Kullanıcı Oyu: 0 / 5

Yıldız etkin değilYıldız etkin değilYıldız etkin değilYıldız etkin değilYıldız etkin değil
 

ZATİ - KAMETİN EY BOSTAN-I LA-MEKAN PİRAYESİ

GAZEL İNCELEMESİ
Kametin ey bostân-ı lâ-mekân pirâyesi
Nurdan bir servdir düşmez zemine sayesi

Yusuf u gerçi görenler ellerini kesdiler
Gün yüzün gördü senin şakk oldu ayın ayesi

Menzil-i tîr-i duâveş mâverâ-yı nüh siper
Kadrinin arş-ı muallâdan muallâ payesi

Evvel ü âhir nazirin yok senin zâtın durur
Hatm-i cümle enbiyâ kevn ü mekânın mâyesi

Der görenler sen meh-i bedrin münevver hüsnünü
Sut yerine nur emzirmiş meğer kim dayesi

Ahiret bazârına vardıkta eyler fâide
Nakd-i aşkındır anın kim serverâ sermâyesi

Bâğ-ı cennette ümidim bu Huda’dan Zâti’yi
Cümle müminlerle sen servin ide hem-sâyesi

Manzum söyleyiş
Ey ki boyu lamekân bağının nur servisi
O bir nurdur ve nurun düşmez yere gölgesi

Şaşmalı mı Yusuf u görüp el kesenlere
Gün yüzünü görünce ay bölündü ikiye

Dua oku gibidir aşar dokuz feleği
Kıymetinin arştan da yücedir mertebesi

Gelmedi gelmeyecek bir benzerin varlığa
Sen nebiler mührüsün sensin varlığa maya

Dolunaya benzeyen yüzünü görenler der
Süt yerine nur ile emzirmiş emzirenler

Ahiret pazarının yoktur geçer akçesi
Senin aşkından özge kurtuluş sermayesi

Zatî cennet bağında Hak’tan budur niyazım
O servi gölge salsın bana başka ne lazım

Şerh

Kametin ey bostan-ı lâ-mekân pirâyesi
Nûrdan bir serv-dir düşmez zemine sayesi.

Bu şiir, bir na’t gazeldir. Na’t genellikle kaside türüyle yazılmakla birlikte edebiyatımızda konusu na’t olan gazellere de sıklıkla rastlanır. Şair, Resul-i Ekrem’i överken bir yandan da O’na tazarru ve niyazda bulunuyor. Biz de açıklamalarımızda bu üsluba uyarak diyelim ki; Ey kamet-i bâlâ.. Bilirsin âdettir. Şairlerce sevgililerin boyu serviye benzetilir ve yüceltilir de yüceltilir. Bahçeler yeşerip de sevgili tenezzüh için çayır çimenin yolunu tutunca âşığa da gün doğar. Zira âşığın sevgiliyi görme mekânı bahçedir. Gerçi bahçe cezbeden güzellikler sunar insana. Ama bahçenin servinden sünbülünden âşığa ne! Onun gülü, bülbülü, baharı hep sevgilidir. Gül, sünbül ve lale sevgiliye benzeyen yönleriyle bir değere sahiptirler. Servi görür de sevgilinin uzayıp giden kameti hatırına düşer âşığın. Ey en yüce servi! Sen de bir servsin ve bu serv bir bahçenin süsü ve bezeği. Ama ne bu servi başka servilere benzer, ne de bu bahçe başka bahçeye. Her kemal sende toplandığı gibi sen boyca da her boydan âlâsın. Gerçi şemail-i şerifini yazanlar senin her cihetle olduğu gibi boyca da mütenasip olduğunu yazmışlar. Mütenasip, yani ne çok uzun ve ne de kısa. Ne var ki uzunluk ve kısalık ancak başkalarıyla mukayese neticesinde anlaşılır. Değil mi ki nice kamet-i bâlâ senin kametin yanında uzun görünmekten hicab etmiş, kısa görünmüş. Bakanlar senin mübarek başını her baştan yukarıda bulmuşlar. Lâkin senin mübarek vücudun sureta bu dünya bağının servi gibi görünse de hakikatte o müteal bir bağın bezeği. Gerçi mekândan münezzeh olmak ancak Hak Teâla’ya mahsus. Lâkin beşer arasında maddi varlığıyla beraber o mekânsızlık âlemine ulaşmak, ancak sana lütfedilmiş  İsra Suresi’nde beyan buyurulduğu üzre bir gece yatağından kaldırılmış ve sana tahsis edilen özel binekle önce Kudüs’e oradan da semalara doğru yükseltilmiştin. Öyle ki gök tabakaları ayağının altında dürülmüş ve sırayla bütün peygamberleri ve en sonunda bizzat kılavuzun Cibril’i geride bırakmıştın. Sonunda zaman ve mekândan bir koku bile olmayan öyle bir alana ayak basmıştın ki oraya ne senden önce ne senden sonra hiçbir beşer ayağı basmamıştı. Hak’la hâsıl ettiğin yakınlık: “Bir yayın iki ucu arası ya da ondan bile az..” idi. Orada arşın nuru seni kapladı ve sen göreceğini gördün. Bütün bunlar öyle bir madde ötesi âlemde cereyan etti ki sen dönüp geldiğinde terk ettiğin yatağını aynı sıcaklıkta buldun. Ey bu İlahî bağın servisi! Gölge kesif cisimlerde olur. Oysa sen serapa nursun, nur âlemine mensupsun.. Zulmetle nur hiç bir araya gelebilir mi ki senin kaddinle gölgeyi bir arada tasavvur edelim. Kaddine saye irtibat edemez/Zulmet ü nur ihtilat edemez. (Sabit) Hz. Peygamber in gölgesinin yere düşmemesi -dini kaynaklarda bundan bahsedilmemekle birlikte- edebi eserlerde tekrarlanan bir motif olarak karşımıza çıkar. Diğer taraftan Hz. Peygamber’in nur olarak nitelenmesi yukarıdaki yorumumuzla ilgili olabileceği gibi, aşağıdaki beyitlerde izahı gelecek olan. Nur-ı Muhammedi -Hak Teâla’nın onu kendi nurundan yaratması- kavramıyla da irtibatlandırılabilir.

Yusuf u görenler gerçi ellerini kesdiler
Gün yüzün gördü senin, şakk oldu ayın ayesi.

Ey Nebi! Gerçi güzellik deyince hatıra ilk gelen isim Hz. Yusuf’un ismidir. İlahî beyan onun güzelliği ve ismetini Kur’an’ın en güzel kıssasında tahkiye etti. (Yusuf Sûresi/12) Bu öyle bir güzellikti ki efendiyle köleye rollerini değiştirtti.. Züleyha’yı kınayanlar kınadıklarıyla sınandılar. Züleyha nasıl bir yıldırımla vurulduğunu göstermek için saray hanımlarını çağırdı ve ellerine meyve tabakları tutuşturdu. Yusuf içeri girince bütün akıllar başlardan uçtu. İçeri giren bir beşer değil “olsa olsa bir melek”ti. O çıkıp akıllar avdet ettiğinde herkes meyve yerine doğradığı elleriyle ve utançlarıyla baş başa kaldılar. Gel zaman git zaman bu kıssa İsrailî rivayetlerle de birleşti ve şairlerin kaleminde ölümsüz bir aşk destanına dönüştü. Artık güzel denince Yusuf, Yusuf denince sevgili hatırlanır oldu. Ta ki sen gelene kadar, ey güzeller güzeli! Yusuf, parlak bir aydı, senin cemalinse güneş. Parmak kestiren o ay senin güzelliğin önünde kendi elini kesti. Güneş doğunca ayda takat mi kalır. Senin zuhurunla da bütün öncekilerin ayı, yıldızı battı.
Şair şakku’l-kamer diye bilinen mucizeyi hüsn-i ta’lil yoluyla kendi maksadına göre tevil ederek kullanıyor. Kur’an’-da da zikredilen (Kamer Sûresi/1) bu mucize Habib bin Malik’in başını çektiği bir gurup müşrikin Hz. Peygamber’den mucize istemesi üzerine zuhur etmişti. Mehtaplı bir geceydi ve ay, Hz. Peygamber in işareti üzerine ikiye yarıldı. Birbirinden uzaklaşan iki parça bir müddet bu hâl üzere kaldıktan sonra tekrar bir araya geldiler. Karaçelebizade bir davanın isbatı için iki şahit gerekmesinden hareketle bu iki parçayı Hz. Peygamber in iddiasında haklılığının şahitleri olarak niteliyor.
İki şakk etti gökteki ayı
İki şahitle etti davayı.
Bilindiği gibi güneş ve ay sevgilinin benzetme unsurlarındandır. Bunlar arasında güneş hakikat olarak da istiare olarak da üstündür. Zatî de yukarıdaki mucizeden hareketle ayın ikiye yarılmasını güneş karşısındaki hayret ve kıskançlığa bağlıyor. Şair ay ve aye kelimeleri arasında da nakıs cinas yapıyor.

Menzil-i tîr-i duâveş mâverâ-yı nüh siper
Kadrinin arş-ı muallâdan muallâ payesi.

Ey kadri kıymeti yüce Peygamber.. Samimi dualar bir ok gibi semaya doğru yükselir ve dokuz gök tabakasını aşarak Hakk’ın huzuruna vâsıl olur.

Dokuz gök isterse iç içe geçmiş şekilleriyle dokuz kalkan olsun ne çıkar. Dua okunun delmediği kalkan mı var? Dokuz göğün ardı levh-i mahfuzun ve İlahî takdirin zuhur yeridir. Senin değerin de oralara kadar ulaşır ve arşın ötesine uzanır.
Kur’an-ı Kerim’de göğün yedi tabakasından bahsedilmesi-ne karşı şairler Batlamyusun dokuzlu sistemini benimsemişler ve sanatlarını bu sisteme bina etmişlerdir. Bu sisteme göre gök yüzü ortadan kesilen bir soğan manzarası arz eder. Birbirini, örten sekiz feleğin üzerinde yıldızlardan hâli bir tabaka olan arş-, âlâ mevcuttur. Bu dokuz felek, şekil itibarıyla dokuz kalkan veya siperi de andırır. Diğer taraftan ah da keskin bir oka benzetildiği cihetle bu iki teşbih birbirini tamamlar. Allah’ın zat âlemi ve duaların kabul merkezi bu dokuz feleğin ardındadır. Hz. Peygamber de değeri, şefaatinin ve nazının geçerliliğiyle başka hiç kimsenin olmadığı kadar Hakk’a yakındır; tıpkı dualar gibi O'nun huzurundadır. Diğer taraftan O bazı tartışmalı hadislere nazaran yaratılışı bakımından ilktir ve aşağıya doğru tenezzül eden İlahî kudretin başlangıç noktasıdır. Şairin ifadelerini bu yaygın anlayışla da irtibatlandırmak mümkündür.

Evvel ü âhir nazîrin yok senin zâtın durur
Hatm-i cümle enbiyâ kevn ü mekânın mâyesi.

Ey hatemü’l-enbiya.. Hz. Âdem’den beri süzüle süzüle gelen insanlık sende kemal buldu. Senin geçmişte bir benzerin olmadığı gibi gelecekte de olmayacak. Biten bir şeyin altına mühür vurulur. Sen de peygamberler kafilesinin bitiş mührüsün. Aynı zamanda bu varlık âlemi mevcudiyetini sana borçludur. Zira her yaratılmışın varlık sebebi sensin.

Şair, sufılerin çok kullandığı “levlake levlake...” (Sen olmasaydın bu âlemi yaratmazdım.) kutsi hadisine telmihte bulunuyor. Bazıları bu ibarenin lafzen mevzu ancak benzer hadisler dolayısıyla mânâ bakımından doğru olduğunu söylemişlerdir. Bu mânâya göre bütün âlem Hz. Peygamber’in varlığı için var olmuştur. Bu bakımdan o, kainat ağacının çekirdeği ve varlık teknesinin mayasıdır. Bu fikir birçok şaire ilham kaynağı olmuştur;
"Vücuda gelmese o nur-ı azam
Ademde kalır idi cümle âlem.”
                            (Zarifi)

On sekiz bin âlemi icaddan maksud-ı Hak
Nasa ancak arz-ı şan u itibarındır senin.
                                (Şeref Hanım)
Bu maya oluş, diğer bir yolla da Hakikat-i Muhammediye anlayışına bağlıdır. Sufiyane anlayışa göre her varlığın biri Hakk’a diğeri kendisine bakan iki yüzü vardır. Bunlardan ilki kadim. İkincisi ise hadis ve mahlûktur. Kadim olan yön her varlığın Allah’ın ezeli ilminde mevcut olmasıyladır. Daha sonra bu bilgi şekle, buuda dökülerek (taayyün) nesnel âleme iner ki bu aşama varlığın fâni tarafıdır. Allah’ın ilminde ilk taayyün eden varlık ise Hz. Peygamber’dir. Allah önce onun nurunu ve daha sonra o nurdan her şeyi var etmiştir. Bu bakımdan Hz. Peygamber cisimleşmeden önceki varlığı, yani zatı ile bütün varlıkların aslı hükmündedir. Bu husus, tartışmalı iki hadis-i şerifte: Âdem henüz su ile çamur arasında iken ben peygamberdim. ’ ve: “Allah’ın ilk yarattığı şey benim nurumdur.” şeklinde ifade edilmiştir. Ahmet Remzi Dede, aynı fikri şu beyitle ortaya koyuyor:

“Âdem ki henüz tin idi umman arasında
İsmin okudu Sûre-i Rahman arasında.”

Der görenler sen meh-i bedrin münevver hüsnünü
Süt yerine nur emzirmiş meğer kim dâyesi.

Ey küfür karanlığını iman nuruna tebdil eden! Sen bu vasfınla ve eksiksiz güzelliğinle dolunaya benzersin. Sana nasıl ayın on dördü demeyeyim..

Değil mi ki Hak Teâla sana ebced değeri 14 olan Taha kelimesiyle hitap etti. Senin bir adın da nurdur. Ve yine Kur’an-ı Mübin’de kamer de “münir” olarak nitelenmiştir. (Furkan Sûresi/6i) Bu cihetle de sen dolunayla özdeşsin. Senin o nurlu güzelliğini görenler şaşırır da şöyle der: “Herhâlde dadısı buna süt yerine nur emzirmiş.”
Diğer beyitlerde bahsi geçen gökyüzü tasarımına göre yukarıdan aşağıya yedi gök tabakasının her birinde birer gezegen bulunmaktadır. Bunların sonuncusu ve dünyaya en yakın olanı aydır. Bu noktada ayla ilgili diğer benzetmeler ve yorumlar devreye girer. Bilindiği gibi ay, Hz. Peygamber’in remzidir. Son oluş, birinin Allah ile kullar arasında ilahi beyana aracılık etmesi, diğerinin de güneşin ışığını dünyaya aktarması, birinin gece diğerinin küfür ve cehalet karanlığını aydınlatması, keza ayın rengi ve maddeler arasında temsil ettiği süt vs. böyle bir özdeşleştirmeye imkân sağlamıştır..


Diğer taraftan bu benzerlik zinciri sudur nazariyesi ile de desteklenmiştir. Bu nazariyeye göre İlahî irade yukarıdan aşağıya doğru bu seyyarelere intikal ede ede aya kadar iner ve akış orada durur. Bu sebeple Hz. Peygamber’in insanlığın kaderine hâkim olduğu son dönem-ahir-zaman-aynı zamanda devr-i kamer adıyla anılır. Diğer taraftan kamerle süt arasında da ilgi vardır. Çünkü bu folklorik inanışa göre söz konusu yedi gezegenin her biri insanı bir dönemde besler, büyütür ona dadılık eder. Okul çağından önceki çocukların dadısı aydır. Ne var ki herkese süt emziren ay dadısı, kendisi de nurlu olduğu gibi bir adı da nur olan Hz. Peygamber’e süt yerine nur emzirmektedir. Böylece beyitte ay hem güzelliğiyle çocuğu, hem de terbiyeci olması bakımından dadıyı temsil etmekte.

Ahiret bâzârına vardıkta eyler fâide
Nakd-i aşkındır anın kim servera sermayesi.

Ey ahiret yurdunun başbuğu! Herkes o pazara bir şeyler götürür; elindeki avucundakini ortaya kor. Orada amel akçesi verilir, cennet ve cemal satın alınır. Ne var ki herkesin en şanslısı, oraya senin aşkınla gelendir. Zira en geçerli akçe senin muhabbetindir.
Cennete girmenin aslı şartı imandır. Hz. Peygamber ı sevmeyen de iman etmiş sayılamaz. Şairin çok açık olmasa da bu mealdeki bazı hadis-i şeriflere telmihte bulunduğunu tahmin edebiliriz. Sevginin merkezi kalptir. Paraya padişah adı veya imzası basıldığı gibi kimin kalp sikkesine de ‘Resûl’un sevgisi basılmışsa o akçeyle şefaate nail olur ve istediğim elde eder.

Bâğ-ı cennette ümidim bu Huda’dan Zâti’yi
Cümle müminlerle sen servin ide hem-sayesi.

Ey yüce serv! Hak’tan dileğim şudur; cennet bahçesinde inananlar, öbek öbek gölgen altına toplanıp mübarek huzurunda buluştuklarında ben de onların arasında bulunayım.
Hz. Peygamber’in gölgesinden kasıt onun şefaatidir. Şefaat ise kıyamet gününde, mahşer meydanında olur. Müminler orada Hz. Peygamber’in livaül-hamd adı verilen şefaat bayrağı altında toplanacaklardır. Ancak şair gölgeyi hesap-kitabın bittiği, herkesin yerini bulduğu ahirete taşıyor. Müminler orada yüce Peygamber’in huzurunda toplanacak, onun sohbetiyle müşerref olacaklardır. Muhtelif hadislerde müminlerin gölgesi altında toplanacağı cennet ağacı Tuba’dan bahsedilir. Burada Hz. Peygamber, manevi gölgesi cihetiyle söz konusu ağaçla özdeşleştirilmişe benziyor.

Gazel Bahçesi, C.Okuyucu

 

 

SON EKLENENLER

Üye Girişi