Kullanıcı Oyu: 0 / 5

Yıldız etkin değilYıldız etkin değilYıldız etkin değilYıldız etkin değilYıldız etkin değil
 

 

EDEBİ PORTRELER KİTABINDAN

 

Dehâ yaratmakta tabiat mı kıskançtır? Yoksa bol bol doğuyor da hayat mı onları daha tohum iken yok ediyor? Bunun cevabı henüz verilmemiştir. Fakat ben gerçek bir dehânın hayat şartlarına mahkûm olacağına inanmıyorum. Bir çocuk nasıl etrafını zorlayarak doğarsa, büyük çapta keskin bir zekânın hayat, muhit ve cemiyeti de öylece zorlayarak yükseleceğine kaniim.

Ömrün yardımı, yalnız dehânın dekorunu zenginleştirir, verimini arttırır, sınırlarını ve çapını genişletir.

Bunun az bir şey olmadığını ben de biliyorum. Amma şu kadar var ki, gerçek bir dehâ, meydansız at ve atsız bir meydan gibi değildir. O büyük kuvvet, muhtaç olduğu zaman atını da, meydanını da yaratabilir. Hattâ atsızlığı ve meydansızlığı bir kuvvet haline kor.

Abdülhak Hâmid’e hem yaradılış cömert davrandı, hem ömrü güler yüz gösterdi.

Dedesi şairdi ve eczanesinin üstüne:

Ne ararsan bulunur derde devadan gayri

mısraını yazacak kadar hakîmâne bir tevazua sahipti. Ceddâniyeti böyle olan Hâmid, Bebek’te doğdu, Çamlıca’da serpildi.

Hani yine kendisinin:

Bu yerlerde doğan bir şair olmak pek tabiîdir dediği Çamlıca’da...

Tanzimat sonrasının bu en büyük siması, Fuzûlî den önce Hâfız’ı ve Nefi’den evvel Firdevsî ile Muhteşem’i, Şirazlı Örfî’yi okumuştu. Sefarethane münşîsi Mirza Şevket’i ona koşturan da talihidir.

Acemceyi İran payitahtında öğrendi. Ağabeyisi Nasuhi Bey’le birlikte Paris’e gitti. Fransızcayı diline ram etti. İngilizceye de Londra’da sahip oldu. Bu kadar zengin bir talih cömertliğine binde bir bile rastlanmaz.

Ben onu sefirlikten azledilip memleketine döndüğü gün tanıdım.

Devlet onu azletmiş, millet Sirkeci’de alkışlarla karşılamıştı. Bu tezadın değerini bilmem söylemeye hacet var mı?

O akşam, Tokatlıyan’daki ziyafette mideden ziyade, gönül ve kafalar doymuştu. Nitekim birkaç gün sonra devlet de millete uymuş ve Hâmid’i Âyan a almıştı.

Fikret, ondan bahsederken, “Geniş bir cephe, mûnis bir nazar, bir fıtrat-ı mahrem,” der.

Onda alın, gerçekten bir tan yeri gibi geniş ve yine onun gibi içinden ışıklı idi. Harikulade beyni, röntgen aydınlığı ile buradan sızıyor hissini verirdi. Yuvarlak başı, monoklünün inip kaldırdığı sağ kaşı, güzel ve manâlı yüzüne bulunmaz bir başkalık veriyordu.

O zamanlar, sakalına ancak ince ve belirsiz bir ak yaldız serpilmişti. Yalnız gözaltlarında heyecanlı ve çok ihtiraslı bir yaşayışın izleri seziliyordu. Redingotu, plâstronu ve emperiyal paltosu ile şıktan ziyade zarif görünüyordu. Saçlarında bir tek siyah kalmadığı günlerde de bu itinalı, zarif giyinişi bırakmamıştı.

Seksen beş yılı, bükülmeden, en küçük bir kıvrıma bile yer vermeden taşıdı. Boyu da mısraları gibi kendini zamana çiğnetmedi.

Her kirinden ayrı bir zarafet ve incelik havası dağılan Şair-i Azam’da yalnız ses kalındı. Azıcık ispirto ile örselenmiş kalın sesini dinlerken, ben, kaç kere Vâhiy’leri düşünmüşümdür. Sesinde ney demleri gibi zengin bir derinlik vardı.  Nükteyi şaşılacak bir ciddiyetle yapar ve bu tezadın karanlığı içinde zekâ şimşeği, daha kamaştırıcı bir parlaklık alırdı. Tevazuun büyüklüğünü ben onda gördüm.

İnsan edince kendi kemalile imtizaç 

Tenzil-i kadr-i âhere hissetmez ihtiyâç

beytini o, kendisi için değil, kendisine saldıranlar için söylemişti. Bu mısraları onun gururuna şahit tutanlar yanılıyorlar Hâmid’de tevazu el gibi, parmak gibi tabiî bir şeydi. Yalnız bir kere onun mağrur konuştuğunu gördük. Hem Allah için gururu da kendisi kadar büyüktü.

Eskiciler nâkâfi sözüne sataşmışlardı. “Arapça bir kelime ile Acemin nâ’sı yan yana gelir mi a cahil?” diyorlardı. O vakit Hâmid, muhteşem bir şiirine nakâfi’yi redif yaptı ve:

Bugün ben yazdım, elbette yazar ahfad nâkâfi

hükmüyle zamanın alnını mühürledi. Bence bu hüküm istikbal fatihliğinin de buyrultusudur.

Bazıları, o gelinceye kadar, şiirimizde derinlik yoktu derler. Bu büyük geçmişimizin şerefli varlıklarına iftira olur. Hayır derinlik, Türk şiirinde Hâmid’le başlamaz. Fakat Hâmid’in şiiri muhakkak ki derinlikleri dalgalandıran bir kuvvettir.

Ben, onu:

Derin bir cevv-i lâhutî, geniş bir darbe-i şehper

mısraıyla tarif edenlerle beraberim. Bu kanaatler, ona dehâsının armağanı idi. En derin his uçurumlarına dalar, en yüksek hayal göklerine süzülür ve her ikisinden de şâhâne ganimetlerle dönerdi.

Ona gelinceye kadar, hiçbir şairin ilham zenginliği böyle ciltler halinde tepeleşmemiştir. Derinliği onunla başlatanlar da galiba bu noktaya dayanıyorlar.

Hâlbuki bunun sebepleri başkadır. Eskiler, dar bir sanat çerçevesi içinde mahpusturlar. Gazel ve kasideleri ne kadar çoğaltsalar renk değişmiyordu. İki üç renkle yapılan tablo, ne kadar büyük olursa olsun, tabiattaki bütün kemâli kucaklayabilir mi?

Darlığı sezen büyükler, muhiti genişletemeyince derinliğe doğru gitmişler, imkânsız sanılacak güçlükleri zorlamışlardı. Noktasız gazel ve kasideler, murassalar, gönül ve beyin akümülatörlerinin boşalmasından başka nedir? Granit üstünde tarla açmakla bunlar arasında zorluk bakımından ne fark var?

Hâmid, böyle bir ölçü ve nizam darlığı içinde değildi. Amma çemberleri tek başına kırmadı. Kendinden önce gelenler bu yolda hayli alın teri dökmüşler, ince patikalar açmışlardı.

Biz, yeniyi güzel yaratışlar ile ruha çakacak bir büyüğe muhtaç olduğumuz zamanda o yetişti.

Şahsiyetini zaman eline, ihtiyaç avuçlarına cilâlattı. Hâmid’in talihi, yalnız doğduktan sonra başlamıyor, zamanında doğuşu, imkânların önüne serildiği bir çağda dünyaya gelişi de başka bir bahtiyarlık eseridir.

Onda bütün gençler için ibretle seyredilecek bir şey var. Hâmid niçin çok yazdı? Neden çabuk tükenmedi? Şiiri, yalnız kalbinin kaynadığı gençlik demlerine mahsus bir heyecan verimi sayanlar olmuştur. Amma lâftır bunlar. Bir fidan nasıl kökünü derinliklere indire indire koca çınar olursa, bir şair de kültürünü genişlettiği kadar uzun ömürlü, çok eserli, derin izli olur.

 

Hakkı Süha Gezgin, Edebi Portreler

 

 

SON EKLENENLER

Üye Girişi