Kullanıcı Oyu: 4 / 5

Yıldız etkinYıldız etkinYıldız etkinYıldız etkinYıldız etkin değil
 



SAYFA:9/ 81-90

81-SENİ DÜŞÜNMEK BÖYLE BİRŞEY OLSA GEREK, İSTANBUL - LALE MÜLDÜR

seninle bir istanbul kentinde karşılaşmıştık, istanbul…
sen o zamanlar konstantinopolis olduğunu henüz unutmuştun.
ben seni daha terk etmemiştim…
terk etmek üzereydim…
geri dönüşün olmadığını, geriye dönülemeyeceğini henüz
bilmiyordum
karşıdan karşıya geçiyorduk.
ben tam o anda karar verdim.
yerleşiklik o an yitirildi.
gerisi sürekli gel-git artık…
dönmeye ve kaçmaya çalışarak hep.
oysa sana dönemiyorum işte, istanbul.
bütün dönüş biletlerimi saklıyordum,
biliyordun ama kabul etmiyordun.
dönüş yoktu, olamazdı, tıpkı gidişin olmadığı gibi.

ben hala o uzun kıvrılan yolda bekliyordum.
oradan ayrılmamıştım ki…
sonra, şimdi yatağımda, bütün gece yazmaktan
yorgun düşmüşken, kuzey rüzgarları buzdan
heykeller yontarken odada, kulaklarımda
“the long and winding road” dönerken
yavaşça, seni düşünüyorum…

uykuya dalar gibi olduğum bir an,
bir şey görüyorum, sonradan hatırladığım…
belki bir yaz sabahı,
ılık otların üzerinde saatlerce kalındığı
bir ilkyaz sabahı belki,
yolun kenarında,
altından ince uzun bir suyun akıp gittiği
bir böğürtlen korusuna uzanıyorum…
ellerim böğürtlen rengi…
uyanıyor, anımsıyorum.
böğürtlen… dikencikler… akarsu…
seni düşünmek böyle bir şey olsa gerek, istanbul.


MİMOZA - MEHMET ATİLLA MARAŞ

Nasıl bir akşamdır ki karanlık düşer
El ayak çekilir dar sokaklardan
Üşür ceviz ağaçları yapraklar üşür
Akşam olunca içimize bir hüzün çöker

Araya mesafeler girse ne çıkar
Şu dünya gurbetinde yalnız mimoza
İnsem otobüsten Ortaçeşme’de
Bir seher vaktinde gelsem Beykoz’a

Benzemiyor hiçbir tavrın kimseye
Ey gönlümü sürekli kanatan dilber
Yok ki resmettiğin o siyah güller
Hülyamda sevgilim mehtap ve gece

İstanbul gözümde seninle büyük
Sevmek suç değil anla mimoza
Bilmezdim sensizlik ağırca bir yük
Küllenmiş bir ateş bir sırlı koza

Uzak ufuklarda batan gemiler
Aşkımı sana taşır mı bilmem
Gözlerin katlime ferman yazdırsın
Saçların celladım olur mu bilmem

Akşamdır karanlık ansızın çöker
Ansızın tükenir oyunlarda koz
Lambalar yanmıştır canan evinde
Canlanmıştır Ortaçeşme ve Beykoz



İSTANBUL’A HASRET - MUZAFFER TAYYİP USLU
- Behçet Necatigil’e -
 
İstanbul'un bir başka hatırası
Sigara dumanı dolu kahve
Güven olmaz erkenden gitmeli eve
Kararsızdır eylül güneşinin seması

Sonbahardır yağmur yağacak elbet
Baksana, kuşlar yuva derdinde
Sen ekmek parası peşinde
Ah dayanılmaz bir hale geldi gurbet.

Dayanılmaz yolumun üstünde meyhane
‘çek canım çek’
‘çek gülüm çek’
‘çek İstanbul aşkına bi tane.’

Ne iştir ben de bilmem
İçtikçe hatırlıyorum
Hatırladıkça içiyorum
Doldur kadehi anam babam.


FELAKETTEN SONRA* - NECMETTİN HALİL ONAN

- İstanbul'a -
Çapkın, rakıslı dalgalar üstünde martılar,
Yorgun minârelerde kımıldar parıltılar.
Yüksek duvarların suya düşmüş akisleri
Akşam yavaş yavaş sarıyor şimdi her yeri..
.
Kayboldu işte hasta günün son ziyası da,
Sisler kımıldanır, uzanır, kıvrılır suda.
Titrek fenerlerin karışır gam ziyasına,
Şehrin fesâneler yayılır boş semasına.

Issız karaltılar sarıyorken ufukları
Şarkın eser alınlara hülyâlı rüzgârı
Ellerde hasta, sisli fenerler yanar, söner
Dinler sükûnu ince ve esmer minâreler.

Ey Fâtih'in güzel ve beyaz nurlu beldesi
Vurmuş şu ufkuna bir yıldırım sesi
Kubbende yanmış ise felâket çerağları,
Susmuş ufuklarında şeref macerâları.

Toplandı gözlerinde emeller neden demin
Şarkın ey inci beldesi pek çok mu mâtemin.
Eyvâh o alçalışlara pek çok mu ağladın,
Artık şerefli alnına mâtem mi bağladın?

Solgun gurublarındaki mecrûh inilti ne?
La'net mi Osman'ın bu felâketli nesline.

*Şair bu şiiri İstanbul'un işgalinden sonra yazmıştır.

Nedim Mecmuası, C. 2, No: 14

 

85-İSTANBUL - NEYZEN TEVFİK

Sen ey muhit-i mülevves sen ey hadid-i fesad,
Sen ey nifak u şikakıyle melanet-abâd.

Sen ey yegâne belası maarifin, hünerin,
Adüw-i fahrîsi sensin efâzıl-ı beşerin!

Senin riyâh-ı nesimin mefâsid-i iğvâ,
Çeker felaketini nev-i Âdem ü Havva.

Suyun fusûk u fiten menbaı, soyunda liâm,
Sokaklarında gezen piçlerinde naz u hıram.

Kiminde turra-i zerrin, kiminde çeşm-i kebûd,
Kiminde gerden-i sîmîn, nigâh-ı aşk-alûd,

İpekli burkanın altında nefs-i emmare,
Koşar sevâid ü sine güşâde ağyare.

Bir irtiâş-ı harîsâne leblerinde uçar,
Sokak sokak dolaşır her leıme damen açar.

Nişanlısı, kocası kan içinde serhadde,
Bunun sahâif-i âmâli fuhşe müsvedde.

Kulaklarında uğultu, nasihati, pendi,
Duyar mı hiç, “Kadının fendi erkeği yendi”

Bu mahz-t hikmeti talim eden haminninesi,
Yılışması, bakışı tıpkı kendi ananesi.

Bu yolda hıfzolunurmuş hukuku nisvâmn,
Açıldı dide-i idraki yâr-i cananın.

Serildi hâk-i maarifte damen-i namus,
Kırıldı leyl-i terakkide şişe-i fanus.

Döküldü jale gibi berk-i gonca-i ikbal,
Açıldı lale gibi ümmehât-ı istikbal.

Göründü dide-i huffaşa levha-i hurşid,
Büründü leyle-i zalmaya âftâb-ı ümid.

Bahar-ı şehvete serv-i revan olan şıklar,
Hele bıyıklı sakallı şu kahpe kancıklar...

Resim, şiir edebiyat, musikiyle spor,
Tiyatro, kotra, lisan, her şeyi bilir unutur.

Ocaklıdır, asabidir, uçar gibi görünür.
Bizans'ta sanki kanatlı karıncalar sürünür.

Vatan giderse ne varmış, yeter ona futbol,
Geçindirir beyi elbette şanlı İstanbul.

Meta’ sük-ı cehalet, bu kütle-i meşum,
Ne fikr-i mazi ü ati ne hâl-i nâmalum.

Akar gider doludizgin bu nehr-i fısk u fücıır.
Köpüklü dalgalan hep birer ukab-ı akur.

Çakar sahâib-i ufkunda râ’d-i izmihlal,
Döner başında bela-yı muhaceretle zeval.

Yine bu hizb-i zelilin vazifesinde değil,
Bu kavme has bu haslet ki halli pek müşkil.

Sen ey arûse-i fettanı âlemin, kürenin,
Gezer mesirelerinde hayali Sent İrerim.

Sufûf-ı tayf-ı hurâfâta kal’a, her surun,
Peri-i hudaya me’men cibal-i mağrurun.

Tahayyülâtı esatire bahrin ayine,
Kapında imparatorlar ki abd-i dirine.

Tebessümün nice bin hükümranı aldattı,
Zehirli sine-i kahrında çok emel yattı.

Menâzırırıdaki eşvâka tül olan âfâk,
Saçar mezâhim-i hunîn ile cihana nifak.

Senin o semli nigâhın zehirli handelerin,
Sadakatinle mükellef yeminli bendelerin,

Ayırdı kardaşı kardaştan, oğulunu babadan,
Senin o pençe-i zulmün, gönülleri kanatan.

Nedime-i hevesâtın ki nefs-i enımare,
O kahpeye tutulan halka olmamış çare.

Riya u kizb ile fitne, nifak u bî-şermî,
Sefahete veriyor fuhş u cehl ile germi.

Cidar-ı kasr u sarayın eder bunu ibraz,
Bütün fecâyie masdar, şenâyie maraz.

Fevâhişe yuva oldu kafesli hanelerin,
Alıştı gözleri her şeye maderin, pederin.

Birer mezâbih-i iffet devâir-i aklâm,
Erir önünde şenaatle ismet-i eytam.

Bütün hazine-i devlet erâzile me’kel,
Asar, keser, sürer - onlarca ülke bir maktel.

Bakınca Meclis-i Millîye bir de Âyâna,
İçinde çifte atanlarla döndü Nallıhan'a.

Oyuncak oldu elinde iaşe muhtekirin,
Akar bugün kasasından sirişk ile kan, irirı.

Yazık değil mi bu millet ezilsin, incinsin?
Ahalinin başına günde bin bela insin.

Deyen o herze vekilân ki hırs ile daha dün,
Öperdi bin kapının âstânını gece, gün.

Cerâidin açınız da bakın sahâifine,
O maskeli çetenin hainiyle hâifine

Ne oldu anlamadım ben, hemen nasıl döndü,
O nur-ı şevk u hamiyyet ne çarçabuk söndü?

Vatan deyip sarılanlar zehirli gerdenine,
Şifa deyip sarılanlar zulüm kokan tenine,

Zamana lanet okuttu cihanı incitti,
Muvafakatla teellüf nasıl olup bitti!

Hakikate eden isyan yalancı matbuat,
Bu halka rehber olan şu e'râzile, heyhat,

Sırâc-ı nur-ı saadet deyip de aldandık,
Ki on birinci yıl oldu, cayır cayır yandık.

Nedir bu şendeki sihr-i füsun ü izmihlal,
Bu işlere mütehayyir nigâh-ı rûz u leyal.

Cihanı tuttu mutalsam nigâh-ı efsunun,
Lisan-ı millete vurdu kelepçe kanunun.

Cihâd-ı ekber’i açtı kel onbaşı derhal,
Aduya meydan okundu, yenilmek emr-i muhal!

Güvendiği dağa karlar yağınca mert Enver,
Cemal’i Talat’ı aldı bu yerden etti sefer!

Bu kârvân-ı vegaya Topal eşekle giren,
Bulur mu kendine bilmem Çolak'ta bir me’men?

Göründü hasılı harbin ziyanlı, kanlı sonu,
Prusya'nın harekâtında Kayser'ln oyunu.

Dönek o zübbe-ki Enver görünce ikbali,
Tebeddül eyledi efkârı, kavli, ef’ali.

Makasıdı bu harisin yegâne servetmiş,
Vücûd-ı devlete girmiş muzır bir illetmiş.

Vekil-i millet olan şu güruh-ı mebûsan,
Dururdu piş-i hıyanette sâmit ü handan.

Düşün şu zümreyi bir kerre var mı vicdanı?
Huda’ya, Kabe'ye, Kurân'a var mı imanı?

Evet, bu şerzimedir şirket-i cinâiyye,
Ezildi gitti bu elle hukuk-ı milliyye.

Sen ey selâsil-i gafletle bağlanan evlat,
Halas ’ına acaba var mı sende istidat?

Tamam bin üç yüz otuz beşte Kâbe’nin tekrar
Zulümle hedmine kalkıştı Ebrehe-J küffar.

Musallat oldu ebabil o kavmi etti zelil,
Buna deîiî ile burhan meali Sure-i Fil.

Medine'ye edilen zulüm için şu söz kâfi,
Asıldı Ravzâ-i pâkin önünde eşrafı.

Tutunca danıen-i sadâtı kanlı tırnaklar,
Yetişti seyf-i İlahi ezildi alçaklar.

Arah o “kavm-ı necib” oldu cümleden dilgîr,
Muhibb-î Âl-i Nebi m iş Acem görüldü hakir.

Yüründü üstüne toplarla Kürd’ün, Arnavud'un,
Ne Rum, ne Ermeni kalmıştır olmadık dilhün.

Hülasa cümle anasır bozuldu ser-ta-pâ
Pişirdi Türk Ocağı’nda hamursuzu Musa.

Nifak u tefrika düştükçe beynine millet,
Girişti birbirine kalktı ortadan hürmet

Bu devletin ki cenaze namazına niyet,
Eden bu zümre-i fâsık bu kani; Cemiyet,

Mezarını vatanın dişleriyle kazmıştır,
Kitab-ı mahvını kirli eliyle yazmıştır.


YÜRÜYELİM SENİNLE İSTANBUL'DA – NURULLAH GENÇ

Kırmızıyı sevdiğini bilseydim
hayallerim kıpkırmızı olurdu

İstanbul hala güneşin ardında
ufuklarında birkaç kara leke
birkaç kan pıhtısı dudaklarında
İstanbul hala sevimli mi sevimli
ve hala bir tomurcuk tadında
yürüyelim seninle İstanbul'da

korkusuz bir rüyadır
bekler bizi Beykoz'da, Üsküdar'da
birkaç kuğu, birkaç mahzun kuştüyü
yenilgisiz bir muamma gibidir
arar buluşmayan ellerimizi
deli rüzgâr yine sarhoş, hovarda

tam orada, Çamlıca yokuşunda
birkaç bulut çekelim gökyüzünden
damarlarımızdan geçirelim ve birden
bırakalım suların üzerine
sen bir defa konuş, sen bir defa gül
kumlu ebrular yapalım seninle
serpmeli ebrular, bülbülyuvası
hercaimenekşe, gonca ve sümbül

yüzün bir ay gibi parlarken gecenin ortasında
yürüyelim seninle İstanbul'da
boğaziçi mağrur türkülerini
gözlerine baka baka söyleyin
martılar üşüyünce
denizin sıcağında bulsunlar kalbimizi

anlayabilir misin
neden çıban gibi büyür bağrımda
büyür de kelebek olur bu sızı
kırmızıyı sevdiğini söyledin
bu yüzden mi günlerdir
İstanbul'da gül kokusu yayılan
tepeler kırmızı, sular kırmızı

İstanbul bilmeli ki, sahillerine
mehtabı taşıyan senin bakışlarındır
İstanbul bilmeli ki, limanlardan gemiler
önce senin yüreğine açılır
uzaklarda bir yerde
toprağı öpmek için eğilen bahçıvanın
parmaklarında hüzün
sana doğru akan nehrin
ağlayan suretidir

bir elimizde umut
bir elimizde sevda
yürüyelim seninle İstanbul'da
musiki kesilsin, tükensin yazı
çaresiz kalınca mızrap ve şiir
ozan bir kenara bıraksın sazı
ressam fırçasına neden mi kızgın
tuvalde çizgiler, renkler kırmızı
kırmızıyı sevdiğini bilince
çekilir mi artık güllerin nazı

Anadolukavağı'nda her akşam
burcu burcu bir rüyadır hayalin
karanlık, hüznünü düşürür dağa
kuşlar kanat çırpar, yıldızlar ağlar
endamın her sabah iner toprağa

hasret, yanlızlığı çoğaltan deniz
ayrılık acıyla süzülür kandan
nefesin fermandır Topkapı Sarayı'nda
dönüşünü bekliyor rıhtımda şehzadeler
öylesine yorgun, mahzun ve candan

İstanbul bir yanımda, sen bir yanımda
uykusundan uyanınca fırtına
dalgalar türkümüze aşina olur
yüzümüze bakınca deniz fenerleri
sahibini arayan gemilerin
çığlığıyla vurulur

tarih heyelandır hainlerin ardında
İstanbul tarihin soylu anası
biz bu yürüyüşü çiğdemlerden almışız
sevdayı kız kulesi'nden
yalıların burukluğu altında
geçiyoruz sokaklardan delice

anlayabilir misin
beyoğlu'nda gezinen
hayal kırıklığının benden türediğini
anlayabilir misin
kırmızı neden böyle
doldurur aynalara inleyen yüreğimi

sana giden yolların kavşağında
bir adam direniyor izini bulmak için
siliyor tanyerine akan alın terini
ufkunda sapsarı umudun rengi
mavi yitik, beyaz kızgın ve siyah
arıyor sessizce kaybolan günlerini

Gülhane'de simit satan çocuklar
nasıl anlasınlar ellerimizin
neden böyle çekingen olduğunu
Ayasofya önünde tramvay bekleyenler
gökyüzüne dokunurken bu acı
kimdir diye sorsunlar içlerinden
birlikte yürüyen iki yabancı

biz gitsek de, İstanbul'da yine de
yıllar yılı gezinmeli bu sızı
benden bir yaralı şiir kalmalı
senden bir tebessüm, bir de kırmızı



İSTANBUL TÜRKÜSÜ - OKTAY RİFAT HOROZCU

Kasımpaşa kıyıları tersane
Bir kız sevdim alimallah bir tane
Herdem sevdalıya kız mız bahane
Top çiçeğim deste gülüm
Canım İstanbullum
Aman aman bahane


Gittim baktım şıkır şıkır Balıkpazarı
Üç tek attım sarhoş oldum ayak üzeri
Üç doluya üç tanecik badem şekeri
Top çiçeğim deste gülüm
Canım İstanbullum
Aman aman badem şekeri
 
 
İSTANBUL'UN FETHİ - ORHAN SEYFİ ORHON

Beş yüzüncü yıldönümü için:

I

Gün batmada İstanbul’un üstünde Haliçten,
Bir renge bürünmüş yanıyor Marmara içten.
Durgunlaşıp engin, silinirken kırışıklar,
Oklar gibi fışkırmada her yandan ışıklar...
Bir penbe bulut bağrı delinmiş kanamakta,
Yorgun uyuyan tekneler altında uzakta.
Altındır ufuk çizgisi, altındır akisler,
Altın tozlu hainde iner her yana sisler...
Durgun sular üstünde kesik vakvakalarla,
Uçmakta gümüş martılar, altın gagalarla.
Gök şimdi yeşil, şimdi kızıl, şimdi turuncu,
Camilerin andırmada mermerleri tuncu
Kandır dağılan şimdi günün battığı terden,
Kandır sızan etrafa alev pencerelerden.
Kandır görünen Fatihin altın âleminde,
Fethin yine İstanbul o en kanlı deminde:

II

Mevsim mayısın sonları, yaz başlamış artık,
Gittikçe açılmakta, dağılmakta karanlık.
Her şey hareketsiz, ağaran tan yeri sessiz,
Kalmış gibi şehrin sarılan bağrı nefessiz...
Bir korkulu rüyayı yataklarda sayıklar,
Dalgın uyuyanlar beraber uyanıklar...
Bir saltanatın son gününün korkusudur bu!
' - Türkler hareketsiz duruyor, bir pusudur bu!'
Kostantin ümitsiz, saray erkânı telaşta
Surlarda Bizans askeri, Jüstinyan’i başta!
Çarpmakta bugün bir yeni korkuyla yürekler,
Zağnos Paşa bir yanda hücum emrini bekler.
TURHAN Bey uzaklarda yakıp yıkmada hâlâ!
Bir yandan o Beylerbeyi korkunç Karaca'yla,
Türk ordusu İstanbul’u sarmış çepeçevre,
Dünya girecektir bu sabah bir yeni devre!

III

Birdenbire gökkubbe dolar velvelelerle,
Atlar koşar ön safta kabarmış yelelerle!
Tozlarla, dumanlarla karışmakta ateş, kan...,
Yer yer tutuşur toprağın altındaki volkan!
Mızraklar uçar, oklar uçar, taşlar uçarken,
Burçlar yıkılırken, kesilen başlar uçarken,
Etrafa saçılmakta cehennemden alevler,
Tunç topların ağzıyla homurdanmada devler...
Her hamleyi bir hamle kucaklar yeni baştan,
Jüstinyani bir sedyede kaçmakta savaştan!
Bir burca zafer sancağı dikmiş Ulubatlı...
İlk hızla girer Topkapı’dan yirmi bin atlı!
'Türkler geliyor!' çığlığı aksetmede dağ dağ,
Bir çağ kapanır böylece, başlar yeni bir çağ
Rum Kayseri'nin kellesi bir mızrak ucunda,
Şarkın eşi yok incisi Türkün avucunda!

IV

Ey Kayser, öğünsen yeridir kanlı başınla,
Tarihe adın geçti o erkek savaşınla!
Ey Fatih, iraden gibi kuvvetli bir elde,
Dünyanın asırlar boyu göz koyduğu belde!
Ey ünlü kumandan paşalar, tuğlu vezirler,
Ey tulgalı erler, ağalar, beyler, emirler...
Haşmetli zafer menkibeniz geçti şafaktan,
Gördüm, düşünürken sizi beş yüz yıl uzaktan!
Ey mutlu ışık beldesi, nurunla yıkansın,
Her türlü hiyanet dolu tarihi Bizansın!
Artık savaşın hüsnüne hayranlık içindir,
Artık zaferin şi'r için, insanlık içindir.
Sihrinle, füsununla, gururunla, nazınla,
Altın Halicin, Marmaran, âşık Boğazınla,
Endamını sarmakta ipek tüllü karanlık,
Türkün güzel İstanbul’u mesut uyu artık!


AH İSTANBUL – VEDAT OKKAR

Dolaşırken sokak sokak
Geçerken caddelerden
Tarih kokuyor her içime çektiğim nefeste
Ah İstanbul! …

Beyazıt’taydım bugün kapalı çarşıda
Gökleri süslemiş bayraklar siyah beyaz
Herkese nasip olmaz
Ayrı bir duygu İstanbul’da Beşiktaş’ı yaşamak

Dolaşırken kalabalığın içinde
Bir grup ekmek peşinde sarraflar
Dericiler, Çiniciler, Antikacılar
Turistler dört bir yanda resimler çekerken
Hayran kalırlar her bir portresine
Gölgesinde yaşadığım
Hüzünlerin aşkların
En güzel şarkıların yazıldığı
Tarihin göbeğindeydim bugün
Ah İstanbul! …

Kapalı çarşıdan verdin mi kendini sahile doğru
Mahmut bey yokuşu
Her köşesinde
Onlar, Binler, Onbinler
Türkü söyler dilsizler
Şaşıp da kalmayın misafirler
Kalpten gelir nameler
İstanbul işte
Dilsizlere bile şarkı söyletirler

Mahmutbey’den aşağı sarkarken sessiz sessiz
Karşında büyük cami
Havlusunda güvercinler
Çevresinde buğday atanlar
Galata’dan esen rüzgar
Eminönü, Sirkeci haliç
Buram buran tarih kokuyorlar

Ben ise
Sessiz günlerim içinde
Yalnız
Bir başıma
Ruhum Ortaköy’de sabah kahvaltısında
Yanımda bir sandalye hep boş
Duyursak da boş
Duyurmasak da boş
Demek hep orda boş kalacaklar

İstanbul’un kalabalığı içinde
Yalnızlığı geliyor her defasında aklıma
Kime baksam
Neyi görsem
İçimde
Yalnızken ben
İstanbul’un kalabalığı içinde hep yalnızım ben

Yaş otuz
Bir varız bir yokuz
Tarih gibisin yalnızlığımda
Ah ulan İstanbul! …
 

90-GÖZLERİM İSTANBUL’DUR BENİM- SEMA AKDOĞAN

İstanbul’un gözleriyim ben
Hırçın ruhumun ötesinde ağlıyor İstanbul
Bir vapur kalkıyor Eminönü’nden
Balık ekmek kokuyor tekneler
Uçsuz bucaksız gökyüzü, martılar
Ve huzur veren mavi
Çocuksu bir mutluluk, büyümüşlüğün telaşıyla
İçilen sıcak bir çay
Üsküdar iskelesinde
Nazlı bir gelin edasıyla
Karşımda duruyor Kızkulesi
Arkamda hasret rüzgârları esen Haydarpaşa

Toprağın buram buram tarih kokuyor
Dikilitaş’tan Ayasofya’ya
Gözlerimi yumdum
Süleymaniye’de yem atıyorum kuşlara
Gözlerimi açtım
Eyüp Sultan’da ellerim duada
Ortaköy’de alıyorum her zaman en derin nefesimi

İçime çekiyorum tüm aşklarımı
İstanbul benim gözlerim
Bazen isyankâr Beyoğlu bazense masum Maçka
Aksaray’dan bir dolmuş yol alıyor bilinmeyen aşklara
Laleli’de yitirilen duygularla
Eline ver diyorum yalnızlığıma
Elini ver diyorum köprü altındaki çocuklara

Çamlıca’daki özgürlüğümle
Sokakların ışıl ışıl aydınlanıyor
Varoşlarında ısınıyorum
Tarlabaşı’nda küskünlüğüm bırak bende saklı kalsın
Geceleri gezen bozacılarını özlüyorum
Senden ayrı düşmek ne acı
Bir ananın yavrusunu özlemesi gibi
Kokunu özlüyorum
Umut
Ekmek
Yürek
Azim
Ruhum İstanbul

SON EKLENENLER

Üye Girişi