Kullanıcı Oyu: 0 / 5

Yıldız etkin değilYıldız etkin değilYıldız etkin değilYıldız etkin değilYıldız etkin değil
 

 

ERCÜMENT EKREM

Bütün çizgileri yuvarlak, yumuşak, tombalak bir vücut-ince, beyaz bir ten. Tazeliği zamana pes dedirten pembe bir yüz. Kısa, dolgun, hiç adale hissi vermeyen kolların ucunda sedef tırnaklı, minimini bir çift haseki eli...

Ela gözlerinde genç parıltılar, gülüşünde mesut ve memnun bir çizgi dalgalanışı, biraz taşkın gerdanında zevkli bir titreyiş

Bir mermer asaletiyle gergin derisinden yıllar, cilâ gibi geçer. Rüzgârlar kayaları nasıl yalaya yalaya parlatırlarsa, zaman da Ercüment’i öylece bir gençlik ehramı haline kor.

Ben, onu yirmi beş sene önce Bâbıâli’de tanıdım. Galiba matbuat müdürü idi. Akşamları bütün gazeteciler onun odasında toplanır, günün hâdiselerini orada süzülmüş bulurduk

0 vakte kadar, imzasını hiçbir yerde görmemiştim. Yalnız çok renkli konuşuşu, kuvvetli görüşü, hükümlerindeki sağlam mantık çerçevesi karşısında kendi kendime:

- Bu kadar güzel konuşan, gören, anlayan, hattâ sezen adam, pekâlâ yazar da... Dans eden, haydi haydi yürür, dediğimi hatırlarım.

Sonra, aradan ne kadar geçti bilmem, bir gün Vakit'te bir makale çıktı. Bu, Evliya Çelebi Seyahatnamesi'nden bir parça idi. (...) Üslûbu hiç aksamadan bu satırlarda akıyordu.

Yalnız, üslüp eski olmakla beraber vaka ve mevzua temel teşkil eden manzaralar yeni idi. Meselâ Evliya’nın sinemaya gidişini, tahassüslerini anlatan bir makalenin hakiki seyahatnamede yer alması elbette akla sığmazdı.

Bir yandan okuyor, katıla katıla gülüyor, zevkle bükülüyor,

bir yandan da:

-    Kim bu acaba? Kim bu? diye söyleniyordum. Nihayet yazı

bitince ben de hükmümü verdim:

-    Her kim ise, aşkolsun adama... Evliya’nın derisi içine gir Evet derisi içine... Çünkü bu benzeyiş şöyle böyle bir kılık

Kıyafet, duruş, oturuş taklidi derecesinde kalmış bir şey değildi. Hele sinemayı bir aşk filminin adesesi arkasından seyrettikten sonra, Evliya’nın sinemaya “sine-i ma” deyişi gerçekten hem çok güzel, hem pek manâlı bir buluştu.

-    Kim acaba! Kim bu? deyişim de işte bu türlü güzelliklerinden ötürü idi. Bilmem, herkes benim gibi midir? Ben, bana haz veren bir güzellik karşısında, yalnız zevk duymakla doyamam. İçimde bir minnet çiçeği de bu zevkle birlikte açar, isterim ki bu çiçeği, onu yaratana sunayım.

Bizim yazı dünyamız, ne kadarcık şey! İki saat sonra öğrendim:   

-    Ercüment Ekrem, dediler.

Evliya-yı Cedid, gerçekten çok ince, pek zarif şakalar, nüktelerle zamanın telakkilerine dokunuyordu. Şaka ve nükte diyorum. Fakat doğrusunu isterseniz, bunlar nükteden daha güzel ve şakadan daha derin şeylerdi.

Bu pastiş’ler, Evliya-yı Cedid’i hem meşhur etti, hem sevgili.

Sonra hemen her gazeteye, her mecmuaya yazmaya başladı. Artık Ercüment Ekrem de Evliya-yı Cedid kadar meşhurdu Bir dem geldi ki Ercüment Ekrem, başka takma adlar da kullanmaya mecbur oldu. Üç dört gazetede başka başka müstearlarla yazıyordu. Mizah ve hicve zekâ fağfurundan petekler yaptı.

Bir nokta, küçük, küçücük, bir nokta ona sağlam bir mizahî makale mevzuu olabiliyordu. Meselâ “Komşu Hatırı” gibi.

Asıl şaşılacak şey şu ki Ercüment, en güzel oğlunu bu şaka ve mizahla evlenişinden kazandı.

Belki garip bulacak, belki de azıcık şaşacaksınız. Fakat ben, son hikâye ve romanlarımız içinde yaratılmış iki nefis tip görüyorum. Biri Reşat Nuri’nin, Çalıkuşu’ndaki Doktor Hayrullah’ı öteki de Ercüment Ekrem’in Meşhedî Cafer’idir. Bu iki kahramanın da bütün iç ve dış çizgileri duru, aydınlık ve eksiksizdir.

Hattâ sirayet bakımından, halka mal oluş tarafından Meşhedî daha ağır basar.   

Mübalağa, ince bir sanattır. Damakta tuz ne ise, dimağda da mübalağa odur. Biraz fazla, azıcık eksik oldu mu lezzet kaybolur, tat gider, eser kavrulur. Ercüment Ekrem, bu keskin bu tehlikeli kılıcı ustaca kullandı. Bize hikmeti az, fakat rindliği taşkın bir ikinci Nasrettin hediye etti.

Baz, eserlerinde cevher ayarının düştüğü de olmuştur. Lâkın biz de insaflı olalım. Çok yazmak ıztırarı, kalemle geçinmek davası dünyanın her yerinde, her çaptaki adamlar arasında aynı izi bırakmıştır.

Hiç şüphe etmiyorum ki böyle zorlanışlar olmasaydı bir Gün Doğmayınca'yı o da benimsemeyecek, adı üstünde böyle bir cömertliğe katlanmayacaktı.

Hâlâ yazan bir kalem hakkında son hüküm verilemez. Kim bilir, belki yarın bugüne kadar yazdıklarını eteklerinde bırakan bir zekâ ve ruh şahikası yaratacaktır. Bunu candan ister ve gerçekleşmesine dua ederiz.

HAKKI SÜHA GEZGİN, EDEBİ PORTRELER

SON EKLENENLER

Üye Girişi