Herhalde artık yavaş yavaş yaşlanıyorum. Çünkü bazen durup dururken sinirleniyorum. Hemen parlayıp, bağırıp çağırıyorum. Hani huysuz ihtiyar derler ya, galiba, korkarım öyle olmaya başladım. Son günlerde beni en çok kızdıran konulardan bir tanesi de, Türkçenin yanlış kullanılması. Hele bir kelime var ki, duyar duymaz zıvanadan çıkıyorum. Hâlbuki alt tarafı basit bir kelime, ne var bu kadar kızacak, tepki gösterecek? Ama ne zaman onu duyarsam bana bir hâl oluyor. Ne mi o kelime? "Bye bye" (bay bay)...
Gençlerimizin Türkçeyi ne kadar az bildiğinin, kelime hazinelerinin ne kadar sığ olduğunun ve ne kadar dış kültür tesirine açık yaşadıklarının en önemli göstergelerinden biri işte bu "bye bye".
Eski kültürümüzde selamlaşma, hâl hatır sorma ve vedalaşma son derece ince ayrıntılarına kadar belirlenmiş, her biri ayrı mânâya gelen hikmet dolu sözlerle yapılırdı.
Belki bunları yazmak bile ayıp. Malum—u ilâm denilen cinsten bir sütün işgali; ama okuyucularım kusura bakmasınlar, onları tenzih ederek bazı cahiller için yazmak zorundayım.
Selam. küçükten büyüğe verilir. Halini, büyük küçüğe sorar. Küçük büyüğe hatır sorarken "Allah ömürler versin" der. Tasavvufta ise şeyh hatır sorunca, "aşk u niyaz eyleriz" denir. Küçüğe selâm, büyüğe saygı, hürmet gönderilir. Büyükler küçüklerin gözlerinden öper, küçükler büyüklerin ellerinden. Şimdi kim kime saygı, selâm göndere-:ek karıştı. Hele bir de özellikle telefonda öpüşme muhabbeti var ki, aman Ya Rabbi! Kim kimi nasıl, nerelinden öpüyor, bilene aşk olsun... Konuşmada küçük büyüğe "arz eder". Büyüğün sözlerine "buyurduğunuz gibi” denir. Sizden çok küçük olmadığı halde, tevazu gereği "efendim arz etmiştim" diye cümleye başlayan birine hemen "estağfurullah diye cevap verilir, eski insanlar kendilerinden "bendeniz", "kulunuz", "fakir", "abd—ı aciz" gibi kelimelerle bahsederler. Büyüğe "bir emriniz var mı?" diye soru-ur, cevap olarak da "estağfurullah ricam olur" denilir, yolda bir iş yapan görüldüğünde "kolay gelsin", yemek yiyene "bereketli olsun", balıkçıya "rast gele", abdest alana "hayrını gör", namaz kılmış olana "Allah kabul etsin" şeklinde hitap edilir.
Bir eve girerken destur alınır. Bir yere girildiğinde kalkılırken mutlaka izin istenir. Çünkü gelmek irâdet, gitmek icazettir. Müsâadeyi devletleri isteyip kalkılır ve cevaben "estağfurullah, ayağınıza sağlık, yine bekleriz" şeklinde mukabele edilir. Yemekte ev sahibine söylenen "ellerinize salık, kesenize bereket, Allah ziyade etsin" gibi sözlere, "beğendiyseniz bir daha yapalım, beğenmediyseniz beğendirene kadar yapalım" sözleri ile karşılık verilir
Efendim, en kızdıklarımdan birisi de vefat eden bir Müslüman'ın ardından "toprağı bol olsun" denmesidir. Bu tabir sadece gayr—i müslimlere aittir, bir Müslüman'a öldü bile denmez. Onun hakkında "Hakk'a yürüdü, rahmete erdi, sizlere ömür, irtihal etti, göçtü"; gömülünce de "sırlandı" tabirleri kullanılır. Hele bir de "Hayy'dan gelip Hû'ya gitti" sözü var ki onu anlayan neredeyse hiç kalmadı.
Yemeğe çağrılan birisi "fakirhaneyi, bendehaneyi teşrif ediniz, beraber çorba içelim, lokma yiyelim" diye davet edilir. Bu davete "estağfurullah, devlethanenize gelmekten şeref duyarım" şeklindeki sözlerle icabet edilir.
Gündelik yaşantıdan konuşurken ateş, mum, elektrik söndürülme tabiri kullanılmaz. Ocak sönmesi deyiminden dolayı, söndür yerine "dinlendir" denir. Yakmak tabiri de kullanılmaz; çünkü ateş "uyandırılır". Kapı ise kapatılmaz, "örtülür".
Ayıp bir şeyden bahsedilirken "hâşâ huzurdan", "sözüm meclisten dışarı", yenen bir şeyden bahsedilirken "ayıptır söylemesi", hasta olunduğunda da "üzerinize afiyet üşütmüşüm" şeklinde söze başlanır. Hamama gittim yerine ise, "sıcağa gittim", banyo ve tıraş sonrası da "sıhhatler olsun" denir.
Şimdi gelelim en önemlisine! Şu zıpçıktı, nevzuhur "bye bye'' kelimesine, bunun yerine önce "Allahaısmarladık, Allah'a emanet olunuz, sağlıcakla kalınız, hosçakalınız" söylenebilir. Cevaben de "yolunuz açık olsun, güle güle, selametle, uğurlar olsun" şeklinde karşılık verilebilir. Özellikle İstanbul Türkçesinde "devletle" şeklinde yolcu edilip, kapıda gidenin arkasından "hayırlara karşı" denir.
Tasavvuf ehlinin ise, şeyhe vedalaşırken "fakiri gönülden çıkarmayınız" sözüne, şeyh de "gönüldesiniz efendim, gönülden çıkarmayız" şeklinde cevap verir.
Böyle edep, erkân bilenlere "çelebi adam, Efendi adam" denir. Tersi olanlardan da "yol yordam bilmez nadanın biri" şeklinde bahsedilir.
Hâlbuki şimdi konuşma "selâm" diye başlıyor, "var ya...", "kesinlikle", "yaa", "yemin ederim", "olay", "see you" (görüşürüz), "take care of you" (kendine iyi bak). "O.K." (oldu) kelimeleriyle devam edip, "bye bye"la bitiyor. Yahut kısaca "hadi byef deniliyor, işte o noktada bendeniz kopuyor, huysuz bir ihtiyar oluyorum!
MERAKLISINA NOT
Eskiden bye bye yerine "bonjotır", "bonsoîr", "merci" gibi Fransızca kelimeler kullanılırdı. Öyle konuşanlara da mon cher (monşer) denirdi.
HURDA TEFERRUAT
Abdülhamit döneminin meşhur vezirlerinden Sadrazam Küçük Sait Paşa, konuştuğu söze son derece dikkat edermiş. Bir gün İbnülemin (Mahmut Kemal İnal), merhumla otururlarken; İbnülemin, Paşa'nın iskemlesinin altında bir fare görmüş ve Paşa'yı uyararak, "Paşam ayağınızın altında bir sıçan var." demiş. Meğer Sait Paşa fareden çok korkarmış. Onu duyunca hemen fırlayıp büyük bir telaşla iskemlenin üstüne çıkmış; fakat bir taraftan da korkuyla "Ona sıçan demezler fare fare." diye bağırıp tashih ediyormuş. Gördünüz mü, eski adamı?
Haluk Dursun