Kullanıcı Oyu: 0 / 5

Yıldız etkin değilYıldız etkin değilYıldız etkin değilYıldız etkin değilYıldız etkin değil
 

 

divan nesri

(İnşâ)

Orta Dönem nesrinin Halk ve Divan nesirleri diye iki kola ayrıldığını görmüş­tük. Daha çok "inşâ" diye anılan Divan nesrini i. Edebî nesir, 2. Tarih nesri, 3. Öğ­retici nesir olmak üzere üç bölümde inceleyeceğiz. Yalnız, ayrı ayrı bölümlere geçmeden önce her üç çeşit inşâda ortaklaşa yönleri belirtmek gerektir:

a) Bu nesirde açık Türkçe yazmak düşüncesi yoktur. Şairlerde ara sıra görülen sadelik kaygısı nesir yazanlar arasında daha da seyrektir. Öyle ki, çok sade olan bazı parçalar bile anlaşılmak arzusundan çok tesadüfe yorulabilir. Yalnız öğreti­ci nesir yazıcılarında halka seslenmek ve anlaşılmak arzusu görülmektedir.

Türkçe, Arapça, Farsça kelimeler, sanki tek bir dilin sözleriymiş gibi ayırt edilmeksizin kullanılır. İşte adı geçen üç dilin karmaşığı olan bu yazı diline sonra­dan "Osmanlıca" denmiştir. Münşiler, bu üç dilin, birbirine hiç kaynaşmamış olan pek bol kelimeleri ile süslü, zengin, fakat ömürsüz ve yapmacık bir nesir meydana getirmişlerdir.

Tanzimat'tan sonra bu nesir şuurlu tepkilerle karşılaşmış, halkça anlaşılma­yan yabancı kelimelerin ayıklanması başlamış ve Türkçeyi özleştirme gayretleri günümüze kadar sürmüştür.

<!--[if !supportLists]-->b) <!--[endif]-->Bu nesirde Türkçe cümle yapısına dokunulmamıştır. Türkçenin özne-tümleç-yüklem dizisi korunmuştur. Yalnız cümlenin yapısı içine Farsça ve Arapça tamlamalar, yabancı fiil çekimleri, ön ve son ekler katılmıştır.

<!--[if !supportLists]-->c) <!--[endif]-->Cümleler gereksiz yere uzatılmıştır. Noktalama işaretleri yoktur. Cümle bi­timlerinde sık sık kullanılan (-ip, -up, -erek, -icek, -ıcak) gibi bağ fiiller uzun dizi­ler meydana getirir. Bundan dolayı cümleleri kavramak zorlaşır.

ç) Bu nesirde fikirden çok süse önem verilmiştir. Üslûp güzelliği, yalnız keli­me dizimlerinde aranmıştır. Üçüzlü beşizli isim ve sıfat takımlarına bunun için çok yer ayrılmıştır. Nesirden çok nazım kuralları uygulanmıştır. Birçok parçalar­da ard arda gelen cümleler arasında simetri gözetilmiş ve seci (nesir kafiyesi)ler de bulundurulmuştur.

d) Farsçadan geçmiş olan (ki) bazen (kim) edatı ile Arapçadan gelen (ve) bazen (vü, ü) bağlacı bu nesirde çok kullanılır. Konuşmalar (didi, eyitti) gibi çekim­lerle başlar veya biter.

Edebi Nesir

Divan nesrinin en yapmacık olan ve bugün artık okunmaz hâle gelen kolu, ede­bi nesirdir. Yukarda sözü geçen Osmanlıcanın en koyusu burada görülür. Arap, Fars kelime ve tamlamaları pek bol olup özentiyle seçilmiştir, Mecazların her tür­lüsü burada yer alır. Simetriye ve secilere vazgeçilmez öğeler gözüyle bakılır.

Münşî'nin (inşa yazarı) başlıca amacı süs, bezek ve şatafat gibi görünmekte ve fikir hatta anlatış kaygısı çok sonra gelmektedir. Hep süs için hiç duyulmamış ya­bancı kelimeler ile üçüzlü beşizli isim takımları yapılmaktadır.

Tasvir, tahkiye, hitap ve söyleşmelerde duyguya önem verilir. Şairane söyleyiş çok rağbet görür. Bu nesirde nazım Ölçülerinin hemen hepsi kullanılır. Nesir, kendinden beklenen hizmeti görmediği için Divan edebiyatının bu kolu eksik ve sakat kalmıştır. Düşüncenin ve tartışmanın gelişmesi, bu yüzden aksamıştır.

Edebî nesre, terim olarak inşâ, inşâ yazana da münşi1 denildiğini biliyoruz. Bü­yükçe birkaç nesirden meydana gelen esere ise münşeat denir.

Edebî nesir, yüzyıllar geçtikçe daha koyu ve anlaşılmaz bir çıkmaza sokulmuş­tur. Meselâ 15. yüzyılda Sinan Paşa’nın inşâsı oldukça sade ve sevimli bir üslûp­la yazıldığı halde 17. yüzyılda yetişen Nergisî'nin inşâsı büsbütün ağdalı ve süslü­dür. Şöyle ki, sırf Arapça veya sırf Parsça bir nesri okuyup sökebilmek, Nergisî’yi anlamaktan kolaydır. Zira Nergisî'yi anlamak için üç lisan gereklidir.

15. yüzyılda: Tazarrûnâme adlı eseriyle Sinan Paşa; 16. yüzyılda: Vûmık u Az-râ, Münazara-İ Bahar u Şitâ ve daha birkaç eseri ile Lâmiî Çelebi (Aynı Lâmiî Çelebi'nin öğretici maksatla sade Türkçe yazdığı Nefahatû'l-üns gibi eserleri de var­dır. Bu hâl onların halk diliyle yazmaktan âciz olduklarını değil, edebî nesri sırf bir hüner ve süs gibi kabul ettiklerini gösterir) ve Şikâyetname'si ile Fuzûlî; 17. yüzyılda,: Hamse (beş kitap) sahibi Nergisi ile Veysi; 18. yüzyılda: Kani edebî inşânın Önde gelen ustalarıdır.

İnşa Örnekleri

Tanrı Övgüsü

Âlimsin, ilmine gayet yok. Kadîrsin, kudretine nihayet yok. Kadîmsin, ukul-i mütekaddimîn ve müteahhirîn daire-i kıdemine kadem basamaz. Hâkimsin, hükema-yı evvelin ve âhirin, hikmetin marifetinden dem uramaz.

Bir maşuksun ki, ışkın nevasından felekler çerha girip oynar. Bir mahbûbsun ki, şevkin derdinden bütün gün asiyâb-ı cerh inler.

Kahhârsm ki, celâlin satvetiyle her mevcûd makhûr, Rahmansın ki, cemâlin tecellâsiyle her zerre mesrur.

Semî'sin, sem'ine âlet yok. Basîrsin, basarına âfet yok. Müdîrsin, iradetine il­let yok. Haliksın ki, mahlûkuna nihayet yok. Cevvadsm ki, bahşişine garaz yok. Hayy'sm ki, hayâtına maraz yok.

Kayyûmsun, âlem seninle kaaim. Feyyazsın, cihan feyzinle dâim. Vehhâbsm ki, kemine bahşişin varlık. Rezzaksın ki, hazînende yok yokluk. Vârissin ki, evvel dahî sen mâlik. Bakîsin ki, bakisi cümle halik.

(Sinan Paşa, Tazarrûnâme)

Açıklama

Alîm: (Tanrı Sıfatı): Çok bilen. gaayet. Son, smır, Kadir (Tanrı Sıfatı) Çok güçlü, Kadîm: (Tanrı Sıfatı) Çok eski, ezelî. - ukül-ü mütekaddimîn ve müteahhi­rîn: Önce gelen ve sonra gelen akıllar. - daire-i kıdem: Eskilik dairesi. - kadem: Ayak. - Hakîm: (Tanrı Sıfatı) Hikmet eri, bilge. hükemâ: Bilginler, hikmet erleri. - Maşuk. (Tanrı Sıfatı) Sevilen, sevgili, - heva: Heves, hava, - Mahbûb: (Tanrı Sıfa­tı) Sevgili, -asiyâb: Değirmen. Kahhâr. (Tanrı Sıfatı) Kahredici, ezici - Rahman: (Tanrı Sıfatı) Rahmet, iyilik sahibi, acıyan, satvet: Şiddetle çarpma.- makhûr. Kahrolmuş. - tecellâ: Belirme, görünme. Semi"; (Tanrı Sıfatı) İyi işiten. - sem': İşit­me. - Basir (Tanrı Sıfatı) İyi gören. basar Göz. - Müdîr. (Tanrı Sıfatı) Yöneten, ida­re eden. - Cevvâd: (Tanrı Sıfatı) Çok cömert. - garaz: Maksat, gizli niyet. - Hay. (Tan­rı Sıfatı) Diri, canlı, - Kayyûm: (Tanrı Sıfatı) Ebedî, ölümsüz. - Feyyaz. (Tanrı Sıfa­tı) Feyiz, bereket veren. -Vehhâb: (Tanrı Sıfatı) Bağışlayan. - kemine: En az, - Rez­zâk. (Tanrı Sıfatı) Rızk verici. - Varis: (Tanrı Sıfatı) Mirasçı. - Baki (Tanrı Sıfatı) Kalan, kalıcı.

Bahar'ın Kış'a Mektubu

"Ben ki sultân-ı bahâr-ı sahib-kırân-ı kâmkânm; rûz u şeb şuglüm dâr ü tâmir-i bilâd ü ıslâh-ı fesad ü azm-i cihâd ve îkaz-ı erbab-ı rukattır."

(Lâmiî Çelebi, Münazara-yı Bahar u Şitâdan)

Bugünkü dille

Ben ki ermiş ve çok yiğit bahar sultanıyım; gece gündüz işim adalet ve ülkeleri tamir etmek ve kötüleri ıslah ve savaşa gitmek ve uyumuş olanları uyandırmaktır.

Bir Tasvir

"Bir nıüferrih-i dilküşâ mesire-i cennet âsâda seccade-i sây-i biyd üzre, leb-i cây-ı dilcû-yi keder şûy-ı ruhefzâda, tarh - efken-i bezm-i harîfâne ve halka - bend-i cemiyyet-i müstemendâne olup. (Nergisi, ihâlistan'dan)

Bugünkü dille

Ferahlık verici ve gönül açan cennet gibi bir gezinti yerinde, bir söğüt gölge­sinin seccadesi üzre, ruh açıcı, keder silici, gönül alıcı bir dere kıyısında, dostlar­la bir meclis kurarak onların halkasına sığınarak,,."

AHMET KABAKLI, TÜRK EDEBİYATI ANSİKLOPEDİSİ

 

SON EKLENENLER

Üye Girişi