Kullanıcı Oyu: 0 / 5

Yıldız etkin değilYıldız etkin değilYıldız etkin değilYıldız etkin değilYıldız etkin değil
 

BAKİ HAYATI ve ESERLERİ
(ö. 1008/1600)
Şöhret ve tesiri asırlarca devam eden klasik Osmanlı şiirine söyleyiş gücü kazandıran ve "Sultânü'ş-şuarâ" diye anılmış büyük divan şairi.

Asıl adı Mahmud Abdülbâki’dir. 933'te (1526-27) İstanbul'da doğdu. Babası Fâtih Camii müezzinlerinden Mehmed Efendi adında bir zat olup 1566 Hazira­nında hac yolculuğu sırasında vefat et­miştir. Fakir bir ailenin çocuğu olan Ba­kî gençliğinin ilk yıllarında çırak olarak saraçlık mesleğine girmiştir. Yeni bir gö­rüşe göre ise Bâkî'nin işi saraç çırak­lığı değil, camilerde kandillerin yakılma­sı ve bakımı hizmetini yapanlara verilen ad olan "sarrâclık'tır. Kelimenin bu hu­susi mânasının herkesçe bilinmemesi, onun saraç çırağı olduğuna dair sürege­len yanlış bir kanaate sebep olmuştur (bk. Gökyay, III, 125-133) Yaratılışındaki okuma ve öğrenme arzusu onu medre­seye yöneltti. Uzun zaman Karamânîzâde Mehmed Efendi'den okudu. Ders ar­kadaşları arasında Nev'î, Üsküplü Vâlihî, Edirneli Mecdî, Hoca Sâdeddin, Kara­manlı Muhyiddin gibi ileride şair ve âlim olarak ün kazanacak gençler vardı. Tah­silinin yanı sıra şiirle de iyiden iyiye uğ­raşan Bakî, zamanının edebî şöhretleriyle tanışıp onlara nazîreler yazarak de­ğer ve kabiliyetini göstermeye çalışıyor­du. Zati’nin Beyazıt Camii avlusundaki remilci dükkânına sık sık giderek ga­zellerini onun tenkidine sunuyordu. Zâ­tinin şiirlerine söylediği nazirelerle bir yandan kendi şiir dilini olgunlaştırırken aynı zamanda dükkânı İstanbul'daki şa­irlerin toplantı yeri olan bu müstesna şairin takdirini elde ediyordu. Nitekim Zatî de onun bir beytini tazmin edip yazdığı gazeli divanına koymuş, kendi­sini ayıplamak isteyenlere, "Bakî gibi bir şairin şiirini almak ayıp değildir" di­yerek yaptığı işi haklı göstermek iste­mişti. Zatî 953'te (1546) vefat ettiğinde Bakî yirmi yaşlarında idi.

Hocası Karamânîzâde Mehmed Efendi'ye yazdığı "sünbül" redifli kaside ile şiirde kişiliğini artık iyice kabul ettirmiş­ti. 1552'de yeni açılan Süleymaniye Medresesi'nde Kadızâde Şemseddin Ahmed Efendi'nin derslerine devama başladı. Ramazan 962'de (Ağustos 1555) Nahcıvan seferinden dönen Kanûnî'ye tak­dim ettiği kasidede üç yıldır medrese odalarında yattığından ve padişahın em­riyle bir yıl bina eminliği hizmetinde bu­lunduğundan söz etmektedir. Anlaşıl­dığı üzere derslere devam ederken öte yandan, yapımı sürmekte olan Süleyma­niye Külliyesi'nde bina emini olarak ça­lışmıştı. 1556 yılında Halep kadılığına tayin edilen hocasıyla birlikte gitti ve orada kadı nâibliği yaptı. O sırada ho­casına "râiyye", Halep Beylerbeyi Kubad Paşa'ya da "hilâl" redifli birer kaside sundu. Şah Abbas'ın kütüphanecisi ve Mecmau'l-havâs adlı tezkirenin müel­lifi Sâdıkî-i Kitâbdâr Halep'e uğradığın­da kendisiyle tanışıp uzun uzun sohbet­lerde bulunmuş, aralarında latifeleşmeler geçmiştir. Bakî Halep'te dört yıl kadar kaldı. Kadızâde'nin 1560 yılında Halep kadılığın­dan istifa ederek İstanbul'a dönüşünde onunla beraber yola çıktı. Aynı yılın Mart ayında, Konya'da Şeyhülislâm Ebüssuûd'un kadılıkla Şam'a gitmekte olan oğ­lu Mehmed Çelebi'ye rastladı. Kendisi­ne bir "nûniyye" kasidesi takdim ede­rek ondan babasına bir tavsiye mektu­bu aldı. Bakî İstanbul'a varışında kendi­si için yazdığı "lâmiyye" kasidesini suna­rak Ebüssuüd Efendi'nin çevresine gir­me imkânını elde etti. Bu arada sadâ­ret mevkiinde bulunan Rüstem Paşa'ya yaklaşmak için onun şeyhi. Baba Efendi diye mâruf Filibeli Şeyh Mahmud Efendi'ye intisap etmeye uğraşıyordu. Bu se­beple ona da birkaç kaside takdim etti. Rüstem Paşa'nın 1561'de ölümü ile ye­rine geçen Semiz Ali Paşa'ya da iki ka­side sundu. Ekim 1561'de dânişmend, iki sene sonra da mülâzım oldu. 1564 Nisanında da yirmi beş akçe ile bir med­reseye tayini için ferman çıktı.

O sırada Rumeli kazaskeri olan Hâmid Efendi bu tayini kanuna ve usule uygun bulmadığından gereğini yapmak­ta tereddüt göstermekte iken şairi ta­nıyan ve takdir eden padişahın yeniden ve kesin fermanı üzerine 30 akçe ile onu Silivri'de Pîrî Mehmed Paşa Medre­sesi'ne tayine mecbur oldu. Orada çok kalmayan Bakî birkaç ay sonra. Kasım 1564'te İstanbul'da Murad Paşa Med­resesi'ne nakledildi. Bu tayinin sağla­dığı imkândan faydalanarak Kanunî'nin kendisine gönderdiği şiirlerine onun em­ri üzerine nazîreler yazıyor, bir yandan da ona kasideler takdim ediyordu. Ara­larındaki bu alâka, zeki ve kabiliyetli şa­irin yeteneklerini padişaha göstermesine yardım etti. Bu kabiliyetli şairden hoş­lanan Kanunî ona Keşşaf, Hidâye, Ekmel adlı kitapların kıymetli birer nüs­hasını hediye etti. Bakî de divanını pa­dişahın emriyle düzenleyerek ona sun­du. Padişahın türlü iltifatları şairi ma­nen ve maddeten zenginleştiriyordu. Bu arada Aralık 1565'te 10 akçe terakki*ye nail oldu. Haziran 1566'da, hacca gitmiş olan babasının ölümü haberini aldı. Bu­nun da ardından Kanunî Sultan Süleyman'ın Sigetvar'dan ölüm haberi geldi (Eylül 1566).

Daima himayesini gördüğü bu büyük sultana duyduğu samimi bağlılığını ve onun yüce şahsiyetini dile getiren ünlü mersiyesini yazdı. Son kısmı yeni padi­şaha intisap vesilesi olan mersiyenin ar­dından da II. Selim tahta çıktığında (15 Rebîülevvel 974/30 Eylül 1566) hemen bir "cülüsiye" takdim etti. Umduğu caizeyi bulamayışı bir yana Murad Paşa müder­risliğinden de azledildi. Uzun bir mâzullük devresinden sonra Temmuz 1569'da Mahmud Paşa müderrisliğine. Ağustos 1571'de de Eyüp müderrisliğine tayin edildi. Münşeat sahibi Feridun Bey'in va­sıtasıyla Sokullu Mehmed Paşa'nın hima­yesini elde eden şair padişahın hususi meclisine de girmeye başladı. Hükümda­rın birkaç gazelini tahmis, birkaçını da tanzir etti ve ayrıca ona üç kaside sun­du. Bu yakınlığın neticesi olarak 1573 Mayısında Sahn müderrisliğine getirildi. III. Murad'ın cülusundan sonra da itibar­lı durumu devam etti. Ekim 1575'te Sü­leymaniye müderrisliği payesine yüksel­tildi. Bu makama gelişinden bir ay son­ra talihinin burcunda uğursuz bir yıldız göründü. Rivayete göre Nâmî adlı bir şa­irin gazelini, mahlas beytindeki ismi Ba­kîye çevirmek suretiyle ona isnat ettiler. O gazeldeki, "Gınâ sadrındaki mağrur u nâ-âsûde serverden / Fena bezminde hâb-âlûd olan mestânemiz yeğdir" beytinde şair, içkiye düşkünlüğü meş­hur olan II. Selim'i oğlu III. Murada ter­cih ettiğini ima ediyor, dediler. Padişah hiddete kapılarak şairi azletti. Ancak onu himaye edenler hükümdara gazelin İs­tanbullu Nâmî'ye ait olup eski mecmua­larda görüldüğünü söyleyerek şairin ba­ğışlanmasını sağladılar. Gerçekte ise bu gazel Bakî divanının birçok yazma nüs­hasında bulunduğu gibi basmalarında da yer almıştır. Gazelin şairi kurtarmak gayesiyle Nâmîye isnat edilmiş olması mümkündür.
Bu hadisenin yatıştırılmasıyla Kasım 1576'da Edirne'de Selimiye müderrisli­ğine. Mart 1579da 1000 altın terakki ile Mekke kadılığına tayin edildi. Tem­muz 1582'de İstanbul'a geldi. Mekke'de iken tercüme ettiği el-İ'lâm fî ahvâli beledi'llâhi'l-haram adlı Mekke tarihi­ni padişaha takdim etti. Murâdi mahlasıyla şiirler yazan padişahın gazellerine yaptığı nazirelerle hükümdarın alâkası­nı görmeye başladı. Eylül 1584'te Molla Ahmed Efendi'nin yerine İstanbul kadı­sı olduysa da çok geçmeden azledilerek (Ocak 1585) Üsküdar'da oturması emre­dildi. Temmuz 1586'da tekrar İstanbul kadılığına getirilip kısa bir zaman son­ra da Anadolu kazaskeri yapıldı (Ekim 1586). Burada iki sene hizmetten sonra azledilen Bakî, üç yıl kadar açıkta kalışı­nın ardından Mayıs 1591'de yine bu ma­kama iade edildi.

Bu sırada bazı kadılar padişaha şair hakkında şikâyette bulundular. Bakî de Şeyhülislâm Bostanzâde Mehmed Efen­di'nin kardeşini kendi yerine getirmek için şikâyetçileri tahrik ettiğini hakare-tâmiz kelimelerle ileri sürdü. Şeyhülis­lâm ise onun bazı mısralarına dayana­rak kendisine küfür isnadında bulun­duktan başka rüşvet alıp verdiğini de iddia ederek azlini ve sürgün edilmesini istedi; aksi takdirde makamından ayrı­lıp başka sultanın ülkesine gideceğini söyledi. Bakî padişahın hocası Sâdeddin Efendiye başvurarak o sırada Rumeli ka­zaskeri olan Zekeriyyâ Efendi'nin şey­hülislâmlığa getirilmesini, münasip gö­rülmediği takdirde kendisinin bu ma­kama talip olduğunu bildirdi. Bostanzâde'nin, başka bir sultanın ülkesine gi­deceğine dair sözünden incinen hüküm­dar onu azlederek yerine Zekeriyyâ Efen­di'yi, Rumeli kazaskerliğine de Bâkî'yi tayin etti (Nisan 1592). Böylece ilmiye mesleğinin bu üst basamağına ulaşıp yıl­lardan beri özlediği şeyhülislâmlık maka­mına o kadar yaklaşmışken üç ay sonra emekli edildi (Şevval 1000/Temmuz 1592). III. Mehmed'in Cemâziyelevvel 1003'te (Aralık 1594) tahta geçişi, bir köşede unu­tulmuş ve küskün bekleyen Bakînin için­deki ümitleri canlandırdı. Tekrar bir mevkiye gelebilmek arzusu ile kendisine ka­sideler sunduğu hükümdar onun bu di­leğini karşılıksız bırakmayarak yaşlı şai­ri yeniden Rumeli kazaskerliği makamı­na getirdi. Ancak daha önce kendisinin azline sebep olduğu Şeyhülislâm Bostanzâde'nin oyunu ile altı yedi ay kadar son­ra buradan uzaklaştırıldı (Ağustos 1595).

Yine bir köşeye atılan Bakî padişaha kasideler sunarak eski makamına dö­nebilmek için devamlı ricalarda bulunup üç yıllık bir bekleyişten sonra yeni sad­razam Hadım Hasan Paşa'nın yardımı ile Şubat 1598'de üçüncü defa Rumeli ka­zaskeri oldu. Bostanzâde'nin ölümü üze­rine şeyhülislâmlık yolu kendisine bir kere daha açılmış görünürken, sadraza­mın bütün gayretine rağmen, padişah üzerinde derin nüfuzu olan eski ders ar­kadaşı Hoca Sâdeddin Efendi bu maka­ma getirildi. Sadrazamın çok geçmeden idamı ile hamisini kaybeden ve ümitle­ri suya düşen Bakî de istifa etti (Muhar­rem 1007/Ağustos 1598). Bir yıl geçtik­ten sonra Hoca Sâdeddin Efendi vefat ettiğinde ise son defa uyanan şeyhülis­lâmlık ümidi de Sun'ullah Efendi'nin ta­yini ile tamamen yıkıldı. Artık iyiden iyi­ye ihtiyarlamış ve çökmüş koca şairin zayıf ve sinirli bünyesindeki hastalıklar bu darbeyle daha da artarak konağın­daki cariyelere hiddetlendiği bir sırada 23 Ramazan 1008 (7 Nisan 1600) Cuma günü vefat etti. Cenaze namazı Fâtih Camii'nde Sun'ullah Efendi tarafından ka­labalık bir cemaatle kılındıktan sonra Edirnekapı dışındaki mezarlıkta topra­ğa verildi.

Bakînin, ileri yaşlarında iken dünya­ya gelen ve daha sonra kendisi gibi mü­derris ve kadı olan iki oğlu vardır. Bun­lardan ilki Şeyhî mahlasıyla şiirler yazan Şeyh Mehmed (ö. 1039/1630), diğeri Abdurrahman'dır (ö 1045/16361 Bunun da Fâizî mahlasıyla şiirler yazan bir oğlu olup 1076 (1665-66) yılında vefat et­miştir. Bâkî'nin vaktiyle Fatih'te Yeni Nişancıpaşa civarında bir mescidi ve adını taşıyan bir mahalle vardı.

Eşiğine kadar geldiği halde bir türlü erişemediği şeyhülislâmlık bir tarafa bı­rakılırsa, daha gençlik çağından itibaren gittikçe artan bir takdir görerek yüksek mevkilere ve devamlı bir şöhrete ulaşan Bakî, dünya nimetlerinin zevkini çıkarma­sını bilen, talihin birçok lutfunu elde et­miş bir şairdir. Meslek hayatındaki geçi­ci bazı iniş çıkışlara mukabil devrini ya­şadığı dört hükümdar zamanında hep el üstünde tutulmuş, Kanûni'nin saltanatı sırasında çağının en büyük şairi sayıla­rak kendisine lâyık görülen "Sultânü'ş-şuarâ" unvanını asırlar boyunca koru­muştur. Bâkî'nin şöhreti ve eserleri Ana­dolu ve Rumeli'yi aşıp Azerbaycan, İran ve Irak'tan Hicaz'a, nihayet Hint saray­larına kadar yayılmış bulunmaktaydı.
Onun kendisini çevresine sevdirmesin­de hoşsohbet, nükteci ve neşeli mizacı kadar vazifesinde dürüst ve iyiliksever bir kimse oluşunun da ayrıca tesiri var­dır. Bununla beraber Bâkî'nin hızlı yük­selişi ve kazandığı büyük itibar zamanı­nın bazı şairlerinin kıskançlığını çekmiş, bundan ve ayrıca birtakım nükteleri yü­zünden onlarla kendisi arasında hicivleşmeler geçmiştir. Hayatının sonlarına doğru şeyhülislâmlığa ulaşmak için çok daha artan mevki hırsı onu bazı idarî oyun ve entrikaların içine sokmuştu. Ba­kînin bulunduğu makamların gerektir­diği ciddiyetle bağdaşmayacak birtakım hareket ve davranışları olduğunu göste­ren fıkra ve nüktelere de rastlanır. Çok arzu ettiği halde şeyhülislâmlığa gele­meyişinde sanatkâr ve eğlenceye düş­kün serbest yaratılışının bu gibi teza­hürlerinin de payı olsa gerektir.

Bakî, kendi çağında ve sonraki yüzyıl­larda gelen sanat ve edebiyat adamları­nın çoğunun belirttiği gibi, şiirde söyle­yiş tarzında yenilik yapmış, imâle ve zi­haf denilen dil kusurlarını asgariye in­dirmiştir. Ahmedî'den Bakîye kadar ge­len şairler, Türkçeyi aruza uydurmak için yapılan, hecelerde uzatma ve kısalt­ma şeklinde özetlenebilecek olan bu ku­surları belli nisbette gitgide azaltmış­lardı. Bâkî'nin şiirlerinde bunlar okuya­nın dil zevkini incitmeyecek dereceye düşmüştür.

Şöhret kazanmış ve sayısı bir hayli tu­tan kasideleri de olmakla beraber Bakî her şeyden önce bir gazel şairidir. Onun bu sahadaki üstünlüğü sonraki devir­lerde de hep kabul edilegelmiştir. Bakî gazellerinde hayatın zevklerini terennüm etmiş, insanın fâni ömrünü elinden gel­diğince aşk, içki ve eğlence meclislerin-deki zevklerle gününü gün edip değer­lendirmesini benimseyen bir felsefeye tercüman olmuştur. Bu bakımdan Bakî, şiiri manevî ıstırap ve acılar etrafında dönen çağdaşı Fuzûlî'den çok ayrılır. O derin ve büyük ıstırapların şairi olmak yerine hayatın zevk ve eğlencelerine yö­nelmiş bir şiir ustasıdır. Bakî'de coşkun ilhamlar değil, şekil üzerinde durarak şiirini ince hayaller, nükte ve tevriye bas­ta gelmek üzere türlü edebî sanatlarla işleyip zenginleştirmeyi göz önünde bu­lunduran bir tutum esastır. Klasik nük­tenin dayandığı îhâm ve tevriye sanat­larının Bâkî'nin şiirinin hâkim unsuru ol­duğunu iddia eden çağdaşı Ahdî ve ona iştirak eden Kınalızâde Hasan Çelebi hü­kümlerinde haksız değildirler. Nüktedan, hoşsohbet, meclislerde aranan bir kişi olan Bakînin üslûbunun karakterine uy­gunluk göstermesi tabiidir. Şurası da var ki Hayalî'de ve Yahya Bey'de görü­len tasavvufî zevke Bakî'de hemen he­men hiç rastlanmaz. Aşağı yukarı her bü­yük şairin divanında bulunan tevhid, münâcât, na't gibi dinî ve bazan tasavvufî muhtevalı manzumeler Bâkî'nin diva­nında yoktur. Mekke kadılığında bulun­muş bir şairin bir na't bile yazmamış ol­ması düşündürücüdür. Bu husus ve ay rica hayatının seyri gösteriyor ki Bakî bu dünyanın zevklerini terennüm etmiş, şiirini de dünyevî arzularını ifade ve is­teklerini temin yolunda kullanmıştır. Şiirlerindeki birtakım garip mecazlar, ha­yal oyunları, aralarında yetiştiği Zatî, Hayalî Bey, Yahya Bey ve Emri gibi XVI, yüzyıl şairlerinin takip ettiği estetiğin izleri olarak izah edilebilir.

Bakînin şiirlerinde tabiat ve İstanbul'­dan çizgiler sık sık akis bulmuştur. Onur manzumelerinde devrinin zengin hayat ve haşmeti kolaylıkla hissedilir. Bakî ya sadığı tabiat ve cemiyet çevresinden şiirine yer yer canlı levhalar vermeyi bil mistir. Divan şiirine İstanbul Türkçesi'ni yerleştirmek gibi bir rolü olan Bakî zaman zaman halk söyleyişinden gelen ifa de malzemesine de açılır. Bakî tabiat ve zevk hayatına açık yönü ve üslûbu ili Şeyhülislâm Yahya ve Nedim'e bir öna sayılmıştır. Temiz ve ahenkli bir üslûba sahip olan Bakî divan şiirine bir söyleyiş kudreti ve rahatlığı kazandırmıştır. Asırlarca bir üstat olarak benimsenen Bâkî'nin şiirlerine kendi zamanından başlayarak her devirde başta büyük mümessiller ve şöhretler olduğu halde çeşit çeşit nazîreler söylenmiş, manzumeleri a; rica tahmis vb. yollardan da bir özen konusu olmuştur.

Eserleri. 1. Divan. Bakî divanını, ilk defa Kanunî Sultan Süleyman'ın isteğile onun sağlığında tertip etmiştir. Daha sonra, yazdığı yeni şiirleri de ilâve edile­rek değişik tarihlerde divanın yeni ve farklı tertipleri ortaya konulmuştur. Yal­nız Türkiye kütüphanelerinde ve hususi ellerde şairin sağlığında yazılmış ondan fazla nüshası vardır. Ölümünden sonra istinsah edilenlerle divanının kitapçıklardaki sayısı 100 den fazladır. Sadece bu rakam, zamanın tahribiyle ve özellikle İstanbul yangınlarıyla kaybolanlar hesa­ba katılmaksızın, onun şiirlerinin sonra­ki yüzyıllarda hiçbir Osmanlı şairiyle kı­yas edilemeyecek kadar okunduğunu göstermeye yeterlidir. Bakî divanının il­kin 1276'da (1859) kötü ve çok yanlışlı bir taş baskısı yapılmış, daha sonra R. Dvorak tarafından gazelleri esas alınarak Almanya'daki bir kısım nüshaları üzerinden yetmiş sayfalık bir önsözle yayımlanmıştır (Bâkl's Divân. Ghazalijjat, Leiden, [-11, 1908-1911]. Sâdeddin Nüzhet Ergun tarafından da bazı nüsha karşılaş­tırmaları ile birlikte ilk defa Latin harf­leriyle basılmıştır (Bakî, Hayati ve Şiirle­ri. I. Divan, İstanbul 1935). Mecmualarda ve naşirin görmediği nüshalarda bu ba­sımda bulunmayan bir hayli şiiri daha vardır. Son olarak da divanın onu İstan­bul kütüphanelerinde, ikisi Elazığ Fırat Üniversitesi'nde olmak üzere on iki nüs­hasına dayalı tenkitli metni henüz basıl­mamış bir doktora çalışması olarak or­taya konmuştur (Sabahattin Küçük, Bakî Divanı Üzerinde Bir İnceleme. Edisyon Kritikli Metin, MI, 1982). Bakî divanı Hammer tarafından 1825'te kısmen Almancaya tercüme edilmiştir. Bâkî'nin şiirle­rinden ayrıca yayımlanmış geniş seçmeler de vardır: Semseddin Sami, Bâkî'nin Eş'âr-ı Müntahabesi, İstanbul 1317; Fu­ad Köprülü, Eski Şairlerimiz. Divan Ede­biyatı Antolojisi, İstanbul 1934, s. 259-320; Nevzat Yesirgil, Bakî, Hayatı, Sanaü, Şiirleri, İstanbul 1953; Faruk K Timurtaş, Bakî Divanından Seçmeler, Ankara 1987; Sabahattin Küçük, Bakî ve Dîvânından Seçmeler, Ankara 1988.
2. Fezâilü'l-cihâd. Muhyiddin Ahmed b. İbrahim'in Meşâricu'l-eşvâk ilâ meşâri'i'l-'uşşak adlı Arapça eserinin tercü­mesidir. Cihadın faziletlerinden hareket­le Müslümanları cihada teşvik eden bu eseri Bakî Sokullu Mehmed Paşa'nın em­riyle 975te (1567) Türkçeye çevirmiş­tir. Kendi el yazısıyla bir nüshası Millet Kütüphanesi'nde (Ali Emîrî, Şer'iyye, nr. 1286) kayıtlı olup müze kısmındadır.
3. Meâlimü'l-yakin fî sîreti seyyidi'l-mürselîn. Şehâbeddin Ahmed b. Hatîb el-Kastallâni’nin el-Mevâhibü'l-ledünniy­ye bi'l-minahi'l-Muhammediyye adlı siyer kitabının tercümesidir. Sokullu Meh­med Paşa'nın emriyle tercüme ettiği ese­rin mukaddimesinde belirttiğine göre, Şafiî mezhebine bağlı bulunan müellifin çeşitli münasebetlerle bu mezhebe da­yalı olarak yaptığı fıkhî izahları tercüme sırasında Hanefî mezhebinin görüşleri­ne çevirmiş, çeşitli ilâve ve çıkarmalar­la kitap üzerinde telif denecek derece­de değişiklikler yapmıştır. Şair Nev'î ta­rafından istinsah edilmiş olan nüshada (Nuruosmaniye Ktp., nr. 3253) 987 (1579) tarihi bulunduğuna göre tercümenin bu tarihten önce yapılmış olduğu anlaşılı­yor. Gördüğü rağbet dolayısıyla birçok yazma nüshası olan eserin İstanbul'da üç de baskısı gerçekleştirilmiştir (1261, 1313-1316, 1322-1326).
4. Fezâil-i Mek­ke. Yine Sokullu'nun emriyle Mekke ka­dılığı esnasında, XVI. asır Arap müellif­lerinden Kutbüddin Muhammed b. Ah­med el-Mekki’nin el-Vlâm fî ahvâli be-ledi'llâhi'l-haram adlı eserinden yaptı­ğı tercümedir. 987'de (1579) tamamla­yıp Medine kadılığından azli üzerine İs­tanbul'a döndüğünde III. Murad'a tak­dim etmiştir. Eser Mekke'nin tarihinden ve bilhassa Osmanlı sultanlarının ora­daki hayratından bahsetmektedir. Çeşit­li kütüphanelerde nüshaları vardır. Bun­lardan en mükemmeli Köprülü Kütüp­hanesinde olanıdır (nr. 206). Bakî'nin bu üç tercümesi, pek lugatli yazılan ön söz­leri bir tarafa bırakılırsa, tabii, temiz ve güzel bir Türkçe ile kaleme alınmış ol­mak gibi bir meziyete sahiptir. Nev'îzâ­de Atâî, Bakînin Eyüp müderrisi bulun­duğu sırada, Ebû Eyyûb el-Ensârî tara­fından rivayet edilen hadislerden kırk tanesini tercüme ettiğini ve eserin tür­beye konulup ziyaretçilerin istifadesine sunulduğunu bildirmektedir. Ancak bu tercümenin herhangi bir nüshasına he­nüz rastlanmamıştır.
Bibliyografya:
Latîfî. Tezkire, Kayseri Râşid Efendi Ktp., nr.1160, vr. 50b; Ahdî, Gülşen-i Şuarâ, İÛ Ktp., TY, nr. 1604, vr. 44b-45"; Aşık Çelebi. Meşârü'ş-şuarâ, vr. 53*-54b; Sâdıkî-i Kitâbdâr [Sâdıkbey Afşar], Meanaü'l-havâs, İÜ Ktp., nr. 4085, vr. 39ab; Kınalızâde. Tezkire, s. 199-209; Beyânî. Tezkire, Q Ktp., TY, nr. 2568, vr. 16"; Riyâzî, Tezkire, İÜ Ktp., TY, nr. 6199, vr. 18b-20b;Kafzâde Fâizî. Zübdetü'l-eş'âr, İÜ Ktp., TY, nr1646, vr. 9M9a; Atâî. Zeyl-i Şakâik, s. 434-439; Hammer. GOD, II, 360; Gibb, HOP, III, 133-159; m. Fuad Köprülü, Bakî (Türk Dünyası Gazetesi, sy. 1-7 ilâvesi), İstanbul 1335; a.mlf.. "Baki, Hayatı ve Tabiatı", YM, sy. 41-43 (1918); a.mlf, "Bakî", İA, II, 243-253; J. Rypka. Bâqials Ghazeldichter, Prague 1926; Ergun, Türk Şairleri, II, 697-721; Tahir Olgun, Bâkî'ye Dair, İstanbul 1938; TYDK 1, 189-209; A. Bombaci, Storia Della Letteratura Turca, Milano 1963, s. 304-312; A. Hamdi Tanpınar, "Fuzulî ve Bakî", Edebiyat Üzerine Makaleler (haz. Zeynep Kerman), İstanbul 1969, s. 152-156; Banarlı. RTET, II, 582-597; Orhan Okay, "Bâkî'nin Kanunî Mersiyesine Dair", Şükrü Elçin Armağanı, Ankara 1983, s. 235-240; Halûk İpekten, Bakî, Erzurum 1988; Ali Nihat Tarlan. "Hayâlî-Bâkî", TDED, sy. 1 (1946), s. 26-38; Faruk K. Timurtaş. "Bâkî'nin Kanunî Mersiyesinin Dil Bakımından İzahı", a.e., XII (19631, s. 219-232; Orhan Şâik Gökyay, "Şâir Bakî Gençliğinde Saraç Çıraklığı Yaptı mı?", JTS, III (1979), s. 125-133; Sabahattin Küçük, "Bâkî'nin Medhiyeleri Üzerine", MK sy. 44 (1984), s. 48-52; a.mlf, "Çağdaşı ve Arkadaşı Nev'î'nin Gözüyle Şairler Sultam Bakî", Beşinci Milletler Arası Türkoloji Kongresi Tebliğler: Türk Edebiyatı, 1, İstanbul 1985, s. 215-222; a.mlf. "Bâkî'nin Şiirlerinde Sosyal Hayatın İzleri", TDA, sy. 59 (1989), s. 153-161; Fahir İz, "Bakî", El2 (Fr.), I, 985-986; Harun Tolasa, "Bakî", TDEA, 1976, 1,300-303.    

MEHMET ÇAVUŞOĞLU, DİA

BAKİ'NİN HAYATI ve ESERLERİ - AHMET KABAKLI
 
(1526-1600)

Anadolu ve İstanbul'da gelişen divan şiiri'nin ilk en baş "üstad"ı sayılan Bakî; İstanbullu bir halk çocuğudur. Asıl adı Mahmûd Abdülbâkî olan şair, Fâtih camii müezzinlerinden Mehmet Efendinin oğludur. Çocukluğunda saraç esnafına çırak olarak ekmek peşine düşmüş; sonra içinde tutuşan ilim ve sanat hasretiyle, uzun yıllar, o zamanın parlak medreselerinde, devrin büyük hocalarından ders görmüştür. Genç yaşında refaha ulaşmış; ömrü boyunca ilim, mevki ve şöhretin en yüksek basamaklarında gezmiştir.

İlkin 25 akçe ile kenar bir medreseye tayin edilen Bakî, (ufak duraklamalar ve bazı gerilemelere rağmen) sürekli yükselmiş, Süleymâniye müderrisliği, Mekke kadılığı, İstanbul kadılığı, Anadolu kazaskerliği, Rumeli kazaskerliği gibi en büyük memurluklarda bulunmuş, fakat hayatının bir amacı saydığı şeyhülislâmlık mevkiine geçemeden ölmüştür.

Bakî, büyük bir şair olduğu kadar da talihli ve becerikli bir insandır. Bir kere Büyük Türk Devletinin en geniş ve en zengin çağında Kanunî gibi muhteşem bir sultanın devrinde ve himayesinde, İstanbul'un ilim ve sanat yönünden en parlak olduğu bir zamanda, büyük devlet adamları, sanatçılar, bilginler arasında yetişmiştir. Daha on dokuz yaşındayken şiirleri dillerde gezmeye başlamış, devrin yaşlı şairi Zâtî'nin beğenme ve övgülerine nail olmuştur. Muhibbi takma adı ile şiirler yazan Kanunî Sultân Süleyman dahi onu takdir edenlerin başında bulunmuştur.

Bâki gibi büyük bir kabiliyeti bulup ona mevki vermesini padişahlığının en zevkli birkaç hâdisesinden biri olarak telâkki ettiğini söylemiştir.

Bu büyük hükümdar, genç şairi, özel meclislerine davet etmiş, nazireler yazması için şiirlerini ona göndermiş, birçok değerli kitaplar armağan etmiş, ihsanlarda bulunmuştur.
Kanunî'nin ölümü ile en yüce dayanağını kaybeden Bakî, gerçek ve samimî elemlerini anlatan meşhur Mersiyeyi yazarak ona olan şükran borçlarını en büyük şairlere yakışır tarzda ödemiştir. O mersiye, aynı zamanda Muhteşem Süleyman devrinin Süleymâniye Camii gibi anıtlara benzer ifadesidir.

Kanunî'den sonra gelen üç pâdişâh (II. Selîm, II, Murâd, III. Mehmed) dönemlerinde de (ufak tefek olaylar bir yana) el üstünde tutulan Bakî devamlı şöhretin zirvelerinde yaşamış, Osmanlı ülkelerinin her köşesine Şairler Sultanı (Sultanü'ş-Şu'arâ veya Melikü'ş-Şu'arâ) diye nâm salmıştır.

Ama bütün bu mevkilere, servete ve şöhrete rağmen, maddî ve dünyevî ilgilerden kendini kurtaramayan Bâkî'nin içinde tatmin edilmedik nice arzular kalmış, birçok şiirlerinde kadri bilinmediğinden yakınmıştır. Yaşadığı yetmiş dört yılı ve gelecek zamanları sanat ve şöhretinin etkileri ile yankılandıran bu usta şairin ölümü Payitahtta büyük üzüntüler uyandırmış, hemen bütün İstanbulluların katıldığı hazin cenaze töreni ile Edirnekapı dışında, Eyüp’e giden yol üstündeki istirahatgâhına gömülmüştür.

Cenaze namazını Fatih Camiinde Şeyhülislâm Sunullah Efendi kıldırmış ve büyük şairin tabutu karşısında el bağlayıp saf tutmuş olan seçkin cemaat huzurunda onun meşhur sitem beytini okumuştur:

Kadrüni seng-i musallada bilüp ey Bakî
Durup el bağlayalar karşuna yârân saf saf.

Şöhreti ve etkisi
Osmanlı ülkelerinde Şairler Sultanı lâkabı ile anılan Bâkî'nin şöhreti, başka İslâm diyarlarına da yayılmıştı. Dîvanı Arabistan, İran ve Hindistan saraylarında okunuyordu. Bir söylentiye göre, İran Şahı, kendi hizmetine gelmesi için onu davet etmiş ama Bakî bunu elbette istememiştir. Mekke'de kadı olarak bulunduğu sırada, uzak Türk-İslâm ülkelerinden gelen aydınlar onunla tanışır ve şiirlerini birlikte götürürlerdi. Kendi hayattayken ve ölümünden sonra sırf Bakî Dîvânı'nı yazmak ve satmak suretiyle geçinenler vardı.
Bâkî'nin kırk yaşına kadar (yani Kanunî zamanında) zirveye ulaşan şöhreti, en büyük sanat ve fikir yetkililerinin tanıklığı ile günümüze kadar sürmüştür. İltifatını pek seyrek harcayan Nef'î bile onun için:


Haşre dek âb-ı hayât suhan-ı Bakî'dir.
Andırıp zinde kılan nâm-ı Süleyman Hân'ı

beytini yazmadan edememiş, Nedîm ise Bâkî'yi gazel tarzının en büyüklerin¬den saymıştır:

Nef'i, vâdî-i kasâidde suhân-perdâzdır
Olamaz amma gazelde Bakî vü Yahya gibi

Tanzimat’tan sonra Ziya Paşa, Recaizâde Ekrem, Muallim Naci, Fuad Köprülü, Tanpınar, Kaplan gibi üstadlar onu dîvan şiirinin en üstünleri arasında görmüşlerdir. Çağımızın üstün şairi Yahya Kemâl, Bâkî'ye nazireler, taştirler söylemiştir. Nitekim Yahya Kemâl, Yavuz Sultân Selîm için kaleme aldığı terkib-i bend şeklindeki Selîmnâme'sini dahi Bâkî'nin Kanunî'ye olan Mersiye'sine özeniş havasıyla yazmıştır. Türk tarih ve edebiyatında derin incelemeler yapmış olan Alman tarihçisi Hammer ise Bâkî'yi büyük İran şairi Hâfız-ı Şirazî ile bir tutacak derecede beğenmiştir.

Çağdaşları arasında en değerli sayılması, muhteşem Pâdişâhın iltifatları ve elinde tutuyorcasına hissettiği şöhreti Bâkî'de sanatına güvenmek duygusunu geliştirmiştir. Kendi şiirinin herkese üstün olduğunu iyice bilmiş, hayranlıkları tabiî karşılamış, etrafında kabaran kıskançlık ve kinleri gururla alayla seyretmiştir. Kendisini haklı olarak övdüğü:

Bu devr içinde benim pâdşeh-i mülk-i suhân
Bana sunuldu kaside, bana verildi gazel

Meddah olalı çeşm-i gazâlânına Bakî
Öğrendi gazel tarzını Rûm'un şuarâsı

gibi fahriye (öğünme) beyitleri Dıvân'ında pek çoktur,
Bakî üç yüz yıldan beri hazırlanan klâsik Türk nazmının mükemmele ulaşmış ilk sanatçısı sayılmaktadır. Kendisini büyük İran üstadları ile eşit gördüğünü ifade eden ilk şairimiz Bakî olduğu gibi, daha sonraki çağlarda taklit edilen ve kendi açtığı çığırda izleyiciler yetiştiren klâsik şair de Bakî'dir. Divan nazmına getirdiği yeni söyleyiş, 17. yüzyılda Şeyhülislâm Yahya ile Şeyhülislam Bahayı ve 18. yüzyılda Nedîm ile son güzelliğine erişmiştir.

Kişiliği
Eski kaynaklar, Bâkî'nin kişiliği üstünde önemle durmuşlardır. Bunlara göre şair, gençliğinden beri açık kalbli, iyimser, girgin, neşeli, samimî bir adamdı. Her düşündüğünü esirgemeden söyler, yerine denk düşen bir nükteyi herhangi bir mecliste harcamaktan sakınmazdı. Atılgan ve alaycı mizacını, kendini ciddî sayan insanlar arasında göstermekten de geri durmaz, bu yüzden sık sık zülf-i yâre dokunur, tenkid ve nükteleri yüzünden başına türlü işler gelirdi. Bu huyu ile birçok nüfuzlu devlet adamlarını ve yakın dostlarını kızdırmıştır ama şakacı hâlinden, latifelerinden çok zevk alan ahbapları da eksik değildi. Pâdişâh meclislerine sık sık çağırılıyor; en yüksek zevk ve eğlence muhitlerinde aranıyordu.

Bâkî'nin. Nükteleri, mecmua ve tezkirelere yazılmış olarak günümüze kadar gelmiş ve pek çoğu, ölümünden sonra bile, dillerde dolaşmıştır. İyi kalpli, nazik ve kibar olduğu için bu nükte ve yergilerinde zarafet sınırını aşmıyordu. Kendisi¬ne karşı yapılan bazı çirkin hücumlara karşı çelebiliği elden bırakmıyor ya sükûtla geçiştiriyor veya hafif bir alayla karşılık veriyordu. Şiirlerindeki gururlu edaya rağmen, özel hayatında hoşgörüyü elden bırakmazdı. Kimseyi kırmak istemez, kazara kırdığı kimselerin de gönlünü almağa çalışırdı.

"Bakî, daha talebelik hayatında, o devrin bütün genç şairleri gibi zevke ve eğlenceye düşkündü; kışın bozahâne sohbetleri, hususi işret meclisleri, Tahtakale gezintileri, Balat, Samatya ve Galata meyhaneleri, yazın Kâğıthane, Bahariye, Tophane âlemleri boş zamanlarını dolduruyordu. Rint ve laubali mizaçlı genç şair, taze gazellerini sarığının arasına sokarak bütün bu muhitleri dolaşıyor, birçok genç şairler İle tanışıyor, etrafına bir yığın takdirkârları ile beraber rakip ve muarızlar da topluyordu." (Fuad Köprülü, İslâm Ans. C. 14)

Dünya görüşü
Yukardan beri zengin, itibarlı ve şöhretli hayatını, neşeli ve zevk sever mizacını tanıdığımız Bâkı'nin şiirlerinde bu hayat ve karakterin izlerini görmekteyiz. Bu yapıda olan ve talihin lütuflarına kavuşan Bâkı'nin dünya görüşü ile yoksul ve şanssız ömrünü incelediğimiz büyük şair Fuzulî'nin hayat felsefesi arasında, farklar ve zıtlıklar bulunması tabiîdir.
Nitekim Bakî'de, ne Fuzulî'nin samimî sofiyane görüşlerinden, ne de saf ve mahzun neşesinden eser vardır. Fuzûlî asla kavuşmak istemediği sevgilinin cefalarında ve hasretinde iki cihanın neşesini bulmaktadır. Bâkî'nin anladığı aşk ise (Fuzuli’nin tam zıddına) her zaman değişebilen ve değişmesi ferahlık yaratan güzellerle zevk ve safa etmekten ibarettir. Aşkın ıstırabı ve manevî zevki yerine güzel yüzlülerle düşüp kalkmanın, içme, eğlenme ve sevişmenin hoşluğunu teren¬nüm etmiştir. Nitekim bu aşkı, Divânında, şu aşağıdakine benzer birçok beyitler¬le Özetlemiş bulunmaktadır:

Garez yâr ile işrettir bu nüzhetgâhı hürremden
Mey ü mahbûbdan gayri nedir maksûd âlemden

Çünkü Bakî, çok sevdiği ve güzelliğini her zaman söylediği bu dünyanın gelip geçiciliğini bilmekte ve yalnız ona hayıflanmaktadır:

Cihan efsânedir aldanma Bakî
Gam u şâdî, hayâl u hâba benzer

Yarın bitecek Ömrümüzü, elden geldiği kadar hoş geçirmek, zevkli yaşamak lâzımdır. Yalan dünyanın tesellisini, aşk ve içki âlemlerinde bulmalıdır. Epikür'ün zevkperestlik felsefesinin bir yanını andıran bu görüşlerde Bâkî'nin karakteri kadar, yaşadığı şehrin ve önüne açılan büyük fırsatların izlerini görmemek de imkânsızdır. Ne var ki, Bâkî'nin, gözden düştüğü veya kendisi yaşlılığın zahmetlerini hissettiği zamanlarda yazdığı sanılan, tasavvufî, ağır başlı, dünyayı ve maddî saltanatları umursamayan şiirleri de eksik değildir. Bunlara örnek olarak şu beyti olağanüstü güzeldir:

Baş eğmezüz edâniye dünyâ-yı dûn içün
Allâhadur tevekkülümüz, îtimâdımuz.

Sanatı

Bâkî'nin sanatı, tek sözle mükemmel bir sanattır, Şiirlerinde ilham ve coşkunluktan ziyade ustalık vardır. Kelimeler tam yerinde kullanılmış, mazmunlar isabetle düşürülmüş, söz sanatlarının hepsine ve zekâ oyunlarına büyük önem verilmiştir, Kelimelere birçok anlamlar vermekte, mısra ahenginin en üst dereceleri¬ne ulaşmakta eşsiz bir şairdir. Her zaman Ölçülü ve hesaplıdır, aşırı hayallerden, soyut (mücerret) veya fantezi buluşlardan hoşlanmaz.

Bâkî'nin çağlarca taklit edilen üstünlüğü eskilerin sehl-i mümtenî dedikleri düzgün, akıcı ve sağlam söylenişte aranmalıdır. Bakî kalan bu kubbede bir hoş sadâ imiş diyen şair, âdeta kendi şiirinin tarifini yapmıştır. Bâkî'nin mısraları dilde hiçbir takıntı ve kulakta hiçbir tutulma yapmaksızın söylenen ve duyulan hoş sadâlardır. Nitekim: Bakî kalan bu kubbede bir hoş sadâ imiş mısraı, aynı zamanda onun şiir manifestosu sayılmalıdır,

Nazım tekniği yönünden eşsiz mısralar söylemiş ve o zamana kadar hoş görülen vezin kusurlarından sakınmışlar. Bu özelliklerine bakılarak denilebilir ki Bakî, Parnasizm'in bir çığır olarak belirmesinden yüzyıllar önce yaşamış, fakat 19. yüzyıl Fransız akımının ideasına uygun parçalar yazmış parnasiyen bir şairdir. Şiirde, söyleyişe yani musikiye (ritim ve armoni) büyük değer vermiştir.

Bâkî'nin bir başka önemi, şiirlerine alımlı ve şuurlu bir tarzda, İstanbul şive ve konuşmasını yerleştirmiş bulunmasıdır. Onun açtığı bu "şive" yüzyıllar boyu yürünen, gezilen geniş caddeler gibi gibi nice şairlerce benimsenmiş Nedîm ise bu yolun hem menzil, hem konağı olmuştur.

Bâkî'nin şiirinde, yaşadığı devrin gururlu ve haşmetli yankıları gibi İstanbul şehrinin havası ve gezintileri de mevsim mevsim tablolardır:

Serv kametler iki yanın alırlar yolun
Reh-i gülzâra döner yolları İstanbul'un


Eserleri

Bâkî'in başlıca ve büyük eseri Dîvân'ıdır. Bu eserde şairin bilhassa gazel yazdığı ve asıl gücünü bu tarzda isbatladığı görülüyor. Kasidelerinin bazısı güzeldir. Terkib-i Bend şeklindeki Yedi Bendlik meşhur Mersiye'si de bu Divân'dadır.

Divân'ından başka, Fezâil-i Mekke, Fezâil-i Cihâd, Me'âlim-ül-Yakîn, Terceme-i Hadîs-i Erbain adlarıyla Arapçadan çevrilmiş eserleri vardır. Bunlar, onun müderrisliği dolayısıyla ilgilendiği tarihler ve dinî eserlerdir.
 
AHMET KABAKLI, TÜRK EDEBİYATI TARİHİ, CİLT, 2

SON EKLENENLER

Üye Girişi