Kullanıcı Oyu: 0 / 5

Yıldız etkin değilYıldız etkin değilYıldız etkin değilYıldız etkin değilYıldız etkin değil
 

NAZAN BEKİROĞLU HAYATI ve ESERLERİ


Nazan Bekiroğlu kimdir? Hayatı ve eserleri: 1957 yılında Trabzon’da doğan Nazan Bekiroğlu ilk, orta ve lise tahsilini bu ilde tamamla­dı. Atatürk Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü’nü bitirdi. Dört yıl lise öğretmenliği yaptı. 1984 yılında Karadeniz Teknik Üniversite­si Eğitim Fakültesi’ne öğretim görevlisi olarak geçti.

Prof. Dr. Orhan Okay yönetiminde sürdürdüğü “Halide Edip Adıvar’ın Roman­larının Teknik Açıdan Tahlili” adlı çalışmasını tamamlayarak 1987’de “doktor” ol­du. 1995 yılında da “Nigâr binti Osman’ adlı çalışması ile doçent oldu. İlmî çalış­malarını “Şair Nigâr Hanım” (1998), “Halide Edib Adıvar” (1999) başlığı ile yayım­lamıştır. Diğer Eserleri de “Nun Masalları” (1997), “Mor Mürekkep” (1999) ve “Yû­suf ile Züleyha” (2000)’dır. Halen aynı fakültede bölüm başkanı olarak görev yap­maktadır. (Bu eserin yazılış tarihi itibariyle görev yeri yazılmıştır – vurgu: site yönetimi)
 


Şiir, hikâye ve incelemeleri Dolunay, Türk Edebiyatı, Millî Kültür, Kayıtlar, Yedi İklim ve Dergâh mecmualarında yayımlanan Nazan Bekiroğlu, evli ve iki çocuk an­nesidir. Nazan Bekiroğlu, Türk Edebiyatı dergisi röportaj yazarı Belkıs İbrahimhakkıoğlu’na verdiği bilgilerle, kendisini ve (birbirini andıran) hikâyeleriyle şiirlerini şöyle anlatmıştır.

Doğduğu ay (3 Mayıs), ruh dünyası ve ardından şiir ve hikâyelerinde hep yer almıştır. Altı yaşına kadar oturdukları, konak yavrusu denilebilecek büyük evde yaşadıkları, hikâyelerinin şuur altı malzemesini hazırlamıştır, “Çini dolap tuta­makları, billur kapı kollan, vitraylardan süzülen efsunlu hava, kapı yanında açan filbahri çiçekleri, taş duvarlardan fışkıran yabani incir dalı, kocaman halının gö­beğine düşen san ikindi güneşi, geceleri yatağa uzanan dalga sesleri ve bu sesler­le karışan martı çığlıkları.” Bütün bunların izdüşümleri daha çocukluk yıllarında sanatkâr ruhunu yoğuran dünyanın temelini teşkil etmişlerdir.

 
On dört yaşında babasının vefatıyla beraber ailenin ekonomik ve sosyal rengi değişir. Konaktan apartman dairesine geçiş yazarın içe dönük ruh yapısının te­şekkülünde ve duyarlılığının şekillenmesinde etkili olmuştur. Daha sonra yük­sek tahsil için aileden uzaklaşması bakışlarını dış dünyaya çevirmesini Anado­lu’yu ve insanını tanıtmasını sağladı. Öğrencilik yıllarında halk edebiyatı ve Orta Asya estetiğinin peşinde idi. Bunu bir ölçüde ilk hikâyelerine de yansıttı (Hava Hanım Öldü). Gerek sanatkâr, gerekse akademik kişiliğinin gelişmesinde hocası Orhan Okay’dan teşvik ve destek gördü.

Nazan Bekiroğlu kimdir

Kendi ifadesi ile, kendini asıl buluşu mezuniyet sonrası yıllara rastlar. 1979 yı­lında apartmandan tekrar eski, müstakil ve bahçeli bir eve taşınırlar. Böylece sa­natkârımız, ruhunu harekete geçiren atmosfere yeniden kavuşur. Daha sonra bir İstanbul seyahatinde hayatına Osmanlı ve Topkapı girer ve bu saray giderek, âde­ta bir tutkuya dönüşür. Ama onu çeken Osmanlı’nın zaferleri ya da yenilgileri de­ğildir. “Saray”ı özellikle İnsanî yanı ile yakalamaya çalışır. Son hikâyelerinin he­men hepsinde Osmanlı’yı “Var mıydılar, vardıysalar bizim gibi mi idiler?” teces­süsü ile işlemiştir.

Nazan Bekiroğlu edebiyata ve özellikle şiire meraklı bir aileden geliyor. Baba ve an­ne şiiri duyan duyuran insanlar. Babası “Hedef’ adlı mahallî bir gazetenin sahi­biydi. Basılmamış roman denemeleri ve pek çok şiirleri bulunan, tarihe ve bilhas­sa Osmanlı tarihine meraklı bir zattı. Nazan Bekiroğlu “güzele ilgi duymayı ” babasından öğrenmiştir. Okumayı, kendisine sevdiren babasıdır. “İçimde Bir Sızı Var” hikâ­yesindeki kahraman da babasıdır.

Nazan Bekiroğlu Hikâyelerinin Özellikleri

Nazan Bekiroğlu ’nun hemen bütün hikâyelerinde ortak ve ağırlık noktası insanların iç dünyasında cereyan eden hadiselerdir. Fakat Topkapı öncesi ile Topkapı hikâ­yelerinde bir farklılık görülmektedir. Önceki hikâyeleri, âdeta Topkapı hikayelerini hazırlayan bir ön çalışma olmuştur. Bu ek hikâyelerinde yine iç ses hâkimdir, ama kahramanları hayatın içinden, sıradan insanlardır. Topkapı hikâyelerinde ise kahramanlar yazarın düşlerinden günümüze getirmeye çalıştığı tiplerdir. Bu, belki de ruhunun beslendiği kaynaklardan alınan, günümüz insanı dramının bir ölçüde ifadesidir. Nitekim farklı açılardan da olsa Orhan Pamuk, Emre Kongar, Nazlı Eray vs. gibi yazarlar da bu arayışı yansıtıyorlar.

Hikâyelerindeki kahramanların ortak özellikleri en başa, arada kalmışlığın getirdiği sosyolojik ve psikolojik parçalanıştır. Arada kalmışlıktan kurtulamayan kahramanlar bu çağın insanlarıdır. Anlatıcı ile özdeşleşmişlerdir. Eski ile yeni, akıl ile duygu, güzel ile çirkin, doğru ile yanlış, hatta meyhane ile mescit arasın­da paramparça bu kahramanlar daima bir kaçış içerisindedirler. Gizlenmek, ör­tünmek isterler. Meseleleri, günlük pratik şeyler değildir. Ruhta cereyan eden, akışı ağır, durağan meselelerdir. Estetik ve psikolojik ağırlıkları ile ne zaman ve mekânı, insanı hazmedebiliyorlar, ne de onlardan kabul görebiliyorlar.

Nazan Bekiroğlu ’nun hikâyelerinde zaman ve mekân kahramanların psikolojisi ba­kımından önemlidir. Aktüel zaman genellikle dar tutuluyor, belki de hiç yok. Oda, İçimde Ölen, II. Mahmud’un varlığı hikâyelerinde zaman olarak sadece bir tek “an”dan geriye ve öne doğru genişleme var. Zaman kavramında Tanpınar’ın ve Bergson’un etkisini görüyoruz. Bu aktüel zamanın dışında hikâyelerde çok defa ona yedirilmiş bir ikinci zaman (art zaman) vardır ve bu çatışma hikâyeyi tek başına sürükleyecek kadar önemlidir. Yirmi birinci asrın girişinde Osman­lı’nın zamanına dönüş, ya da onu “hâl”e çekiş… “Zamanı dar tutarak ikinci bir zamanla genişleme; insanda sorgulamak istediği, derinleştirmek istediği boyu­ta imkân veriyor.”

Aynı şeyler mekân için de söylenebilir. Aktüel mânâsıyla mekân çok defa dar tutuluyor. Ancak buradan ikinci zamanın getirdiği mekân genişlemeleri söz ko­nusudur. Bazen mekân çok öne çıkabiliyor: Tarihî Eserleri Koruma Demeği Baş­kanı ile Randevu, Yine Bir Sızı Var İçimde gibi.

Nazan Bekiroğlu ’nun hikâyelerinde detaylar mühim bir yer tutuyor. Kaybolmuş de­ğerleri arayan, anlamaya çalışan insan detaylara takılıp kalıyor bir yerde.

Bütün bunların dışında gerek şiirlerinde, gerek hikâyelerinde kadın dünyası­nın mahremiyetini korumak isteyen bir hassasiyet (duyarlık) buluyoruz. Nitekim kadının eşyaya, tabiata bakışındaki farklılığı hissettiriyor. Tabiata bakışı: “İçte yoğrularak çok özel mânâlar kazanan empresyonist bir yoğunluktur. ”

Kullandığı dil ilk bakışta karışık gelen, fakat yine bütün nüanslarıyla ruhu yansıtmaya yönelik bir dil arayışıdır. Sıkça kullandığı devrik cümleler insan psi­kolojisinin karmaşıklığım aksettirir. Eski edebiyattan alarak kullandığı şiiriyeti olan kelimeler, onun estetik endişesini ortaya koyar. Bununla aynı zamanda, insan olarak bugünkülerle Osmanlı tipleri arasındaki bağlantıları sağlamış olur.

Eserleri henüz kitap olarak yayımlanmadan önce de ilgiyle okunan Nazan Be­kiroğlu, hikâye ve şiirlerine yöneltilen tenkitler için şöyle düşünüyor:

“Çok tenkit ediliyor, az okunuyor ve çok daha az da anlaşılıyorum. Anlaşılma­yınca tenkitler çoğalıyor. Bunun en önemli nedeni herhalde kullandığım tekni­ğin vasat okuyucuya yabancılığı. Bizde vasat okuyucu, ne dediği ilk bakışta anla­şılan, başı sonu net hikâye istiyor. Oysa benim tuttuğum yolda okuyucudan fedakârlık isteniyor. Yani bir daha okunmalı, üzerinde düşünülmeli. Bağlantılar ku­rulmalı.

Bilinçaltı tekniğini kullanmaya çalışıyorum. Esasen, bunun için özel bir ça­bam da yok. Hikâye öyle geliyor. Ben bu çağın insanıyım. Bu çağın insanı “param­parça”. Eskisi gibi objeye ve aksiyona yönelen, ruha da ancak disiplinle giren klâ­sik tekniklerle kendimi yansıtmam mümkün değil. Altmışlı yıllarda takılı kalmış; yetmişli, seksenli yıllardan tek satır okumamış “okuyucu” acımasızca eleştirme­ye başlıyor. Oysa beni eleştirebilmek için beni teknik ve tematik bakımdan ben­den fazla bilmesi gerekir. Bir gazete, “Martısı Uçan Resim” hakkında söylenebile­cek bir tek “romantizm”ini buldu. Bir başkası “Oda” hakkında sadece “bize biraz fantastik geldi” diyebildi. Öyle de kalacaklar. Çünkü bunun dışında neler olup bit­tiğini aramaya niyet ve güçleri yok“Olağanüstü ” öğesini çok kullanmam da faz­la eleştiri almama yol açıyor. Ben bu öğeyi zannedildiği gibi “fantezi” olsun diye kullanmıyorum. Mesele bilinçaltını ya da üstünü -neyse- yansıtmaya çalışmak. Ben her gece İÜ. Selim’le Sûzi dilâra geçiyorsam, bu fantezi olmaktan çıkar. Ama bunu anlamak istemeyen okuyucu çoğunlukta. Vazodaki gülle konuşmanızı, ka­le yıkıklarında şiirler yazıp en güzel mısraları aç kurtlara vermenizi anlayamıyorlar. İşte o zaman muzipçe “Haklısınız, en güzel mısraları aç kurtlara verince geri­ye bunlar kalmış” diyorlar. Oysa o, yanı başımızda. Yirminci yüzyıl Türkiye’sinin bunalmış insanı. Belki çıldırmanın eşiğinde. Onu görmeye, onun kendini yansıtmasına tahammülü az. ”

Verimlerine Bakışlar

Nazan Bekiroğlu, henüz genç bir yazardır. Sabırlı, dikkatli, sorumlu yazıyor, yani geleceğine, gelecekte, kendisi hakkında verilecek hükme, dikkat ediyor. Ni­tekim (hikâye kitabı yayımlanmadan önce), bir kitabı çoktan dolduracak hikâye­leri olduğu halde, bunları neden kitaplaştırmadığı hususunu soran Fatma Karabıyık Barbarosoğlu’na bir mülakatta şu cevabı veriyor.

–  “Doğrudan kitaptan değil kaçışım. Kitabın kendisine de karşı eğilim. Belki ta­mamen kıvama gelmeden, acele ederek ve doğrudan doğruya amaç tahtına kitabın kendisini oturtma tavrına karşıyım. Benden yirmi yıl sonraya bir şey kalmayabilir.”

-Burnu korkutuyor sizi? Kitabınızın çıkması bir iddia olarak ortaya çıkmak mı? Bu iddiadan geriye bir şey kalmayacağım düşünmek mi korkutuyor?

–  “Bu yanı da korkutuyor. Kitap çıktığı zaman, amatör ruhun kaybolmasından, işin içine daha birincisi vitrine yeni konulmuşken ne yapsam da hemen İkinciyi hazırlasam endişelerinin girmesinde -bu bir noktada mecburiyet. Bu işe girdiyse­niz, İkincisi üçüncüsü gelmeli- korkuyorum. Bunlar bana zor geliyor. Oysa hikâ­ye kendi istediği zaman gelmeli. Gelmezse diye korkmak da var hesapta. Amatör­lük güzel oysa. Ama hobi değil. Hobi kavramını hiç sevmiyorum. Akademik tahsi­lini almadığım için yıllarca uğraştığım resimden hobileştiğini farkettiğim için vazgeçtim.” (Dergâh, sayı: 21, Kasım 1991)

Nazan Bekiroğlu, hikayeci olduğu kadar da şairdir. Hikâyelerinin anlatımında da şiirin temel maddeleri olan soyutluk (tecerrut); alt şuur belirtileri; olağanüstü­ye, hayale tutkunluk, eşyaya izlenimci bakış ve zarif kelime kullanımı (yani şâirânelik) ön safı tutmaktadır. Örnek olmak üzere, Türk Edebiyatı dergisi, Haziran 1988’de çıkmış bir şiirine bakalım:

BİR YER – Nazan Bekiroğlu

Hani o martı çığlıkları arasında Muammalar söyleyen ağustos öğlesi gökler Ölümü tanıdığımız ve bir defa durduğumuz yer

-Hani denizi ilk kez başka gözlerle gördüğümüz Elle tutulacak kadar sınırına yaklaştığımız tüm meçhulâtın Ve beden olarak seni verdiğimiz yer Bir türlü bitmeyen gülhatmiler bahçelerde

Filbahriler beyazlığına defalarca kıydığım Ve loş mutfaklarda terkedilmiş kıyılar köşeler Dökülmüş badanalar üstüne çizdiğim yasak güller

Sararmış aynalarda açan sabah, kadife beyazı tenler

Dantel ir örtünün değdiği ürperme omuz başı

Herkes gibi aynı benzetmelerle ilk günaha koştuğumuz yer

Hani yetmiş dokuz yazında bir yer Çığlık çığlığa bir martı ile rüyâya daldığımız Ve bir daha ve bir daha uyanmadığımız yer.

Her kıtasında sezişe dayalı ve tamamlanmamış tablolar çizilen bu şiirde, hikâ­yelerinde gördüğümüz “şâirânelik”, bilinmeze olan tutku, tecessüs ve sorgu baş yeri tutmaktadır. Tabiat ve eşya “sır ve gizlilik” ile mübhem hale getirilmiştir. Ölümün kenarında, “meçhûlâtın sınırındaki” Hâşiman bir tavır Nazan Bekiroğlu ’nun tercihleri arasındadır. “Gülhatmi’ler, filbahriler dolu bahçeler” de tabiattaki de­ğil, (Divan şiirindeki gibi) şairin gönlüne istif edilmiş bahçelerdir.

Ancak, bütün bu meçhuller ve metafizikler ve intibalar (izlenim) arasında, Nazan’ın günlük hayatından, ev işi görürken içinden gelen resim yapma ve şiir söy­leme merakından da izdüşümler vardır.

“Ve loş mutfaklarda terkedilmiş kıyılar köşeler Dökülmüş badanalar üstüne çizdiğim yasak güller”

Ve belki, izi sırtında, hayali gönlünde, hazzı ruhunda hâlâ derinleşmekte olan bir “gelinlik” hatırası: “Dantel bir örtünün değdiği ürperme omuz başı!”

Bu şiirde gördüğümüz başka özellikler de var ki son yıllarda doğan hikâyele­rini andırıyor. Bunlar: Kişilerin canlı kanlı gerçek olmaktan ziyade minyatür ger­çeği taşımaları… Zaman’ın bir yerde durdurulmuş olduğu ve mekân’ın belirsizli­ğidir. Ancak, ansızın “1979” diye bir takvim tespiti görüyoruz. Bir yaz günü ve sık sık değişen mekânlar. Oralarda belki sevgili bir ölünün hatırası da var: “Ve beden olarak seni verdiğimiz yer.”

Kısacası Nazan Bekiroğlu, hem hayat, hem tarih, hem masal olsun istiyor. Ger­çekle gerçeküstüyü kucak kucağa getiriyor. Hiçbir şeyi tam ve açık söylememeye dikkat ediyor. Şiirlerinde ve asıl dehası olan hikâyelerinde bunu yansıtıyor. Yeni hi­kâyenin, roman denemelerinin, kendi deyişiyle “teknik ve tematiğin” getirdiği bütün unsurları kullanıyor.

Kendisi, bu yaptıklarını ve bunun sebebini şöyle anlatıyor

“Bilinçaltı tekniğini kullanmaya çalışıyorum… Hikâye öyle geliyor. Ben bu ça­ğın insanıyım. Bu çağın insanı ‘paramparça’. Eskisi gibi objeye ve aksiyona yöne­len, ruha az çok disiplinle giren klâsik tekniklerle kendimi yansıtmam mümkün değil…”

“…Çağın insanı bir kimlik bölünmesi yaşıyor. Yarattığı; anlaşılmaz gibi gelen teknikde bu bölünmenin eseri. Mutlaka muhtevamız tekniğimizi belirler. Bu ba­kımdan benim bu bölünmüşlüğümü, hikâyemin ana yapısındaki kimlik arayışla- %n ve bölünmüşlükleri ile ortak bir paydada düşünebiliriz.”

(Dergâh, sayı: 21, Kasım 1991)

 

Nazan Bekiroğlu, işte bu tekniği dolayısıyla hikâyelerini anlaşılmaz “fantazi” ve “ro­mantik” bulan tenkitçilere kızıyor. “Altmışlı yıllara takılı kalmış; yetmişli seksen­li yıllardan tek satır okumamış okuyucuların, onu acımasızca eleştirdiklerini” söylüyor.

Bu bir gerçektir, “son yeni” dediğimiz, içinde “postmodernizm” de dahil, bil­hassa yabancı ve yerli birçok yazarın buluş ve emekleri bulunan hikâye tarzları, Türk okuyucusuna henüz yabancıdır. Dünyada da “klâsik hikâye”den ve “mo­dem” denilen (postmodernin geride bıraktığı) hikâyelerden henüz vazgeçilmiş değildir.

Bizde “son yeni” hikâye, genellikle (postmodern bölümünde saydığımız) ya­bancı ustaların taklidi biçiminde gelişmiştir. Bu yüzden yalnız “tekniği” ile değil muhtevası ile de okuyucuya yabancı gelmektedir. Onların en büyü hataları dili­miz, manzaramız, mukaddeslerimiz ve tarihimizle bütün alâkayı kesmiş bulun­malarıdır. Oysa postmodern aksine, bir yönüyle, mahallî, yerli, millî tema ve özel­liklerin hatta uydurma ve hurafelerin de edebiyatta yer almasını istiyor.

Demek ki, mesele teknik değildir. Teknik bir âlettir, onun yerlisi yabancısı ol­maz. Mesele muhtevanın yerliliğinde, sıcaklığında, millete yakın oluşundadır. Öte­ki “son yeni” eserlerin bazıları eğer yadırganıyorsa bu onların yabancılığından ve Batı taklidine kapılışlanndandır. Yeni tekniklerinden dolayı değildir. Tanpınar, Saatleri Ayarlama Enstitüsü’nde kısmen “postmodern denilebilecek” bir teknik kullanmış olsa da, manzarada, törede, özde, tarihte, tecessüste bizi anlattığı için zevkle okunmaktadır. Tanpınar okuyucuya gitmese bile, okuyucu ona yaklaşmak­tadır. Yine Oğuz Atay’ın, Orhan Pamuk’un da, “son yeni” havada, ülke gerçekleri­ni bile, dolayısıyla yansıtmaları, onlara cazibe sağlamaktadır. Nazan Bekiroğlu da, tarih içinde aramaya başladığı, “Harem’in aynasında göründüğü” bizim ruhumu­zu, bizim kadınlarımızı, bizim duygularımızı, birçok hikâyelerinde yaptığı gibi me­rakla aramaya devam ederse; III. Selim’in “Sûzidilâra” fasıllarına girmek, bir sa­natkâr olarak onu ısrarla çekiyorsa, bir gün bol bol okuyucu bulacaktır. “Okuyu­cusu zaten az olan memleketiz.” Hele, ardına bir grubun propaganda afişlerini tak­mayan yazarları, tanıyan çok az oluyor. Nâzan’ın yaptığı gibi titizlik, tecessüs ve sa­bırla, edebiyatın da bütün “bid’atleri” bütün haksızlıkları giderilecektir.

Nazan Bekiroğlu, 1990’lardan beri, Topkapı Sarayı çevresinde, Osmanlı Sarayı ve sul­tanlarını, kendi özel “estetiği” çerçevesinde anlatan hikâyeler yazıyor. İbrahimhakkıoğlu ve Barbarosoğlu, bunlara “saray hikâyeleri” yahut “Topkapı Hikâyele­ri” gibi isimler takmış’lar Belkıs İbrahimhakkıoğlu’na göre: “Bir İstanbul seyaha­tinde hayatına Osmanlı ve Topkapı girer. Bu saray, giderek bir tutkuya dönüşür. Ama onu çeken Osmanlı’nın zaferleri ya da yenilgileri değildir. Şarap İnsanî ya­nı ile yakalamaya çalışır. Bu hikâyelerin hemen hepsinde Osmanlı’yı ‘Var mıydı­lar? Var idiyseler bizim gibi mi idiler?’ tecessüsü işlenmiştir. “

Kendisi de Fatma K Barbarosoğlu’nun “Osmanlı’da millî kimliğimizi mi ara­dığı”mealinde bir sorusuna karşı ise Nazan Bekiroğlu şunları söylüyor:

“Eskiye evvelâ bütün olarak bakmak lâzım. Halkı ve yönetim kadrosu ile bir bütün. Bu noktadan sonra benim sanatçı olarak estetiğime uygun seçmeci tavrım geliyor. 0 da, diyorum ya, uçta bir nokta. Topkapı Sarayı’na gelince, bu zaafım… Çok yoğun bir şekilde beni çekiyor. Ben de o çağrıya uyuyorum.” Daha sonra so­ru ve cevap şöyledir:

Topkapı Sarayı’na nereden bakıyorsunuz? Nasıl canlandırıyorsunuz? “Zamansızlık noktasından ve mekân birliği noktasından. Ama illâ ki kendi içinden. Onu görmeden ve duymadan olmaz. Onu ilk def on altı yaşımda gördüm. Daha evvel de hakkında bilgim olmasına rağmen, duyuşum böyle değildi. Özel bir an. Harem dairesine girmiştik. Belki görmüşsünüzdür, girişte kristal kocaman bir ayna var. O aynaya baktım ben. O aynaya baktığım zaman, kimlerin kendisini o aynada hayranlıkla seyretmiş olabileceğini ve bastığım taşlara kimlerin ayağı­nın değmiş olabileceğini düşündüm. Az kalsın çıldırıyordum. O an, zaman kavra­mı ortadan kalkmıştı. O aynaya bakan insanlarla neleri ortak hissediyoruz?”

Olayların, eşyanın, sarayın “zahiri” (dış görünüşü) ile değil de “derunu” ile il­gilendiğini belirten Nazan Bekiroğlu hikâyelerinde “açık mesaj” vermekten sakındığını, işin daha çok “estetiğinde” olduğunu belirtiyor. Topkapı ve Harem’in ruhuna gi­rebilmek için otuzdan fazla kitap okuduğunu, notlar biriktirdiğini söyleyen yazar, bu bilgileri, o derunî hikâyelerle vermesinin mümkün olmadığını, onları belki de­nemeler, makaleler biçiminde yazacağını haber veriyor.

Nazan Bekiroğlu ’ndan İki Hikâye

Hava Hanım Öldü

Hava Hanım öldü. Kocasının yanma ilk gömülen o olacak. Şu sıralarda. Hava Hanım, ilk satırdan sonrasının tıkandığını, bazen günlerce, bazen de hiç gelme­diğini bilmedi. Bazen de bardaktan boşanırcasına geldiğini., bilmedi. Hava Ha­nım, Johan Strauss’un; o ölümsüz Mavi Tuna valsinin notalarını ilk defa kâğıt gi­bi kolalı manşetlerine karaladığını., bunun yıkanmaktan son anda bir kadın dik­katiyle kurtulduğunu.. Halide Edib’in yazarken çok titizlendiğini, sürekli sigara içtiğini, hem de üst üste birkaç paket masasında hazır bulunmazsa çok sinirlendiğini hiç bilmedi… Hava Hanım öldü. Kocasının yanma ilk gömülen o olacak. Şu sıralarda…

Hava Hanım, kocasına ikinci kan olarak gitti. Nikâhsız. İlk kadın şehirliydi, nazlıydı, nazenindi, nikâhlıydı. Nasıl hazmetti? Havva sana kul köle sultam. Na­sılsa oldu bir kerre. Affet ve büyüklük göster. Körolası talih. Viran olası hânede evlâd ü ıyal var. Hava Hanım demek ki kocasını sevdi. İlk defa koca yapraklı ta­ra yemişin altında mı karşılaştılar? Saçları çözük müydü omuzlarından aşağı Ha­va Hanımın? Hava Hanım inek bakıyordu. Ahır temizliyordu. Mustafa Efendi’nin rahvan atı, parlak çizmeleri ve gümüş saplı kamçısı vardı. Hava Hanım karayemişin altına hiç gitmemişti saçlarını çözerek ki… Ama kocasını sevdi. İkinci kadın da olsa, sevmenin”rûhi bi kristalizasyon ânı” olduğunu falan düşündü mü? Aşk unutmak belki de/Ölüm düşüncesini/Onun için sonsuzluksun/Sen geride bıraktı­ğım. gibi mısralar söyledi mi? Yazdı mı? Hava Hanım yazmak bilmez idi. Belki dü­şünmesini ve hissetmesini de. Peki ne düşündü ahır kapısından kendine dikilmiş burgu gibi keskin, yağmur gibi tatlı bir çift yeşil göz karşısında? Gelinlik giyme­di. Ailesinden istenmedi. Nüfus kâğıdı saten bohçalara sarılmadı., arasına para sı­kıştırılmadı. Duvağının çiçeğine birkaç arpa tanesiyle, ortası delik bir kırk para takılıp kalmadı. Çeyizi kalkmadı Hava Hanım’ın.

Hava Hanım arka arkaya dört oğlan doğurdu. Şehirli kadının bir kızı vardı. Sıska, sünepe. Oğullarına Haşan, Ömer* Bekir, Ali adım koydu Mustafa Efendi. Hasan’ın Hüseyin’le aynı kökten türediğini herhalde hiç düşünmedi Hava Ha­nım. Ne bilsin ki? Hanımellerini ne diye topladı, vazoya koydu bu kadın? Süt sa­ğarken şiir yazdı mı? Mama pişirirken kadınlığın zorlukları üzerinde yüksek fel­sefeler yürüttü mü?

Hava Hanım evde kalmış kız görümcesinden çok çekti. O görümcenin ölümü­nü gördü. Döndü ortalıklarda. Ağırladı, azizledi ölüyü, yasa gelenleri. Kocasının ölümünü de gördü. Ölümü gecesinde ağzına su veren o oldu. Şehirli kadın kor­karmış ölüden. Hadi canım sen de. Garip fukara Hava Hanım… Sığıntı işte. Hava Hanım herhalde ölümün arkası için de pek kafa yormadı.

Hava Hanım…İyi kadındı komşular. Ortağımdı ama ben incinmedim. Kimse de incinmemiştir. Ben hakkımı helâl ettim.. Sen de affet Yâ Rabbi.. hep çalıştı, kendini heba edercesine. Etrafını da sürükledi, tarlalara, harmanlara. Ot taşımak­tan sırtı mı ağrıdı Hava Hanım’ın?

Öyle, yaşadı mı sadece bu kadın? Galiba sadece yaşadı. Öyle işte. Bir ot, bir çi­çek gibi. Bütün dünya kocasından, çocuklarından ibaret. Bütün mekân da köyün­den. Bir de inekleri ardı. Sarıkız, Aynalı, Maviş… Adlarım kendi koyardı. Ve doğumlarında sarı gözlü ineklerin, kendi doğumlarında gösterilmeyen ihtimamı gösterirdi. İnek beklerken baharlarla beraber, yün örerdi karayemişin, kirazın di­binde. Bakıp da ağaç dallarına, herhâlde bu dallar altında kaç nesil kimlerin otur­duğunu düşünmemiştir. Eşyanın arkasında ezelî gerçekler keşfetmeye uğraşmış da olamaz. İki üç sene sonra kocasının yeşil gözleriyle içinin titrediğini de unut­muştur muhakkak Hava Hanım, Leylâ Mecnun hikâyeleri-n, George Sand ile Alf­red de Musset aşkını hiç duymamıştır. Böyle şeyler bilmezdi o.

Son zamanlarda, hep beni köye götürün diyordu. Sondan biraz evvelki zaman­larda şehire göçmüşlerdi. Kocasının ölümünden sonra.. Neden köye gelmek iste­di Hava Hanım? Hatıraları var mıydı bu dimdik, bu upuzun, kadının? Gelin oldu­ğu odada yatmak istedi. Sesinden, ineklerinin ne demek istediğini anlıyor yattığı yerden. Sıcak tut Ömer yeni buzağıyı. Vurma, hakkım helâl etmem. Darılıyor, ye­rinden fırlayası oluyor. Sarı rengi… soluk, biraz da yeşil Hava Hanım’ın. Şu oda­da gelmişti yanma Mustafa Efendi ilk defa. Ömrünün tek pembe rüyası.. Duruyor yerli yerinde.

Sandığından bir mendil çıktı Hava Hanım’ın.. San, sapsarı bir mendil. Kenar­ları yeşil sulu. Ortası yeşil-bordo karışımı baklava desenli. Hep akmış.. Lime li­me.. Sandık kokuyordu mendil. Bilmeyenler ayıpladılar, pinti kadın, pis kadın di­ye geçirdiler içlerinden. Ne olacak, ne kadar olsa ezelde bir inek bakıcısı. Evli adama nasıl vardı? Hiç hanım olamadı Hava Hanım.

Bilenlerse anlattılar. Koklar koklar ağlarmış, o sandık kokan, o naftalin leke­li, o sararmış mendili. Küçük ağabeyim giderken yadigâr bıraktıydı. En son kapı­dan çıkarken. Dört ağabey bir koca. On altı yalımdaydım o zaman, Hiçbiri dönme­diler… Hava Hanım derdi ki harpten dönmediler. Urus Harbi. Bilmezdi dört ağa­beyiyle bir kocasının Sarıkamış’a gittiğini., ve bilmezdi dört ağabeyiyle bir koca­sını -kaytan bıyıklan, ince bir yüzü vardı- urusa değil soğuk ve tifüse kurban etti­ğini. Bekledi yıllarca ve yıllarca Hava Hanım. Gözyaşlarının tuzundan o mendi] aktı, lime lime oldu. Yıllar sonra bir evden çıkıp bir başka evin ikinci kadını ol­maya giderken, yanma sandığından bir tek o mendili almışmış. Öyle anlatırmış. Bilenler söylediler.

Hava Hanım, Mavi Tuna’nın notaları hikâyesini hiç bilmedi. Halide Edib’in na­sıl yazdığım da… Aşk ve Ölüm hakkında hiç düşünmedi.

Hava Hanım şehire indi oğullarıyla. Kocasının ölümünden sonra

Hava Hanım köyünde gelin olduğu odada ölmek istedi gelinlik giymeden

İneklerini dövenlere darıldı. Hakkını helâl etmeyeceğim’ söyledi.

Hava Hanım’ın sapsarı ve yer yer akmış bir mendili vardı.. Naftalin kokulu, sandık kokulu. Bir de kardeş kokulu..

Hava Hanım kocasının yanına ortağından önce gömülüyor.. Şu sıralarda Jo­han Strauss’dan daha ölümlü mü, daha ölümsüz mü olacağını hiç düşünmemişti… Hava Hanım

Kayıp Padişah – Nazan Bekiroğlu

Mevsim birdenbire değişti. Çok uzun ve sıcak bir yazın ardından birdenbire güz geldi. Padişah mavi gölgeli dairesinde yavaşça yerinden doğruldu. Boğaz’ın gri ve soğuk sulan üzerinde kanat çırpan kuşlara bakarak hoş geldiniz yağmur kuşları diye mırıldandı. İçimin hasretine hoş geldiniz. Siyah gözlerinin derininde bir yer serinleyerek gülümsüyordu.

Saray-ı Amire’den uzakta iki katlı evinin çıkmasında hattat-rasıt bir başka kı­yıdan aynı suya bakıyordu. Kendisini padişahtan başka kimseciklerin anlamadığı hattat-rasıt, bir adamın öyküsünü yazdıktan sonra evinden bir daha hiç çıkma­mıştı. Günlerce rasathaneden haberciler gönderilmiş, eğer hemen zâtüssukbeteynircin başına dönmezse ve böyle, bi rasıdın haysiyetiyle bağdaşmayacak münase­betsiz işlerle uğraşmayı hemen bırakmazsa müstafi addolunacağı kendisine defaten hatırlatılmıştı. Ama o, kapıdan dışarı adım atamadığı gibi o pencerenin önünde dikilip kalmıştı. Biliyorum diyordu, o da şu anda tıpkı benim gibi, bir baş­ka pencereden ama aynı suya bakıyor. Onu şimdi görüyor ve seviyorum ve duyu­yorum. Her akşam Karaağalar meşalelerle soğuk taşlıklardaki camı isli kandille­ri yakıyorlar ve padişahı onu çağırıyordu. Padişahımı buldum diye düşündü. Da­ha ne isterim, ne isteyebilirim?

Yağmur kuşları suların üzerinde çığlıklar atarak uçmaya başlayınca, gitmeli­yim diye düşündü. Artık zamanı geldi. Hattat-rasıt öykücü bir adamın öyküsünü koltuğunun altına sıkıştırarak loş bir kayıkhane önünden bir sandala atladı. Ka­yıkçı aylar önceki garip törende hazır bulunanlardandı. Dilinin ucuna gelenleri söyleyip söylememekte tereddüt etti. Vazgeçerek küreklere asıldı. Saray-ı Ami- re’nin bütün kapılan hattat-rasıdın önünde garip bir kolaylıkla açılıyordu . Kim­se, hiç kimse kimliğini sormuyordu. Padişah dairesinin önüne gelince, hiç kıpır­damayan kapıcıların durgun bakışları önünde kapıyı yavaşça iterek içeriye süzül­dü, Padişah Boğaz sularına bakıyordu. Başını çevirmeden geldin mi diye sordu usulca, geleceğini biliyordum. Hattat geldim dedi. Hünkârım, beklediğini biliyor­dum. Padişahın önünde diz çöktü. Ellerini kavradı ve öptü. Gerçeği gördüm dedi, gerçeği tanıyorum artık Ağlıyordu. Padişah mütebessim ve derin gözlerle yanını işaret etti. O nedir? Hattat-rasıt yavaşça yerde doğruldu. Başını Padişahın yüzüne doğru kaldırdı. Çehresi ne kadar sarıydı. Gözleri ne kadar sıcak ve derin. Beni bir teksen anlarsın. Sen beni tam anlarsın. Hiç boşluk kalmadan. Aşinamısın Hünkâ­rım. Hünkâr gülümsedi. Yeter mi dedi. Yeter diye cevapladı hattat. Beni anla, ba­na vâkıf ol, beni oku. Sesim sana ulaşsın, sende çoğalayım, sende yankılanayım, sana bölüneyim. Gör beni. Bil ve sev. Daha ne isterim, ne olsun daha. Hünkâr sen dedi evet ne istersin daha? Ama bana yeter mı? Hattat-rasıt sustu, anlamıştı. Sesi yine çok güzelleşmiş, bakışlarına garip bir parlaklık gelmişti. Padişaha uzun uzun kendisini ne kadar iyi anladığını, tıpkı bir bütünün iki yansı gibi birbirleri­ni tamamladıklarına ve tamamlayacaklarına dair inancının tam olduğunu anlat­tı. Seller, sular gibi konuşuyordu. Padişahın bakışlarında suskunluk vardı. Ak­şam iniyordu.

Kapı yavaşça aralandı. Kara, kapkara bir Ağa kandilleri yakmak için gelmişti. Hattat tam o anda uzun cümlelerinin sonunu getirmiş ve müsaade buyur aşinan olayım, vâkıfın olayım Sultanım diyordu. Aç gönlünün örtülerini, göster bahçeleri­ni bana Hünkârım diyordu. Seni bir tek ben görebilirim, bu kaabiliyet bende var Padişahım diyordu. Karaağanın billur kandillere uzanan zavallı ve aciz eli bi an titredi. Köşkün çini duvarları an ve titrek bir ışıkla aydınlandığı anda kapı tekrar aralandı. Üç cariye akşam yemeğini getirmişti. Üçünün de yüzleri açıktı ve en ar­kadaki bir rüyaya benziyordu. Hattat-rasıt, mahremiyetine tam emniyet edilmiş olmanın bilinci ve ağırlığı altında Allah’ım diye mırıldandı duyulur duyulmaz bir sesle, Allah’ım beni utandırma bana onu, Padişahımı taşımagücü ver. Onun muh­tevasına en uygun kadeh olayım. Ne bir damlası yere aksın, ne bir damlası eksik kalsın. Cariyelerin en arkadan geleni, o rüyaya benzeyeni yakışıklılığının evc-i bâlâsındaki hattatı görmüştü. İpek kirpiklerinin gölgelediği gözlerinden bir ışık yükseldi ve bütün odayı kapladı. Hattat bigâne kalamadı, gözleri kamaşmıştı. Sonra ikisi de başlarını öne eğdiler.

Sofrada sudan başka her şey vardı. Hattat çok susamıştı fakat istemeye utanı­yordu. O gece hiç uyumadılar. Hattat sürekli anlatıyordu. Sabah ezanları okunun­ca aynı ibriklerden aynı gümüş leğenlere dökülen aynı suyla abdest aldılar, aynı ipek seccade üzerinde namaz kıldılar. Namazdan sonra hattat dayanamadı. Hünkâ­rım dedi, susadım, çok susadım. Hünkâr biliyorum diye cevapladı, biliyorum. Ben de çok susadım. Kapı aralandı, cariye gül kurusu saten giysiler içinde ve yine bir rüya gibi içeri süzüldü. Elinde altın bir tepsi vardı ve iki bardak serin su. Padişah­tan sonra hattatın önünde eğildi. Hattat neredeyse susuzluğunu unutuyordu. Ca­riye çekilip de aynı anda başladıkları suyu aynı anda bitirince Padişah, şimdi de­di söyle bana, biraz evvel namazda, biraz evvel su içerken aynı şeyleri mi yaşadık? Bu kadar aynı şeyleri paylaşabileceğimize inanıyor musun? Hattat şüphen mi var Hünkârım dedi. İçinde bi yerde kendisinden habersiz bir gül âdânı yeşeriyordu. Günün ilk ışıklan dökülmeye başlayınca kapı aralandı. Aynı Karaağa kandilleri söndürmek için gelişti. Padişaha endişeyle karışık bir suskunluk içinde bakıyor­du. Çocukluk saatlerinde ömürleri kesişmişti. Ondan beri Padişahının her ânına, her duygusuna vâkıftı. Bir gölge gibi onu görüyor ve biliyordu. Oysa Padişahı onu hiç görmemiş ve bilmemişti. Padişah, hattatın mor gölgelerle silikleşen yüzüne ba­kıyor ve beni sen bilemezsin diyordu. Hattat ise inandırıcı olmasına çalıştığı bir sesle göster kendini bana Hünkârım diye yalvarıyordu. Onu taşıyacak kaabiliyet bende var. Göster, okut defterlerini bana Sesinde dayanılmaz bir güzellik ve ka­lıcılık vardı. Yalnız hükmüyle eğitilmişe başkaldırı teklif ediyordu. Padişah bu se­sin büyüsüne dayanamadı ve sonunda peki dedi, peki. Bütün defterlerimi sanetyanın akşam göstereceğim. Bütün bir gece, sabaha kadar.

Ona bulutlarını anlatacaktı. Her akşam üzere Boğaz sularına gölgelerini döke­rek geçen pembe bulutlan. Daha küçücük bir şehzade-i civan-baht iken kafes ar­kasında Habeşî bir çocukla oynadıkları oyunları. Cenneti nasıl bulutların arka­sında düşlediklerini, bulutlara bakarken kaç kez çıldırmanın eşiğine geldiğini farkettiğini. Sonra hattata sen diyecekti, bu bulutların ait olduğu ülkeyi biliyor musun? Biliyorsan göster bana, acım durulsun. Çocukluğunda yine, koca sarayın kaç kez sırılsıklam ağladığına şahid olduğumda anlatacaktı. Kaç kez soğuk sa­bahlara, taş duvarların ve esmer koridorların zamansız salalarla açıldığım. Mustarib saraydan kaç kez sessiz sedasız, irili ufaklı tabutların sürü sürü çıktığını gördüğünü. Nur yüzlü ve ak sakallı bir ihtiyar tarafından gasledilirken her nasıl olduysa bir köşeden seyrediverdiği mini mini ve mosmor kesilmiş bedenleri. O ihtiyarın gözlerinde beliren iki damla yaşı. Kardeşinin göğsündeki siyah benin yerinde kocaman bir kan pıhtısı belirdiğini ve berrak suyun o kan pıhtısını alıp götürdüğünü. O günden sonra bütün taşlardan, duvarlardan kirli, kipkirli ve hiç kurumayan bir kan sızdığını gördüğünü, o sızıntının hiç durmak bilmediğini ve bunu bir tek kendisi gördüğü için bütün rüyalarının kâbusa dönüştüğünü ilâve edecekti. Hattat onu anlayacak ve kutsayacaktı. Çünkü buna kabiliyeti vardı. Rü­yalarını ah, hep dilsiz cellatlar ikiye bölmüştü. Nazlarını, mahmur uykularını. Ki­mi zaman kendisini kan ve ter içinde kâbuslarından atarken başında kandilleri yakmak ya da söndürmek için orada ulunan Habeşî bir çocuğun mustarib ve se­vecen gözlerini farkederdi. O gözlerde kan ve kine eğilmişi koruyan, gözeten bir bakış olurdu. O bakışı anlatacaktı hattata ve bana o bakışın bir eşini ver diyecek­ti. Sonra kâbuslardan rüya iklimlerine dönüşen sanrılarını sıralayacaktı. Terke­dilmiş bir hamamın gölgeli sularında yıkanan kumral ve uzun saçlı bir peri kızı­nın güzelliğini, onu o gün bir türlü yakalayamamış olduğunu, sadece uzaktan gö­rebildiği ve garip bir biçimde berrak kahkahalarını duyduğunu ve onun benzeri­ne gerçek hayatta bir daha asla rastlamadığını. Ve gerçek hayattan bir kadına o muhabbetin bir eşini asla duyamadığını. Sonra yıldızlarına sıra gelecekti. Yıldız­larına, onların lâcivert asuman üzerinde maşrıktan mağribe doğru baş döndürü­cü bir süratle akışlarını anlatmaya. Onların birbirine göre durumlarını, bunların kendisine neler söylediğini anlayabilmek için ne kadar çok çalıştığını hattata söyleyecekti. Sonra bir gün bu yıldızların kendisini kaza ölümüne karşı dikkatli olması için nasıl uyardıklarını ve bunun üzerine ilm-i nücûmûn yanı sıra bir de ilm-i tababete merak sardığını. Bunu tebaası hiç anlamamıştı ve hoş görmemişti. Ama hattat onu anlayacaktı. Vücudunu zehire karşı korumanın yollarını araştırır­ken her gün bir küçücük parça zehir alarak bir nevi bağışıklık sistemi oluşturdu­ğunu. İşte diyecekti gül pembesi tenim bu yüzden böyle sandır. Her sabah ayna­da gördüğü bu çehrenin kendisini de mustarib ettiğini hattattan gizlemeyecekti. Hiçbir şeyi. Hattatın benzi gül rengi idi. Sakalına tek tük kırlar düşmüştü, gözle­ri ise birer mavi ayna. Sonra Arz Odası’nın iç kubbe kenarına işlenivermiş bir gül buketinin renginin tıpkı kendi çehresi gibi günden güne nasıl soluverdiğini farkettiğini, kalemkârlara onarılması için asla müsaade etmediğini. Ona gül buketi­ni gösterecekti. Daha başka gösterecekleri de vardı. Frenk elçisinin gönderdiği porselen saatin sarkacında dans eden küçük baletini, harem taşlıklarında eriye­rek yanan koca kandillerin gözlerini. Açıp gösterecekti, azabı, korkuyu. Hüznü, ölümü ve başkaldırısızlığı. Kementleri, palaları ve cellâtları. Ve İncili beşikleri, İncili beşikte uyuyan gül goncası şehzadelerini. Hiçbirine kıyamayacağını anla­yacaktı ve bunu bir gün tarihlerin mutlaka yazacağına dair inancının sonsuz ol­duğunu. Hattattan bir tek şey isteyecekti. Kalıcı olanı.

Hattat eve geldiği zaman karısı kendisini endişeli nazarlarla süzdü. Nerede ol­duğunu sormadı ve biraz uyuması için üzerini örttü. Kocasının yüzünde o güne dek görmediği bir ışık dolaşıyordu fakat huzursuz bir uykuyu yüklenmişti Hatta­tın, rüyasında bedeni ikiye bölünmüştü ve bir yansı diğerini kovalıyordu. Birden kendisini bir gül fidanının dibinde buluyor ve nihayet bedeninin parçalan birleşiyordu. Uykudan sıçrayarak uyandı ve hayrolsun dedi, hayırlar olsun. Sonra her şeyi unutarak hafifçe gülümsedi. Bu akşam Hünkârıma gideceğim. Ülkemin padişahı, kalelerimin fatihi bu defa bana kendi kapılarını açacak, kendi burçlarını gösterecek. Kendi güzelliğinde onun yok olacağım. Farklı bedenlerde aynı bir ru­ha dönüşeceğiz. Başımız arş-ı alâya değecek, varlığın anlamını çözeceğiz. Sonsuz­luk ve nedenler artık avcumuzun içinden kaymayacak. Hünkârım bana defterle­rini gösterecek. Sultanım, Padişahım. Kalıcı olanım.

Nazan Bekiroğlu

Akşam iniyordu ve santurlar yine dört bir yandan vurmaya başlamışlardı. Hat­tat yerinden doğruldu. Kaç zamandır rasathaneye gitmediği için baş çizimcinin çarpık tebessümüyle ardından neler söylemiş, baş rasıdınsa gürleyen sesiyle na­sıl bağırmış çağırmış olabileceğini düşünerek tekrar kendi kendisine gülümsedi. Aynı kayıkhaneden aynı kayıkçıyla karşıya geçti. Sakalını gül yağıyla ovmuştu ve sangının kıvrımları arasında pembe bir gonca vardı. Kayıkçı ona bir garip bakı­yordu. Saray-ı Amire’nin koca kapılan bu defa sımsıkı kendi üzerine kapalıydı ve hiçbir yerden ışık sızmıyordu. Hattat içeri nasıl girebileceğini düşünerek ürperdi. Dışarda kalacak olma korkusu gönlüne dayanılmaz bir ağırlık veriyordu. Bir­den yan kapılardan biri yavaşça aralanıverdi. O, rüyaya benzeyen cariye gül kuru­su ipek hışırtılan arasından elmas bir gecenin parıltılarıyla bakıyordu. Buyurun diye fısıldadı, beni Hünkâr gönderdi. Hattat sarayda bu gibi işlere kadınların bak­madığını iyi biliyordu, şaşırmıştı. Bir şey söylemek için başını çevirdi. Pınarların­da birer damla yaş parlayan bu gözlerin gecesi karşısında dili tutuldu, ne söyleye­ceğini unuttu. Elini yavaşça kaldırdı. Helalinden başka hiç kimseye değmemiş bu eli, o iki damla yaşı silme niyetiyle uzattı. Cariye bir beyaz kuşa benzeyen bol yü- züklü elini hattatın esmer eline sıkıca sararak mustarib sarayın bilinmez dehliz­lerinden bilinmez odalarına doğru çekiverdi. O gece sabaha kadar hattat-rasıt, gönlünün macerasından, ruhunun yangınından cariyeye bahsetmek istedikçe; söylemek, anlatmak, sesini duyurmak istedikçe kız onu susturdu. Sabah ezanları okunurken, yavaşça, Padişah seni bekliyor diye fısıldadı. Sesinde garip bir üstün­lük duygusu vardı. Hattat-rasıt, benim padişahım sensin diye ağladı. Padişahım ve gerçeğim.

Nazan Bekiroğlu

Saray-ı Amire’nin iç avludaki köşklerinden birinde Padişah, Karaağalardan bi­ri billur kandillerdeki ışığı söndürürken ve yağmur kuşları kanatlan değecek ka­dar yakın suyun üzerinden uçuyorken Boğazın gölgelerine bakıyordu. Bulutlar görüntülerini serperek suyun üzerinden geçiyorlardı. Karaağa alçak bir yer ma­sasının üzerinde istiflenmiş, meşin kaplı defterlere biraz hüzünle dahası garip bir sevinçle baktı. Hünkâr yavaşça başını çevirdi. Onu ilk defa görmüştü. Al dedi usulca hepsi senin olsunlar. Sonra, su getir dedi, havlu getir. Yavaşça namaza doğruldu. (Dergâh, sayı: 37, Mart 1993, s. 1, 5-6)

KAYNAK: TÜRK EDEBİYATI 5. CİLT, AHMET KABAKLI, TÜRK EDEBİYATI VAKFI YAYINLARI, İSTANBUL

SON EKLENENLER

Üye Girişi