Kullanıcı Oyu: 0 / 5

Yıldız etkin değilYıldız etkin değilYıldız etkin değilYıldız etkin değilYıldız etkin değil
 

  

KARANFİLSİZ

  

İşim mi?... Eh işte..."

 

Caddede, kalabalık arasında kulağıma çarpan söz, bu. Bu kadarcık: İşim mi? Eh işte... Öyleyse, sapı kırık, taç yapakları dö­kük bir ses.

 

Dönüp bakmadım. Kim olduğunu görmedim. Küçük bir işmiş.

 

 

Önemsiz bir iş!

 

Kasa yapımında çalışan kaportacı arkadaşı, sabah akşam karşısına geçip de, inatlı, sabırlı, ona bunu öğretmeye kalkana dek, önemsiz bir iş yapmakta olduğunu bilmezdi. Kendisi için önemliydi, güzeldi, iyiydi. En iyi bildiği işti.

 

Altı araba, kamyon kasalarını süslüyordu. Yeşiller, sarılar, maviler, kı­rmızılar, akarsular, göller, dağlar ve karanfiller onun da içini süsler, gün­lerini güzelleştirirdi. Bu arabaları, kamyonları sürenleri de sevindiriyor olmalıydı. Yoksa, önünde neden sıraya girsinler, neden, gölün içinde bir kuğusu da mutlaka olsun, desinler?

 

Önüne getirilen her kasa tahtasını boyardı. Çiçekler, böcekler, dantelâ kıvrımlarla çektiği çerçeveye bir karanfil de kendinden katardı. Dedesinin işiydi. Sonra, babasının da işiydi. Bir işin ortasında, ak donuyla çıkar ge­lir, denir ki hâlâ sağ, başının ucuna dikilirdi:

 

"Gölün şıpırtılarını unuttun. Suların salınışını unutma. Boyayı da iyi ov. Renkler sevinsin" derdi. "Baştan savma! Dolunayı suya düşürmeyi unutma!"

 

Gözleri çakmak çakmak ona bakardı. Hoş görmez bakışlarına karşın, babası gibi, dedesinin de kendisiyle övündüğünü bilirdi. Dağ başlarına döne döne çıkan yolları, maviliklerde süzülen bir tepkili uçağı ikisi de akıl etmemişti. O yolların dönemeçlerini ne de yumuşak alıyor kamyon!... Ka­sası üstündeki, bu yolları döne döne çıkan kamyon da çok süslüydü. Çiçek demeti gibi... Tepkili uçağın ardındaki ak çizgiyi pamuksu bulutlar böler. Böylece, dereleri hevesle ovar parlatır, suları gümüşsü yansımalarla çıl­dırtırdı. Dermen gözleri bulanır, sırtı ağrırdı. Şimdi, göz bebeklerine otur­muş bulanıklık alnı şey mi, bilinmez.

 

Babası, fırçayı eline verirken:

 

"Gönlünce yap, Başka şeye kulak asma." demişti.

 

Artık babası da yok. Kasa yapımında çalışan arkadaşı ise tepesinden hiç eksik olmuyor. Ne ki, "Çiçeğin göbeğini unutun, mavinin dengesini kaçırdın, "demiyor. Daha küçükken, işte bu kasa yapımına girmeden önce­leri; sularına, karanfillerine duyduğu hayranlık eksile eksile bitmişti. Ni­cedir ak kanatlarını şişirmiş bir kuğuya coşkuyla el çırpmıyordu. "Şura­ya da bir yelkenli..." demiyordu. Dudağının kıyısında aldırışsız bir gülüm­seme takılı oluyordu. O, önceleri bu gülümsemenin, süsleme işini küçük-seme demeye geldiğini bilmiyordu. Aldırmıyordu. Her bir yanı renklere, ışınlara, biçimlere batmış bulanmıştır. Boyaları kendisini savunur. Gön­lünde yepyeni karanfiller uçuverir. Taç yapraklarının kıpırdanışını, sapla­rın yumuşacık eğilişini, çağlayanların sesini değiştirir durur. Kaportacı­nın "cık cık cık..." deyişlerini işitmez.

 

Bir akşamüstü, aynı biçimde karşısına dikilmişti. O ise, derenin üstüne küçük bir köprü atıyor, köprüyü ıslıklarla geçiyor. Ağzımla bir türkü. Karan/illerse kulaklarının arkasına takılı. Dereyi, dolunayın sulardaki şavkını onlarla taçlandıracak. Hazırdılar. Çerçeveyi çekerek, köşelere bi­rer de yıldız konduracak. Kaportacı:

 

"Boşuna çaba." dedi. "Boya, boya. Hepsi süs için!"

 

İlkin şaşırdı. Onun kasa yapımındaki yorgunluğunu şuradaki serin su­larla giderdiğini, içini dışını ovup yıkadığını sanmıştı. Derken ürktü. Yü­züne bakmadı onun. Direndi. Karanfillerinden birini kulak ardından çe­kip resimli tahtanın üst başına kondurdu. Birini de, henüz tomurcukta ola­nı, gönlünden çıkardı, alt yana kondurdu.

 

Beriki kıs kıs gülüyordu. O, başını hiç kaldırmıyordu. Coşkusu yırtılır diye ürküyordu. "El değmiş coşkuya yama vurulmaz!" dedesinin sözüy­dü.

 

Kaportacı, bir başka gelişinde: "İş mi bu senin yaptığın?" dedi.

 

"Kötü mü boyuyorum? Kuğular çirkin mi? Kuşlar ölü mü?"

 

Yine başını kaldırmamıştı. Öteki yine güldü. Gülüşü hoyrat. Böyle, gü­le güle çekilip gitmişti. O da, kuğuları daha ak, kanatları daha parlak ya­payım derken, bozdu. İlk bozuşuydu. Arkadaşı giderken: "Bizim atölyede tabancayı sıkarsın, bir saatte boyar geçersin koca bir kasayı!" demişti. Aklı buna takılı kaldı. Güneş biraz solgun doğdu. Keçi yolunun ucunda açan gül yaşlı oldu. Bir de bayrak gerekliydi. Bayrağı nereye sıkıştıraca­ğını bilemedi. Gönlünde karanfiller. Yine hazırda. Yine oradan alınıp ku­lak ardına takılmayı, ordan da çekilip köşelere iliştirilmeyi bekliyor. O gün buna yüreklenemedi. Karanfilleri olduğu yerde bıraktı.

 

Kaportacı tanışı, bir başka gelişinde:

 

"Ne işe yarar bu çocuk resimleri?" dedi.

 

O da gönlündeki bir karanfile öfkeyle sarıldı, çekip alırken sapını kır­dı. Fırçasını bir yana koydu:

 

"Nilüferli sularım, ayın şavkı vurmuş dağ başlarım, bitmez yolları kı­sa etmeye yetmez mi?"

 

"Yolun daha kısa var." dedi beriki de. "Acaba, kamyon sahiplerinin ise zamanı dar. Bak, gittikçe azalıyorlar önünde kuyruk olmaya. Bizim atölyede çarçabuk teslim ediyoruz kasalarını. Niye beklesinler? Bu işten murat tahtayı çürütmemekse!.."

 

Murat, tahtayı çürütmemek ha!.. Bu kadarcık mı? Nilüferli göller hiç­bir şey demek değil mi? Sapları tomurlu al al karanfiller?

 

"Bu resimleri hâlâ seven sürücüler var" dedi, sesi ölgün.

 

Çayır çimenleri, çimenlerdeki ak kuzuları boyamaya koyuldu. Öteki yine gülmüş, yine güle güle çekilip gitmişti. O da, gümüş suların aktığı ovaları daha iri karanfillerle çerçeveleyip bezedi. Sapların boynu biraz büküktü. Şaştı. O gece, eli ayağına dolanarak dört bir köşeye altın sarısı birer yarım ay kondurdu. "Gönlünce yap, başka şeye kulak asma!" Babasının sesiydi. O da başını kaldırdı, kuşkuyla baktı babasına, "Dünya gönlümüze mi kalmış baba?" diye sordu. Yanıt alamadı. Renkleri ovdu, fazla ovdu.

 

Kaportacı birkaç gün uğramamıştı yanına. Onun da içindeki kuşku bi­raz yatışır gibi oldu. Gönlünde tomur tomur yine, pembe karanfiller açtı. En pembelerini tahtaya geçirirken fes rengine boyadı. Boyarken kendini yorgun duydu. Bu kasayı bugün bitirmeliydi. Yetişmedi. Kasa resimleme­de ününü duymuş biri, eski boyaları dökülmüş kasasını süsletmeye getire­cekti, getirmedi, Belki yarın...

 

O yarın olunca, boyanacak kasa değil, yine kaportacı çıkageldi. Gün-batımıydı. Dosdoğru atölyeden geliyordu. Gün boyu tam altı kasa boyadı­ğını söyledi. Tek renk üstüne. Tabanca boyayı sıkıyorsun, vızzt, vızzt, vızzt, bir uçtan giriyor, öteki uçtan çıkıveriyorsun. "Erkek iş!" dedi. Ona, fırça­sının ucunu şaşırttıracak denli çok konuştu. 'Erkek'in altını iyice çizmiş­ti. Üstüne bastır a basura söylemişti.

 

Fırçanın ucu iyice titredi. Bir kuşun kanadı kırıldı. Kanat, başını alıp gitti. Onu yakalayamadı. Kulağının arkası yandı, kaşındı.

 

"Hem, kasa boyamak yetmez" diyordu beriki. "Kasayı yapmak da ge­rek."

 

Neden yetmezmiş, anlamıyordu. Erkekliğinden ne artmış, ne eksilmiş? Kasa yapmasını bilmiyordu. Kasaları süslemesini biliyordu. Gönlünün karanfillerini...

 

"Boyaları dökülmüş eski kamyon var ya? Hani adam senin şu kuşla­rın, çiçeklerinle bezetecekti? Kasayı bize getirdi. En aşağı bir hafta işin­den olmak istemiyormuş. Yük çekecekmiş. Resimletmektense... Biz bir günde yeşili çekip verdik. Boydan boya... Pırıl pırıl. Sevine sevine gitti. Hem de ucuz."

 

Ucuz ha? Hem de ucuz!

 

Dedesi de, babası da çok silik geçtiler gözlerinin önünden. Sanki hiç yaşamadılar. Gülleri, nilüferi hiç açtırmadılar. Sular hiç yaldızlanmadı. Tepsi gibi bir ay hiç doğmadı dağ başlarından. Sular hiç çağıldamadı.

 

Yokluğa karşı durdu; çimenlerde iri papatyalar açtırdı. Önündeki son kasaydı. Yarın yenileri olur. Yeni kasalar gelir.

 

Gele gele gürgenden bir çeyiz sandığı geldi. İşi uzattı. Bitmesin diye, sandığı bildiği bütün renkler, biçimler, pırıltılarla donattı. Karanfiller bu kalabalık arasında yitti, gitti. Yine de bir türlü bitirmedi önündeki işi.

 

Caddeler, sokaklar ne kadar kalabalık. Dükkân, vitrin önleri omuz omuza insan. Yüzler pek renksiz, ışıksız, gözler pek pırıltısız:

 

İşim mi?... Eh işte...

 

  Adalet AĞAOĞLU (Hikâyeler 2, TDK, Ank. 2000) 

SON EKLENENLER

Üye Girişi