Kullanıcı Oyu: 5 / 5

Yıldız etkinYıldız etkinYıldız etkinYıldız etkinYıldız etkin
 

 

 MEHMET AKİF-EDEBİ PORTRELER

Orta bir boy, geniş ve yuvarlak omuzlar. At sırtından inmemiş eski Türk akıncıları gibi, gövde kısmı bacaklardan daha uzun. Makine ile kesilmiş saçlar. Hayretle kalkık kaşlar. Kestane renkli derin gözler. Öfkeli zamanlarında bile kadife parıltıları yapan yumuşak bakışlar.

Onu ilk defa rahmetli Enver’in evinde görmüştüm. Balkan Savaşı’nda vatanın uğradığı felâkete şiirleriyle tek başına ağladığı günlerde idi. Her hafta bir başka mersiyesini ana toprağın bir yarasına sarıyordu. Herkesin sustuğu, dillerin tutulup kalemlerin uyuştuğu bu facia ortasında o ruhun ve vicdanın İlâhi bir meşalesini eline almıştı.

Ben Akif’e, bu muhteşem heyecan divanhanelerinden geçerek kavuştuğum için, ilk görüşmemizin hafızamdaki izi ölünceye kadar silinmeyecektir.

Sarıgüzel’de, yumuşak sedirli mert bir dost evinde, pencereleri çok renkli bir bahçeye bakan bir odada idik. Tek tük ak düşmüş siyah sakalı, konuşurken dişlerinin parıltısını arttırıyordu. Kendi evini, Rumeli’yi kaplayan kan sellerinden kurtulmuş göçmenlere verip bir dostuna misafir olmuştu.

0 gün vatandan başka hiçbir şey konuşulmadı. Kanım kaynamıştı. Aramızda mefkûre ayrılığı yoktu. Ancak ona giden yollar başka başka idi. Ona candan bağlandım ve tabutunu omzumda taşıdığım güne kadar da içimin sevgisi arttı, eksilmedi.

Evet, o İslamcı, ben Türkçü idim. Ben, onun tuttuğu yolda çürüklükler görüyordum. O Türkçülüğü, imparatorluğu parçalayan bir tehlike sayıyordu.

Kendisine, Arap, Arnavut ve Kürt davalarını anlatmak istedim.

-Artık Türk’ün de kendini düşüneceği zaman gelmiştir, dedim.

Yüzüme kızgın ve yaralı gözlerle baktı. Cevap vermedi.

Evet, vatan saadetini dilemekte birdik ama millî inanışta, millî mefkûrede uzlaşmamıza imkân yoktu. Yalnız onun imanındaki temizliğe, hasbîliğe de hürmeti borç bilirim.

Şair Âkif de büyük bir varlıktır, ama insan Akif’in büyüklüğünü dile sığdırmak çok güç. Ona dair yazılan kitaplarda çok hayranlık, çok sevgi, çok saygı var. Fakat dedim ya insan Âkif, bir engindir; dil, bir kadeh.

Süleyman Nazif, Mehmed Âkif isimli eserinde onun sanatını bir sanatkâr heyecanıyla anlatır. Bence bu büyük adam daha az coşkun bir gönül ve daha sakin bir beyinle incelenmelidir. Akif’in sanatkârlığı, eskilerin “sehl-i mümteni” dedikleri cinsten bir şeydir. İlk bakışta derinliği göze çarpmaz.

Dil, sanki balmumudur. Söz, onun sanat potasında su gibi erir ve kalıplanırken hiç pot vermez. Bundan ötürüdür ki onun üslûbundaki pürüzsüzlüğü görenler, Davud’un mucizesini hatırlarlar. 0, sesinin yakıcı âhengiyle demirleri yumuşatıp zırh yaparmış, Akif’in elinde de söz o hale gelir.

Aruz, eskiden beri gem taktırmaz azgın bir küheylan olarak tanınmıştır. Divan edebiyatını dolduran aksaklıkları, zarureti vezin mazereti reçetesiyle örterler. Bu büyük sanatkâr, vezin içinde yalnız sözün hâkimiyetini kurmakla da kalmamış, aruzu kalemine köle etmiştir. En bulanık, en çetrefil, en akıcı düşünceler, duygular onun huzurunda dize geldi. Bu müjde, hattâ Safahat alınmaya lâyık tutulmamış ilk manzumelerinde bile görülür.

Onda en çok imrendiğim şey, kendini başkaları için harcayışıdır. Bütün eserlerinde şahsî bir derdine rastlayamazsınız. Sanihası, ilhamı, duyuşu, sezişi hep vatan ve millet içindir.

Ömürlerinde hürmetten, alkıştan başka bir şey görmedikleri halde vatana ve millete küsen şairlerimiz var. Âkif küçüğünden büyüğünden haksız tarizlere uğradığı halde şiirine bunların gölgesini düşürmedi. Çünkü o, sanatıyla olduğu kadar’ kalbiyle, vicdanıyla, şuuruyla ve feragatiyle de büyüktü.

Mısır’a gidişini ne mânâsız şeylere verdiler. Şapkadan ürktüğünü söylediler. O, şapkadan ürkecek adam mı idi? Bana inanmazsanız şu beytini dikkatle okuyunuz.

Yumuşak başlı isem, kim dedi uysal koyunum

Kesilir belki, fakat çekmeye gelmez boynum

hakikatin ne olduğunu görürsünüz.

Anadolu’da İstiklâl kavgası başladığı vakit, koynunda üç günlük nafakası yokken yayan yollara düştü. Bu tarihte Araplar ayrılıp ayrı devlet kurmuş, Arnavutlar başlarına bir kral geçirmişlerdi. İstiklâl Savaşı, yalnız Türk’ün dâvâsı idi. Ona “molla” diyenler, “softa” diyenler, İstanbul da yan gelip müstevlilere boyun eğerken, Âkif ruhunun kılıcını çekmiş ve gaza meydanına atılmıştı.

İstiklâl Marşı’nın ilk mısraındaki müjde, orada dövüşen kahramanlar için değil, burada titreşen zavallılar için yazılmıştır.

Vatan felâketini olduğu kadar, millî şerefi de onun kalemi besteledi.

Balkan faciasına ağlayan mısralardan sonra, Çanakkale harikasının destanını da o yazdı. Hamasî lirizmin en kaynak örneklerini o verdi.

“Bülbül”, “Secde” şiirlerinde ise bir insan kalbinde kopması mümkün olan fırtınaların en coşkunlarıyla karşılaştık. Âkif, yalnız bu iki manzumenin sahibi olsaydı, yine şanında hiçbir eksiklik bulunmayacaktı. Bir şair ruhunun ne engin kanatlı bir varlık olduğunu bu şiirlerde bütün ihtişamıyla gördük.

Mısır’da çıkardığı Safahat'ın son cildi Âkif’in nasıl gittikçe olgunlaştığının ne büyük bir şahididir.

Boğaziçi orada hiç sönmeyecek bir fikir ve ruh şenliği halinde yaşıyor. Mevlid dekoru bir harikadır.

Mehmed Âkif, kuyruklu yıldızlar gibi asırda bir doğan, fakat tek başına bütün bir ufku dolduran bir bahtiyardı. Sanatının elmas sorgucu bütün iftiralar, anlamamazlıklarla lekelenmeye çalışılsa bile, yarınki nesiller onu gönül dünyasının bir fatihi gibi alkışlayacaklardır.

Geniş omuzları, dolgun göğsü ile ortadan kısa görünen bir boy. Bembeyaz bir sakal, dolgun bıyıklar. Bu beyazlıkla bir türlü uzlaştıramayacağınız derecede genç, gergin, pürüzsüz bir yüz. Altından sanki temiz ruhunun güneşi doğacakmış hissi veren pembe bir ten. Tombulluğundan umulmaz, çevik harı ketler. Yaylı gibi keskin ve âni kımıldanışlar. Sarı elâ gözler çocuk bakışlarının gölgesiz aydınlığı ile doludur. Onlara bakınca, içinizde derin bir emniyetin, büyük bir ferahlanışın tadı duyarsınız. Dokunaklı, ılık, yumuşak bir sesi vardır. Ağzım söz, nezaketle kanatlanır. Tevazuyla büyüktür; kibarlığa, insanı ürkütmeyen sıcak ve cana yakın bir eda verir.

Ben, onu yirmi beş yıl evvel, Türk Ocağı’nda, Türklüğün havarileri arasında tanıdım. Kendi mefkûresinin çerağını on meşalesinden yakanlar, Türk şairini canlı bir azizlik halesi gibi sarmışlardı. O vakitler coşkun bir gençlik vardı. Mefkûre beslenirdik. Onunla giyinir, onunla süslenir, onunla övünürdük. Gönüllerimizin tahtını mefkûre sultanına vermiştik. Mehmed Emin’le işte böyle heybetli bir dekor içinde tanışmıştım yamanda bizi birbirimize bağladı. İşten artan saatlerimiz Ocak’ta geçer, peynir ekmeğimizi orada yer, orada dertleşir, taşkın muhayyilelerimizi tutuşturan emellerden orada konuşurduk.

Ocak büyük değildi. Hattâ merdiven basamaklarında bile yer kalmadığı olurdu. Fakat biz samanlığı seyran yapan bir gönül erginliği içindeydik. Aramızda rütbe, mevki, para, refah sözü geçmezdi. İhtiras nedir bilmezdik.

En çetin mevzulara çarıklarımızla girer, en büyüklerin önünde öz duygumuzu söyler, düşüncelerimizi dile getirirdik. Bu münakaşaları, Mehmed Emin bir velî gülümseyişiyle dinler ve galiba bunlarda biraz da kendi eserini görür gibi olurdu.

O vakitler ben, Beşiktaş’ın Haşan Paşa Deresi denilen semtinde otururdum. Üstadın evi de yirmi adım daha ötede idi.

Hemen her gece orada toplanır, geç vakitlere kadar şiir okur, dünyanın meşhur vatan şairleriyle baş başa kalırdık. Hamdullah Suphi, Doktor Haşan, rahmetli Remzi, Reşit Galip, Bestekâr Yekta bu mefkûre turunun Musa’larıydı.

Mehmed Emin’in bir cephesi işte budur. Herkesin kendi hava ve hevesinde gezdiği demlerde o:

Ben bir Türk’üm dinim, cinsim uludur

Sinem, özüm ateş ile doludur.

diyecek bir uyanıklık göstermiş ve yıllarca bu izsiz mefkûre dağlarında tek başına dolaşmıştı.

Gaye yolunda, hayır hayır, gaye kayalığında, gaye sarpında tek kalmak herkese nasip olmaz. Ruhunda ideal ordularının uğultulu karargâhını sezmeyenler, bu muhteşem yalnızlığa katlanamazlar.

Türk Sazı'na “kaval” diyenler oldu

Bende esir yaratmayan bir Tanrı’ya iman var

dediği vakit, etrafındakiler bunun mânâsını henüz anlamamışlardı. Düzme edebiyatların, sahte hassasiyetlerin şiirden kovduğu Türk sözlerini, o, öksüzlükten kurtardı. Aruzun yabancılığıyla kaynaşmamasını beceriksizliğine verenler bile olmuştu. Bütün bunları duydu. Aldırmadı. Kanayan sanatkâr kalbini, mefkûresinin eleğimsağmadan sargısıyla sararak avundu. Her tariz, ona Kızılelma yolculuğunda yeni bir basamak oluyor, biraz daha yükseldiğini, ufkunun bir parça daha genişlediğini seziyordu.

Nihayet beklediği gün geldi. Ona “Millî Şair dediler. Kendi elemini, kendi derdini, öz ıstırabını, beşerî zaaflarını, aşkını, çocuklarını sazına sokmamış, bütün sanatını vatan ve millete vakfetmiş, bu hakkı, bu şerefli adı ömür süren bir feragatin mükâfatı olarak kazanmıştı.

Beranje’yi Fransızlığın en cana yakın şairi yapan sadelik, bizim Mehmed Emin’imizde de var. Kıymet hükümlerimizi zaman çerçevesi içinde vermeliyiz.

Mehmed Emin, hayatında nasıl her ihtirası yenerek bütün gücünü Türklüğe harcamışsa, sanatını, sanatkârlığını da yine o uğurda feda etmiştir.

Derin şair, kuyumcu sanatkâr, âhenk yaratıcısı olmaya özenmedi. İnceliği, yüksekliği, güzelliği birer yıldız ve mefkû-reyi bir güneş şeklinde gördü.

“Ey Türk Uyan” derken, düşündüğü şey yalnız anlaşılmaktı. Mısralarının kadife kınlı, zümrüt kabzalı süs kılınçları gibi değil, akıncıların çıplak fakat muzaffer kılınçları gibi olmasını istedi. Onun açtığı ruh gazasında bu sadelik ve bu ferâgat gerektir.

HAKKI SÜHA GEZGİN, EDEBİ PORTRELER

 

 

SON EKLENENLER

Üye Girişi