Kullanıcı Oyu: 4 / 5

Yıldız etkinYıldız etkinYıldız etkinYıldız etkinYıldız etkin değil
 



SAYFA:11/ 101-110

101-ÜSKÜDAR TÜRKÜSÜ - YAVUZ BÜLENT BAKİLER

İstanbul'da Üsküdarlı bir kız var
Bir tramvay durağında evleri
Sarı kanaryalar, ak kanaryalar
Öter balkonunda geceleri...

Bulutsuz rüzgârlar gibi her sabah
Bir masal âleminden çıkıp gelirdi.
Ne adını düşünürdüm bir deniz kıyısında
Ne adımı bilirdi.

Bir gün bulutlar geldi habersiz
Sonra incecikten yağdı üstüme
Büyüdü içimde zamanla yeri.
İki mısra gibi aldı gönlümü
Bir gül yaprağından güzel elleri

Bendim artık gölge gölge sokaklardaki
Öylesine mahzun, kaygılı, ürkek.
Bendim her mevsim boyu sımsıcak
Sevdalar içinde vuran tek yürek

Bir gün baktım penceresi perdesiz
Yok odalarda çın çın şarkı söyleyen sesi.
Yok balkonda artık ak kanaryanın,
Sarı kanaryanın kafesi.

Benden sorun Üsküdar'ın şimdi her gece
Sokakları kaç adım.
Bir gece yarısı düştüm yollara
Her köşe başında ağladım.

 
LALELİ AKSARAY- YAVUZ BÜLENT BAKİLER

Yine akşam, yine gurbet, yine başımda efkâr
Ve yine içimde şarkılı sesin.
Gözlerimde çizgi çizgi duraklar
Duraklarda hayal-meyal sen misin?

Sen misin yanyana gezemediğim?
İnce sitemini sezemediğim
Sırrını bir türlü çözemediğim
İçimdeki çetin sual sen misin?

Bu nasıl yürekten söylenmiş makam?
Dinlediğim bütün türkülerde gam
Laleli-Aksaray arasında her akşam
Dinlediğim tatlı masal sen misin?

Ne derse aldırma şimdi artık el
Gel bir akşam yine türkülerle gel!...
İstanbul seninle çok daha güzel
İstanbul'dan güzel hayal sen misin?

Biliyorum seni türküler yaktı,
Türkülü gözlerin ıslak ıslaktı.
Şimdi beni sokak sokak her akşam vakti
Dolaştıran 'Dişi kartal' sen misin?

Yine akşam, yine gurbet, yine başımda efkâr
Ve yine içimde şarkılı sesin.
Gözlerimde çizgi çizgi duraklar
Duraklarda hayal meyal sen misin?

 
İSTANBUL - CAHİT IRGAT

İstanbul köprüsü yeşil boyalı
Ama tersi başkadır, yüzü başkadır;
Bir yanda Haliç,
Kervansaray, Eyüpsultan, mezarlık

Alın teri, kol kuvveti, mezbaha.
Haliç deri kokar, kan kokar
Haliç'te balık bile yaşamaz
Yarı ölü, yarı diri
Yarı ayık, yarı sarhoş
İnsanlar yaşar.

Bir yanda Boğaziçi,
Adalar Rüzgârı karpuz kokar,
Yeşil mi yeşil
İnadına denizi.

Yaşa İstanbul yaşa
Yeni zenginlerinle.
Bana senden hayır gelmez,
Çok çektirdin.
Bitpazarı şahidimdir
Az mı pabuç, palto sattım
Aç kaldım, az mı para dilendim
Bütün şehre borcum var.

Ben çok dertli adamım
Koyver benim yakamı
Senden bana hayır gelmez
Güzel İstanbul.


İSTANBUL SEVDASI-İBRAHİM MİNNETOĞLU

Gün ışığı vurmuş hayran sularına
Ne zaman baksam aydınlık
Ne zaman baksam mavi
Işığın suya olan aşkı
Sana sevdamla müsavi
Bahçelerde gül açar lâle açar,
Göklerine ak güvercinler kanat.
Sende yaşanan bir gün
Bin yıllık hayat.
Fakircene de olsa
Gerçek saltanat.


105-İSTANBUL'UMUN DİLİ - ASAF HALET ÇELEBİ

Annemin dili,
Babamın dili,
İstanbul'umun dili,
İstanbullumun dili.
İstanbul'umun efendisi,
Hanımefendisi.
Sokaklarımın bekçisi,
Yoğurtçusu, balıkçısı.
Can dilimi konuşanım,
Canım benim.
Ninnilerimi bu dil söyledi,
Masallarımı bu dil.
Bu dille duydum türkülerimi,
Bu dille okudum şairlerimi.
"Zalim beni söyletme derunumda neler var."


İSTANBUL CAMİLERİ - NÜZHET ERMAN

I
Renkli camlardan içeri giren gün,
İç ürperten raksı ölümsüzlüğün;
Kuytulaşan minber, eriyen nakıs,
İnce serin bir an boyunca akis,
Sadelikte buluş, günü, güzeli.
Öpülmez mi yeşili sunan eli,
Bir şekil, ışık ve renk ustasının
Onulmaz derdine bir şerbet diye?
Öpülmez mi menevişli maviye
Kurnalık eden bir göz öpülmez mi?

II
Adalardan mermer taşıyan gemi,
Giriverse yine bir Haliç’e,
Taze cam kokusu dolarken içe,
Yine Allah’a doğru, birer birer
Yeşererek yönelse minareler.
Yine tazelenir, pişerken cini,
Esik yapsalar Ada mermerini,
Biraz sonsuzluğa, biraz Tanrı’ya
Bir kapı açılır, yarıyaysa
Güler bir yüz yine uzak, derinden,
Mavi sesler gelir o gök şehrinden.
III
O ne katkısız, ne ince sanatmış
Ki tasa en tatlı yuvarlaklığı,
Çiniye bir yeşil göz berraklığı
Verirken nura renk, renge nur katmış!
Ve bu renk bayramı, nur şenliğinde,
Bu ebedi aksam serinliğinde
Duyulan heybete bir huzur katmış!
Cini göz alan iç, mermer donuk diş!
Göz alan iç, donuk dışla beraber,
Esiğini, o gök denen fanusun,
O bir uzak, sonsuz, hür okyanusun
Yoluna benziyen yolu arayış.
Burada, unutmak ve unutulmak,
Burada, bir ince derde tutulmak,
Ruh serbest burada, fani ölümsüz,
Tasasız iç, duru bakış, nurlu yüz,
Ayırt edilmeyen günle gece,
Burada çözülemeyen bilmece;
Burada, ferahlık içinde gülen,
İç ateşi, göz nuruyla çizilen
Öz şiirin, temiz aşkın gerçeği:
Nar, nergis, karanfil, erik çiçeği,
Bal sarisi, beyaz, çimen yeşili
Mavinin konuşan sıcacık dili.
Pembe kabuğundan soyunan soğan,
Bakışların dinlendiği erguvan,
Badem çiçekleri, kızıl laleler,
Işık kemeri kuran şelaleler
Bir iç açan şarki dallar boyunca
Ve rengi her an tazelenen gonca.
IV
Zihin gökyüzünde, gönül sevinçte,
Esenliğin hüküm sürdüğü içte
Yeşerirken sırrı bir mucizenin,
Cami eşiğinde dize gelmenin
Varamaz zevkine asla ham sofu.
Ruhun en fakiri, içi en kofu
Bile zengin, hoşnut döner oradan.
Döner gibi kutsal bir maceradan.
Bir yoldur sanki her cami eşiği,
Göklere acılan rahat ve iyi.
Bir yol üstünden bulutlar geçer.
Bir ucu toprakta ve öbür ucu
Kaçıncı katında kim bilir göğün?
Bu yoldan, bu yoldan günde beş öğün
Tanrı’ya şükreden insanlar geçer:
Kimi arzulardan silkinmiş, temiz,
Güvercinler gibi, rüyada, sessiz,
İnsanlar, insanlar, birer ikişer...
V
Çirkinin hoş göründüğü mahşer
Yerine döndüğü bir anda için,
Ne sihirli seccade, ne güvercin,
Uçamaz bu yolda ruh gibi.
Ruh, o hür mesafenin galibi,
Ele avuca sığmayan hafiflik.
Meçhul buutlar arasında mekik
Dokuyan kus; her günahkar bedenin,
Aydınlıkta yolunu kaybedenin,
Belki güne, belki kıbleye doğru,
Sevki yüzlere vuran şeye doğru
Vakitli vakitsiz açtığı yelken.
Gök duru, iç rahat ve her şey güzelken
Ve en hoş yerindeyken yolculuğun,
Bir sabırsız, titrek, ince soluğun
Kararttığı canım ömür çırası,
Ruhun bir anda değişen mecrası
Ve akmağa başlayışı rasgele.
Mesafe dediğin gelir mi ele?
Vurur mu açığa derinliğini,
Hiç güneş görmeyen canavar ini?
Benim bildiğimse o soğuk alev,
O her gece şehre inen sinsi dev,
Karaya oturan kapkara bulut,
Karanlık... Gözlere dolan ince kum,
Günahlara çanak tutan uçurum
Pek sermez sırrını gün ışığına.
Bir gül dalına, dağ sarmaşığına
Yürüyen öz suya dönen ruh bile,
El yordamı, iç güdümü, nafile
Bulamaz yolunu ferah göklerin.
Gökler... O rengi övüleceklerin
İlki gökler... Cini döşeli tavan!
Ey gölgesinde gözlerini ovan!
Öyle, durduğuna bakma onun.
Onun, gün ortası, insanoğlunun
Başucunda pırıl pırıl parlayan,
Bir içi güzelliğini tekrarlayan
Cami kubbesinden pek farkı yoktur
Bir dua, bir ezan, bir şarki yoktur
Ki, bu kubbede durulmamış olsun,
Sonunda ALLAH´ı bulmamış olsun.


YETİM İSTANBUL - NURETTİN ÖZDEMİR

Çocukluğa, küçük şehirlere,
ilk aşka, senin gidişine
ve İstanbul şehrinin yetimliğine dair…’

Bir zümrüt masaldı çocukluğumuz;
Bembeyaz çiçekler söylerdi onu.
Nedir, bilir misin unuttuğumuz
Ömrün başlangıcı, masalın sonu.

Acısı duyulur bir yerimizde,
Küçük şehirleri hatırlamanın.
Bir sır gibi yaşar gözlerimizde,
Buğulu rüyası geçmiş zamanın.

Duaların narin yapraklarında,
Tanrı’nın yüzüne bakmadığı kul.
Bir ayet gibidir dudaklarımda,
Sen gidersen yetim kalır İstanbul.

Seninle güzeldi kubbeler şehri.
Senin yüzün kadar büyülü seher;
Boğaz, sahil boyu, firuze nehri
Ve garip rüyalar içinde sefer.

Uzakta Küçüksu, Kandilli, Hisar.
Kimsesiz yollarda ayak seslerin.
Bana gülümsüyor, asırlık çınar
Dalları içinden mavi gözlerin.
Sponsorlu Bağlantılar

Aşkın sahilinde böldük nasibi.
Yollar ölesiye bekler gölgeni.
Suyun ve toprağın sarışı gibi,
Şimdi bir başkalık sarıyor beni.

Ay, sarmaşıklardan gülmüyor artık;
Işıklar düşmüyor sulara pul pul.
Şimdi yollarımın hepsi karanlık.
Şimdi her şeyiyle yetim İstanbul!



İSTANBUL'A AĞIT - HÜSREV HATEMİ

Kaybettiğim eski İstanbul bir gün
Yaşlı, hasta bir beyefendinin,
Terekesinden çıkacak
-vefatından hayli sonra –
Ben o günü sanmam ki göreyim
Fakat o gün geldiğinde
Büyük bir sarı zarf içinde
Üstünde “muhibbim” filan beyefendiye
İthafıyla yaldızlı bir kent
Yarı küflenmiş fakat olağanüstü güzel
Zuhur edecek bir evden...
O zaman kentimiz çoktan,
Hani erkek çocukları ürperden
Hımar tıraşından geçerek
İmar görmüş tepeleriyle
New İstanbul olacağından
İş işten geçmiş olacak
Sadece gönül sahipleri umarım
Derinden ve insanın içine işleyen
Bir musıki duyacaklar kısa süre
Beton tepeler üzerinde...
“İşte onların mahvolmuş yurtları”


İSTANBUL - MUSTAFA MİYASOĞLU

Bir yerden sonra her şey İstanbul oluyor
Sürekli İstanbul’u yaşıyoruz akşam oluyor
Kirli paralar dolanıyor mafyalar kaçakçılar
Ne yandan baksan ağızları bıçak açmıyor
Herkes bir şeyleri saklıyor saklanıyor

Sürekli acıları yaşıyoruz sürekli ziyanda
Ötede kanlı güller açıyor şehit kanları sebil
Muhacir yüreklerde hep hüzün ve acı ve dua
Vakitlerden bir vakit huzurdayız kabul
Yanıyoruz yakıyoruz ey koca İstanbul

Muhalif rüzgârlar uysal insanlar panayırı
Bütün kapılar kapalı bütün renkler kirli sarı
Acıları afyonlanmış geceleri tutuklanmış
Eskitilmiş hüzünlerin bürokrat neşeleri mor
Tutulmuş güneşlerde solgun güller kanıyor

Metropol akşamları gökdelen lambaları
Aynı şarkıları söyleyen dilenciler tufeyliler
Kentli soytarılar palavracı silahşörler
Sahte renkler dizi film hastaları
Büyük puntolu konuşmalar çağdaşlık tafraları

Bir mazlum bir mazluma dert yanıyorsa
Saat başları hece taşları defterler dolusu
Kim kimin yanında kimlerin eli kanımda
Sorular sorulur cevaplara durulur paydos
Uzaklara gidelim sus dostum sus

 
(Bir Gülü Andıkça, 1997)



110-80'LERDE İSTANBUL'DA - ALİ EMRE

Bir de küt bir ağaç vardı önünde unutkan bir dut ağacı
Bayılmıştım açlıktan lokantada, cezayir miydi fas mı
Üç günde bir akıyordu o zaman sular istanbul’da
Üç kişiden biri ya şairdi ya polis ya da amerikan ajanı
Her darbede bir arbede çıkar ve derbeder çocuklar
Kantinlerde bıyık burar evlerde devletler kurarlardı
– “Ah evet biliyorum tatlım demode lakırdılar bunlar! ”
Vakit yoktu bakışmaya çekirdek satıyordum akşamları
Düşünce kolum kırılmıştı gece kaçak giriyordum yurda
Anamın gözyaşları birikir tombul bir mektuptan ağardı
Üç günde bir bayılıyordum ve edip cansever sağdı
Dişleri bembeyaz bir ispanyol vardı bir de beyoğlu’nda
– Babam ve oğlum’u kırk kere izleyen kaç kişi var?
Akşamları üstümüze hep bir kenan evren sıçrardı

O dut ağacı kurudu, çernobil patladı çünkü az sonra
Çaylar ucuzladı birden yurtta, müdürün pos bıyıkları
Uzadı kış uzadı fındık dağıttılar bize hem de bedava
Ahmet kaya dinliyorduk, üç günde bir gidiyorduk okula
Waldo’yu arıyorduk zor konuşuyordu ismet özel
Dikkatim dağılıyordu ikide bir yoksulluktan beyazıt’ta
Bir kitap çalmıştım bir kez sahaflardan, elim dardı
Beşiktaş’ta almıştım soluğu, yurda gündüz sokmazlardı
– Konuşurken niye yüzümüze bakmıyorsun ali ya?
Utangaçtım, kızlarla konuşurken yüzüm kızarırdı
Edip cansever gitti dediler zarifoğlu aramızdan ayrıldı
Eylemden geliyordum cop hiç işlemiyordu yaralarıma

Günahı yoktu istanbul’un, çernobil’i iplemiyordu kızlar
Ütü yapmayı bilmiyordum daha salavat getirmeyi
Çay iyiydi de zamanla dokunmaya başladı fındıklar
Deli gibi fransızca çalışıyordum sökmek için baudelaire’i
Ağzıma tütünden başka bir şey sürmemiştim yani
Üç günde bir, tek ayak üstünde sorup duruyordu hocalar
– Hani abesle muktebes, ne yaptın kulak için kafiyeyi
Ortaköy hesap soruyordu, bana bakıp kikirdiyordu kızlar
– “Paris” hocam, “dünyanın en berbat batakhanesi”
Ne les fleurs du mal dinliyor acı ne savaş ritimleri
Amerikan bilardosuyla penguen de sadece bizde var

Ha bir de turgut nereden koşuyor diye sormuştu çölaşan
Emin değilim ama imgeye de çok abanmıştı 80’li yıllar

SON EKLENENLER

Üye Girişi