GÖZ CANLININ NERESİNDE?
Bir doğa bilim öğretmenimiz vardı lisede, dersin gerektirdiği çizginin az ya da çok dışına çıkmayı sever, bağlantıyı tüm yitirmeden değişik konuların alanına sıçrardı. Güldürünün erdemine inanmıştı, anlattığı olayları olağan görünümlerinden sıyırır, büyük boyutlara ulaştırır, çelişkileri yakalamaya önem verirdi. Böylece gerçek, kesin çizgileriyle belirirdi. Bir gün, dersin bir yerinde konuyu keserek iki elini birbirine vurdu: "Bakın!" dedi, "Bir şey anlatacağım şimdi size, iyi kulak verin. Örneğin sınava bir öğrenci girer, oturur karşınıza. Sınav kurulundan bir öğretmen şöyle bir tasarlar sorusunu kafasında sorar: 'Oğlum!' der, 'Anlat bize gözü!' Öğrenci, gözü şaşılacak bir düzen içinde, en küçük ayrıntılarına dek öyle bir anlatır ki karşınızda oturan çocuğun bir ortaöğrenim öğrencisi olduğunu unutur, bir göz uzmanıyla konuştuğunuzu sanırsınız. Anlattıkları o kadar yetkin, tamdır. Bütün tabakaları, sinirleri, yerleri, bağlantıları, işlevleriyle söyler. Epitelyum tabakası diye girer konuya, çomak ve koni hücreler tabakasından geçer çelenk ve cüce gangliyonlarla çıkar konudan, sözün gelişi tümünün Latince deyimlerini de unutmaz. Şaşırır, söyleyecek söz, verecek numara bulamazsınız. Öyle ince belki pek de önemli olmayan ayrıntılara girmiştir ki onu sınava çeken siz bile birkaçını bilmiyorsunuzdur. Acaba dersiniz, biraz da atıyor mu? Ama kendine güvenli tutumundan atmadığını, konuyu derinliğine incelediğini anlarsınız. 'Aferin!' dersiniz, kurulun öbür üyelerinin de yüzüne bakarak: 'Çıkabilirsin, kutlarız seni.' Çocuk güvenli adımlarla kapıya yönelir, tam kapıyı açıp çıkacakken bu kez şeytan dürter sizi, şuna bir soru daha sorsam diye düşünürsünüz: 'Gel oğlum!' dersiniz. 'Sana bir soru daha soracağım.' Öğrenci döner, karşınıza oturur: 'Bak oğlum, bir soru daha! Göz canlının neresinde?' Çocuk yine o güvenli haliyle düşünmeden yapıştırıverir yanıtını: 'Karnında efendim.' der."
Öyle sanıyorum ki bu öykücük, kişioğlunun bilgi kavramına ışık tutacak niteliktedir. Bütün bilgi dallarım sınırları içinde toplayabileceği gibi bilgi edinme yöntemini de kapsamına almaktadır. Bilgi edinmek de bir yöntem ister, bir yöne doğrulmayı amaçlar. Onun da temelden çatıya doğru bir kuruluşu, ayrıntıların özü belirlemek için bir bileşimi vardır. Böyle olduğu için de bu öykücüğü bütün bilgi dallarına uygulayabilir, onların örnekleriyle benzeri başka öykücükler kurabilirsiniz- Dilerseniz konuyu biraz deşelim: Önce, ister istemez insanın usuna şu soru düşüyor: Nedir bilgi? Şöyle bir tanımda uyuşulabileceği kuşku götürmez. Bilgi, çevremizi daha somutça belirtmek gerekirse doğayı bir de toplumu tanımamız, bu iki gerçeğin sorunlarını çözmemiz anlamına gelmektedir. İşleviyse kişinin doğada ve toplumda yaşamını sürdürebilmesini sağlamaktır. Şimdi birbirini bütünleyen iki bilgi dalına örnek diye alsak, sorsak: Nedir coğrafya? Nedir tarih? Coğrafya için en kestirme yanıtın yeryüzü yuvarlağını tanımak ve onda geçen yaşamı bilmek anlamına gelmesi gerekecektir. Üstünde yaşadığımız şu yeryüzü yuvarlağı bugün için insanın evidir. Bugün için diyorum çünkü uzayı daha ev edinmedik kendimize; ama yarın onun da barınağımız durumuna gelmeyeceğini kim söyleyebilir? Kişioğlu evini, evinin dört duvarını, çatısını, odalarını nasıl tanımak zorundaysa yeryüzü yuvarlağını da öyle tanımak zorundadır. Onu tanımamak bir başka deyimle coğrafya bilmemek yaşanılan evin duvarlarına çarpmak, küçücük odalarını birbirine karıştırmak, şaşırmaktan başka bir sonuç doğurmayacaktır. Ya tarih? Tarih, toplumun belleğidir. Şöyle diyelim: En azından ruh sağlığı yerinde bir kişi, çocukluğundan bu yana tüm anılarını nasıl bir sıra içinde bilmekteyse öylece içinde yaşadığı toplumun, kuşkusuz kendi ulusal toplumu yetmez, insan topluluğunun çocukluğundan bu yana anılarını yine bir sıra içinde bilmek zorundadır. İlk Çağ sürecine ilk çocukluğu, Orta Çağ sürecine daha bir yetişmiş günleri, Yeni Çağlara olgunluk yılları gibi bakabilmelidir ki belleğinin aracılığıyla kendi kişisel yaşamıyla bütünleşebildiği gibi uygarlığın yaşamıyla da bütünleşsin. Diyelim ki gerisinde kırk yıllık bir yaşamı varsa onunla birlikte tarihin ömrünü de sürebilsin. Bu açıdan bakıldığında bir matematikçiye yaşı sorulunca örneğin Phytagoras (Pisagor)'dan bu yana geçen zamanı hesaplayacak, kendi kişisel yaşını da ona ekleyerek çıkan rakamı söyleyecektir. Yaşadığımız yeri bilmek, sonra da bu yaşanan yerde bugüne dek oluşmuş zamanı kendi kişisel yaşımız gibi duymak... Belki de bu iki ilkeyi uygulamakla insan olmak bilinci başlamaktadır.
Bütün bilimler, bütün bilgi dalları için de geçerli bir soru olmak gerekir, örneğin sorabiliriz: Ne demektir fizik bilmek? Ya da matematik bilmek? Ama biz burada coğrafya ve tarih bilimlerini örnek aldığımız için yine de şöyle soralım: Ne demektir coğrafya bilmek ya da tarih bilmek? Bence bütün bilimler, bütün bilgi dalları için bu soruya verilmesi gereken yanıt doğa bilim öğretmeninin yukarıda anlattığım öykücüğünde saklıdır; bu bakımdan coğrafyaya da tarihe de uygulanabilir. Denilebilir ki gözün canlının karnında olmadığını, gözün canlının neresinde olduğunu bilmektir.
Bir kişi düşünün ki yeryüzünün en yüksek tepesini, denizlerin en derin çukurunu santimetresiyle söylüyor. Pasifik'teki sayısız adaları adlarıyla sayıyor bir bir. Atlantik'ten esen hava akımları da özellikleriyle ezberinde. Ya ay diyorsunuz, o nerden alır aydınlığını? Sorunuzu, özü aydınlıktır onun diye yanıtlıyor. Bu örnek abartılmış bir örnek gibi gelecektir, kuşkusuz öyledir de. Ama yıllarca önce tanık olduğum şu konuşma, bu örnekten daha mı ılımlıdır? İki kişi konuşuyorlardı, biri: "Ben," dedi "Çok meraklıyım, iyi tarih bilirim ne istersen sor!" Arkadaşı: "Anlat bakalım." dedi "Haçlılar Seferi'ni." Tarih meraklısı genç gözünü şöyle bir yumdu. Ayrıntılarıyla saydı, döktü. "Ya Viyana Anlaşması?" dedi beriki. Onu da yanıtladı, hem de birkaç Viyana Anlaşmasını tarihleriyle, anlaşmayı imzalayanların adlarıyla, ulaşılan ve ulaşılamayan sonuçlarıyla söyledi. Sorular soruları izledi. Orta Çağdan başlayarak Fransız, İngiliz krallarının adları, dükler, dukalıklar, şunlar, bunlar bir bir sayıldı. O yüzyılların o bölgedeki savaşları, barış koşulları söylendi. Soruları soran umut kesmiş gibiydi nerdeyse ama nereden, nasıl bilinmez bizim doğa bilimi öğretmeninin usuna doğduğu gibi son bir soruyla yarışı bitirmek istedi: "Peki," dedi, "Söyle bakalım: İsa kaçıncı yüzyılda doğdu?" Tarih meraklısı, bu kez biraz derince bir düşünceye daldı: "Bak," dedi, "İşte onu bilemeyeceğim."
Coğrafya bilmek, yeryüzü yuvarlağının ayrıntılarını bilmekle birlikte güneş düzeninin bilimsel mantığını da bilmektir. Tarih bilmekse insanlık oluşumunun geçirdiği süreci kendi kişisel bilinci gibi bilmek, özellikle bilgisini zamanın dizimindeki yerlerine bağlantılarıyla oturtabilmektir. Bu ilkenin dışındaki bilgi, gözün bütün ayrıntılarını saydıktan sonra göz canlının karnındadır, demekten başka nedir?
Gözün canlının karnında olduğunu sananları salt bilgi alanında aramamalı, sanat alanında da böyleleri vardır. Öyle sanıyorum ki bunlar da beğenisizler, iyi ile kötüyü, doğru ile uydurmayı ayıramayanlardır. En güç iş, sanatın gerçeğiyle kalpını ayırmaktır denebilir. Denebilir çünkü bu ayırmada en geçerli araç beğenidir. Beğeni ise sanat alanında ulaşılacak son nokta, edinilecek son büyük deneydir. Çoğu kez nesnel ölçülerden uzak, kişinin tüm sorumluluğunu tek başına yüklenerek varacağı bir yargı, bir yargılar düzenidir. Bir ozanın dediği gibi: "Bir elimde dize, çevremde koskoca evrenin verdiği yalnızlık duygusuyla baş basayım şimdi." Bu koskocaman yalnızlık duygusunun içinde beğeni işlevini yapacak, yargısını verecektir. Onu, sanat tarihi bilgisi de kuramlar da karşılaştırmalar da gereğince destekleyemeyecektir.
Öyle keskin kuramcılar, sanat tarihi bilginleri vardı ki sanat yapıtının gerçeğiyle uydurmasını ayıramaz; kanıtlarını koyar, mantıksal düzeni işletir de yine kalp parayı satın alır. Deyim yerindeyse bir yalnızlık bilimi, bir yalnızlık sanatı olan beğeniden yoksunluk, o yoksunluğun boş bıraktığı yer kolayca doldurulamaz. Ne denli çaba gösterse belki gözün bütün tabakalarını Latince terimleriyle saymaktadır; ama gözü de canlının karnında sanmaktadır.
Söz, bilgi alanına dökülünce başlıca sorun gözün canlının neresinde olduğunu bilmektir, diyemez miyiz?
Sabahattin Kudret Aksal “Geçmişle Gelecek”
İLGİLİ YAZILAR
TÜRK EDEBİYATINDA DENEME Nurullah ÇETİN*