Kullanıcı Oyu: 0 / 5

Yıldız etkin değilYıldız etkin değilYıldız etkin değilYıldız etkin değilYıldız etkin değil
 

 

 REŞAT NURİ

Beşiktaş Vakıf Sultanisi’nin deniz şıpırtıları ile dolup boşalan muallim odası. Duvarlarda sudan akseden titrek güneş menevişleri. Muhteşem yalının, eski sahiplerinden kalma ağır perdeler, altınlı kornişler, pencereleri ince bir tezhip gibi kuşatan sırmalı, zengin farbelalar.

Ortada bilardo kadar kocaman bir masa.

Ben Reşat Nuri’yi işte bu dekorun içinde tanıdım.

Parlak gözleri, alnına doğru taranmış kısa saçları, göz kenarlarını silinmez kırışıklıklar içinde bırakan daimî gülüşü, onun etrafında sıcak, alımlı bir hava dalgalandırır. Ufak tefek, etsiz, yağsız bir vücut, buğdaydan ziyade esmere yakın bir ten. Sımsıkı dudaklarından hiç düşmeyen bir sigara. Bebek hareketlerini andıran kımıldanışlar. Nâzik, tatlı bir ses. Öyle bir ses ki dinlerken, inanmak ihtiyacını duyarsınız.

İlk tanışmayı, kapı yoldaşlığı, dert ortaklığı besledi. Dost olduk. 0 zaman hocalık, bugünkü gibi değildi. Mektep, yedi kırk beşte başlar. Günde altı saat ders verilir, her gün nöbet tutulur, bazen bir sigara içmeye bile vakit bulamadan akşamı ettiğimiz olurdu.

Böyle hıncahınç, tıklım tıklım dolu bir çalışma içinde birbirimizi daha yakından tanıyorduk.

Bir gün mektebin bir müsamere vermesi düşünüldü. Reşat Nuri, o zamanlar tiyatroya sarılmıştı. Hanri Lavdan’ı, Brenş-tayn’ı ve bütün çağdaş piyes muharrirlerini okuyor, tenkitleri takip ediyor ve bunları kendi hükümleriyle karşılaştırarak inceliyordu.

Kararımızdan beş on gün sonra, bir sabah, Reşat, elinde bir defterle geldi. Fen Kurbanları adlı bir piyes yazmıştı. Daha ilk sayfalarda ben, bambaşka bir üslûp havası içine girdiğimi duydum.

O zamana kadar hiç kimse bu kadar temiz, bu kadar cana yakın bir İstanbul Türkçesiyle eser vermemişti.

Ona:

- Durma, roman yaz! Başarmak için lâzım olan her şey sende var, dediğimi hatırlarım.

Fakat o, bütün gerçek kabiliyetler gibi, kendini dinledi ve içine bakarak zamanın henüz gelmediğine hükmetti. Çalıkuşu bu muhavereden tam dört sene sonra Vakit'te tefrika edilmiştir.

Piyes, talebe velilerinin, maarif muhitine mensup kişilerin önünde oynandı ve dehşetli bir muvaffakiyet kazandı.

Ne yazık ki bu şöhret, onu aramızdan alarak Mahmudiye Mektebi’ne müdür yaptırdı. Ayrıldık.

Tekrar beraber çalışmamız Vakitte başlar.

Büyük bir tereddüt, değerli bir tevazuyla eserini gazeteye vermişti. Fakat Çalıkuşu birdenbire hiç ummadığı bir sevgi uyandırdı. Aynı eseri, bugünkü idrâk ve seviyemiz ile okursak, belki ilk tesiri duymayız. Fakat Çalıkuşu, memleketin Feridelere gebe kaldığı, Feride’lerin hasretini çektiği bir devirde yazılmıştı. Onu yaratan adam, millî vicdanda yaşayan bir özleyişi duymuş, ona şekil, çizgi, renk ve can vermişti.

Çalıkuşu, Vakit'te çıkarken, birçok sabırsız okuyucuların ertesi günkü tefrikayı dinlemek için telefona sarıldıklarını bilirim.

Roman, uzadıkça kıymeti eksilmiyordu. Eserde İstanbul, Bursa, Çanakkale, Zeyniler köyü birer yama değil, ayrı ayrı birer uzuvdur.

İlk zamanlarda ben, Munise’yi kitapta eklenti gibi görmüştüm. Fakat şimdi o fikirde değilim. Kuşlar, kediler, talebelerle doymayan bir kadının, yuvası kurulurken dağılmış, bedbaht bir kadının mukaddes açlığının ne demek olduğunu biliyorum.

Reşat bir sanatkâr objektifi ile onu pekâlâ görmüş ve bu his derinliğini eserine koymuştur.

Dudaktan Kalbe, Akşam Güneşi romanları arka arkaya çıktı. Bir portrede bunlara hattâ dokunarak geçmek bile imkânsız olduğu için, kapaklarını kaldırmıyorum. Fakat Damga'yı bir cümlelik olsun bir hükme bağlamadan atlayıp geçemeyeceğim. İskeleti, çerçevesi, psikolojisi ile Damga gerçekten hiçbir tarafı esneyip sarsılmaz bir eserdir.

Reşat Nuri’den bahseden münekkitler, onda bir kusur görürler. Bütün kahramanlarını muallimlerden, bütün dekorlarını mektep muhitlerinden aldığını söylerler.

Eğer kusur bu ise, acaba dünyada meziyet neye derler? Bir muharrir ki on kere girdiği muhitlerde, on kere tahlil ettiği ruhlarda yeni şeyler bulup çıkarıyor, burgu gibi derinleşiyor, başka çevreler, başka ruhlar, başka âlemlerle niçin meşgul olsun?

Fırçasını çocuk portrelerine, denizlere, eizzeye, mukaddes tarih vakalarına vakfetmiş ressamlar vardır. Şimdiye kadar hiçbir münekkit çıkıp da onlar için yeknesak, monoton yaftasını kullanmadı. Şarlo, bir tek kıyafetle dehasını ispat ediyor, kimin ne dediği var? Ayvazovski’nin eleğimsağmalarım, fırtınalarını, köpürmüş denizlerini, durgun denizlerini, aydınlık sularını, boş koylarını yadırgıyor muyuz?

Bu tek sahada kat kat yenilikler keşfedebilenlere ne mutlu.

HAKKI SÜHA GEZGİN, EDEBİ PORTRELER

SON EKLENENLER

Üye Girişi