası, fırçayı eline verirken:

“Gönlünce yap, Başka şeye kulak asma.demişti.

Artık babası da yok. Kasa yapımında çalışan arkadaşı ise tepesinden hiç eksik olmu­yor. Ne ki, “Çiçeğin göbeğini unutun, mavinin dengesini kaçırdın."demiyor. Daha küçük­ken, işte bu kasa yapımına girmeden önceleri; sularına, karanfillerine duyduğu hayran­lık eksile eksile bitmişti. Nicedir ak kanatlarını şişirmiş bir kuğuya coşkuyla el çırpmıyor­du. “Şuraya da bir yelkenli...” demiyoıdu. Dudağının kıyısında aldırışsız bir gülümseme takılı oluyordu. O, önceleri bu gülümsemenin, süsleme işini küçükseme demeye geldiğini bilmiyordu. Aldırmıyordu. Her bir yanı renklere, ışınlara, biçimlere batmış bulanmıştır.

Boyalan kendisini savunur. Gönlünde yepyeni karanfiller uçuverir. Taç yapraklarının kı­pırdamışım, sapların yumuşacık eğilişini, çağlayanların sesini değiştirir duruı: Kaporta­cının “cık cık cık... ” deyişlerini işitmez.

Bir akşamüstü, aynı biçimde karşısına dikilmişti. O ise, derenin üstüne küçük bir köp­rü atıyor, köprüyü ıslıklarla geçiyor. Ağzında bir türkü. Karanfillerse kulaklarının arka­sına takılı. Dereyi, dolunayın sulardaki şavkını onlarla taçlandıracak. Hazırdılar. Çerçe­veyi çekerek, köşelere birer de yıldız konduracak.

Kaportacı:

“Boşuna çaba.” dedi. “Boya, boya. Hepsi süs için!”

İlkin şaşırdı. Onun kasa yapımındaki yorgunluğunu şuradaki serin sularla giderdiği­ni, içini dışını ovup yıkadığını sanmıştı. Derken ürktü. Yüzüne bakmadı onun. Direndi. Karanfillerinden birini kulak ardından çekip resimli tahtanın üst başına kondurdu. Biri­ni de, henüz tomurcukta olanı, gönlünden çıkardı, alt yana kondurdu.

Beriki kıs kıs gülüyordu. O, başını hiç kaldırmıyordu. Coşkusu yırtılır diye ürküyordu. “El değmiş coşkuya yama vurulmaz!” dedesinin sözüydü.

Kaportacı, bir başka gelişinde:

“İş mi bu senin yaptığın?” dedi.

“Kötü mü boyuyorum? Kuğular çirkin mi? Kuşlar ölü mü?”

Yine başını kaldırmamıştı. Öteki yine güldü. Gülüşü hoyrat. Böyle, güle güle çekilip gitmişti. O da, kuğuları daha ak, kanatlan daha parlak yapayım derken, bozdu. İlk bozu- şuydu. Arkadaşı giderken: “Bizim atölyede tabancayı sıkarsın, bir saatte boyar geçersin koca bir kasayı!” demişti. Aklı buna takılı kaldı. Güneş biraz solgun doğdu. Keçi yolunun ucunda açan gül yaşlı oldu. Bir de bayrak gerekliydi. Bayrağı neneye sıkıştıracağını bi­lemedi. Gönlünde karanfiller. Yine hazırda. Yine oradan alınıp kulak ardına takılmayı, or- dan da çekilip köşelere iliştirilmeyi bekliyor. O gün buna yüreklenemedi. Karanfilleri ol­duğu yerde bıraktı.

Kaportacı tanışı, bir başka gelişinde:

“Ne işe yarar bu çocuk resimleri?” dedi.

O da gönlündeki bir karanfile öfkeyle sarıldı, çekip alırken sapını kırdı. Fırçasını bir yana koydu:

“Nilüferli sularım, ayın şavkı vurmuş dağ başlarım, bitmez yolları kısa etmeye yetmez mi?”

“Yolun daha kısa var” dedi beriki de. “Acaba, kamyon sahiplerinin ise zamanı dar. Bak, gittikçe azalıyorlar önünde kuyruk olmaya. Bizim atölyede çarçabuk teslim ediyoruz kasalarını. Niye beklesinler? Bu işten murat tahtayı çürütmemekse!

Murat, tahtayı çürütmemek ha!.. Bu kadarcık mı? Nilüferli göller hiçbir şey demek de­ğil mi? Sapları tomurlu al al karanfiller?

“Bu resimleri hâlâ seven sürücüler var” dedi, sesi ölgün.

Çayır çimenleri, çimenlerdeki ak kuzulan boyamaya koyuldu. Öteki yine gülmüş, yine güle güle çekilip gitmişti. O da, gümüş suların aktığı ovalan daha iri karanfillerle çerçe­veleyip bezedi. Sapların boynu biraz büküktü. Şaştı. O gece, eli ayağına dolanarak dört bir köşeye altın sarısı birer yarım ay kondurdu. “Gönlünce yap, başka şeye kulak asma!”

Babasının sesiydi. O da başını kaldırdı, kuşkuyla baktı babasına, “Dünya gönlümüze mi kalmış baba?” diye sordu. Yanıt alamadı. Renkleri ovdu, fazla ovdu.

Kaportacı birkaç gün uğramamıştı yanına. Onun da içindeki kuşku biraz yatışır gibi oldu. Gönlünde tomur tomur yine, pembe karanfiller açtı. En pembelerini tahtaya geçi­rirken fes rengine boyadı. Boyarken kendini yorgun duydu. Bu kasayı bugün bitirmeliydi. Yetişmedi. Kasa resimlemede ününü duymuş biri, eski boyaları dökülmüş kasasını süslet- meye getirecekti, getirmedi, Belki yarın...

O yarın olunca, boyanacak kasa değil, yine kaportacı çıkageldi. Günbatımıydı. Dos­doğru atölyeden geliyordu. Gün boyu tam altı kasa boyadığını söyledi. Tek renk üstüne. Tabanca boyayı sıkıyorsun, vızzt, vızzt, vızzt, bir uçtan giriyor, öteki uçtan çıkıveriyorsun. “Erkek iş!” dedi. Ona, fırçasının ucunu şaşırttıracak denli çok konuştu. ‘Erkek’in altını iyice çizmişti. Üstüne bastıra bastıra söylemişti.

Fırçanın ucu iyice titredi. Bir kuşun kanadı kırıldı. Kanat, başını alıp gitti. Onu yaka­layamadı. Kulağının arkası yandı, kaşındı.

“Hem, kasa boyamak yetmez” diyordu beriki. “Kasayı yapmak da gerek.

Neden yetmezmiş, anlamıyordu. Erkekliğinden ne artmış, ne eksilmiş? Kasa yapması­nı bilmiyordu. Kasaları süslemesini biliyordu. Gönlünün karanfillerini...

“Boyaları dökülmüş eski kamyon var ya? Hani adam senin şu kuşların, çiçeklerinle bezetecekti? Kasayı bize getirdi. En aşağı bir hafta işinden olmak istemiyormuş. Yük çe­kecekmiş. Resimletmektense... Biz bir günde yeşili çekip verdik. Boydan boya... Pırıl pı­rıl. Sevine sevine gitti. Hem de ucuz. ”

Ucuz ha? Hem de ucuz!

Dedesi de, babası da çok silik geçtiler gözlerinin önünden. Sanki hiç yaşamadılar. Gülleri, nilüferi hiç açtırmadılar. Sular hiç yaldızlanmadı. Tepsi gibi bir ay hiç doğmadı dağ başlarından. Sular hiç çağıldamadı.

Yokluğa karşı durdu; çimenlerde iri papatyalar açtırdı. Önündeki son kasaydı. Yarın yenileri olur. Yeni kasalar gelir.

Gele gele gürgenden bir çeyiz sandığı geldi. İşi uzattı. Bitmesin diye, sandığı bildiği bütün renkler, biçimler, pırıltılarla donattı. Karanfiller bu kalabalık ai'asmda yitti, gitti. Yine de bir türlü bitirmedi önündeki işi.

Caddeler, sokaklar ne kadar kalabalık. Dükkân, vitrin önleri omuz omuza insan. Yüz­ler pek renksiz, ışıksız, gözler pek pınltısız:

İşim mi?... Eh işte...

Adalet AĞAOĞLU

(Hikâyeler 2, TDK, Ank. 2000)

 

SON EKLENENLER

Üye Girişi