Kullanıcı Oyu: 0 / 5

Yıldız etkin değilYıldız etkin değilYıldız etkin değilYıldız etkin değilYıldız etkin değil
 

ERCÜMEND EKREM TALU

(1888-1956)

Mizah yazarı, romancı ve gazeteci.

İstanbul’da İstinye’de doğdu. Tanzimat’tan sonraki Türk edebiyatının tanınmış simalarından Recâizâde Mahmud Ekrem’in oğludur. Galata Sarayı Mekteb-i Sultânîsi’nde ve Fransız mektebinde okudu. Bir müddet Dârülfünun Hukuk şubesine devam ettikten sonra tahsilini Paris Siyasî İlimler Mektebi’nde sürdürdü. Dönüşünde devlet memuriyetine girdi (1905). Ertesi yıl Düyûn-ı Umûmiyye’de mütercimliğe geçti. 1908’de bu görevden ayrılarak Meclis-i A‘yân mütercimliğine, 1913’te Dîvân-ı Hümâyun Teşrifat Dairesi memurluğuna tayin edildi. 1916 yılında buradan da ayrılarak bir yıl kadar açıkta kaldı. 1919’da çok kısa sürelerle Hariciye Nezâreti matbuat müdürlüğü (23 Mart - 26 Ağustos 1919), Edirne vilâyeti mektupçuluğu ve Hariciye Nezâreti müsteşar muavinliği yaptı. 1920’de Beyoğlu Belediyesi’nde, 16 Mart 1920’de İstanbul işgal edildiğinde işgal ordusunun kurduğu sansür heyetinde hükümet temsilcisi olarak çalıştı.

Cumhuriyet döneminde 1923 yılında tekrar Hariciye Nezâreti matbuat ve istihbarat müdürlüğüne (16 Aralık 1923 - 12 Mart 1924), 1924’te cumhurbaşkanlığı umumi kâtipliğine tayin edildi. Bir yıl sonra İstanbul Yüksek Muallim Mektebi Fransızca öğretmenliğine nakledildi. 1927’de üçüncü defa matbuat umum müdürlüğüne getirildi (26 Eylül 1927 - 31 Mayıs 1930). Bu kurumun lağvı üzerine Varşova büyükelçiliği müsteşarlığına gönderildi. 1933’te bu görevden affedilince bir süre açıkta kaldı. 1936’da Ankara Siyasal Bilgiler Okulu’na Fransızca öğretmeni oldu. 1937-1943 yılları arasında Ankara Hukuk Fakültesi, Gazi Eğitim Enstitüsü ve Polis Koleji’nde Fransızca öğretmenliği yaptı. Bundan sonra İstanbul’a nakledilerek öğretim hayatını 1943’ten 1950’ye kadar Galatasaray Lisesi edebiyat öğretmeni olarak sürdürdü. 1950’de kendi isteğiyle buradan emekli oldu. Mükemmel denecek derecede Fransızca, İngilizce ve Rumca bilen Ercümend Ekrem, hayatının son yıllarında İstanbul Şehir Tiyatrosu Edebî Heyeti’nde ve Sular İdaresi Meclisi’nde üyelik yaptı. Bir süre yazılarından elde ettiği gelirle geçimini sürdürdü. 16 Aralık 1956’da öldü. Kabri Zincirlikuyu Asrî Mezarlığı’ndadır. Cumhuriyet devri Türk mizah edebiyatının en büyük kalemlerinden ve halka mal olmuş yazarlarından biri olan Ercümend Ekrem yazı hayatına 1904’te Çocuklara Mahsus Gazete’de başladı. Bir süre Beyoğlu’nda çıkan yabancı gazetelere Fransızca bazı makaleler yazdı. 1908’de II. Meşrutiyet’in ilânından sonra Türkçe gazete ve dergilerde yazıları devamlı olarak çıkmaya başladı. Özellikle Tercümân-ı Hakîkat gazetesinde “Ebül-muvakkar” imzasıyla yazdığı siyasî, edebî ve sosyal muhtevalı yazılarıyla dikkati çekti. Fakat onun asıl gazeteciliği, Meclis-i A‘yân mütercimliği yaptığı yıllarda Ahmed Râsim’in daveti üzerine girdiği İkdam’da başlar (1910). Burada gazeteciliğin bütün inceliklerini öğrenen Ercümend Ekrem daha sonra başka birçok gazete, mecmua ve mizah dergisinde hikâye ve roman tefrikaları neşretmiş, imzalı imzasız sayısız yazılar yayımlamıştır. Mütareke devrinde Aka Gündüz’le birlikte Alay adlı mizahî bir gazete (1920), ayrıca tek başına çocuklar için Lâne isimli bir dergi çıkarmıştır.

Zeki, esprili, realist bir gözlemci şahsiyete sahip olan Ercümend Ekrem, mizah alanında ilk şöhretini 1920’de İleri gazetesinde yayımladığı ve Evliya Çelebi’nin üslûbunu taklit ederek yazdığı fıkralarla sağladı (Evliyâ-yı Cedîd, 1336). Devrin İstanbul’unu mizahî bir dille anlatan bu yazılar büyük bir ilgi gördüğünden beş yıl sonra bunların devamını kaleme aldı (Zeyl-i Evliyâ-yı Cedîd, 1925). Muhayyilesinde yarattığı Azerbaycan’dan gelme aşırı mübalağacı bir İranlı’yı şivesini taklit ederek canlandıran Meşhedî Cafer ile onun yol arkadaşı Torik Necmi adlı oldukça safdil bir İstanbul külhanbeyinin maceralarını anlatan roman ve hikâyeleri çok tutunduğu gibi yazarın şöhretini daha da arttırdı.

Ercümend Ekrem’in mizah alanında en yoğun çalışmaları 1922-1928 yılları arasında olmuştur. Bu dönemde birçok makaleden başka dokuz roman ve dört hikâye kitabı meydana getirmiştir. Gerek bu romanlarında gerekse 1945’e kadar yazdığı diğer altı romanında, üstün mizah değerleri yanında orta sınıf ve fakir halk tabakalarından seçtiği ilgi çekici ve sevimli tiplerin yaşayış özelliklerini çok güçlü ve canlı bir realizmle anlatmış ve Türk okuyucusu arasında büyük ölçüde bu yıllarda okunmuştur. Eserleri zamanının belli sosyal kesimlerinin yaşayışına ait malzemelerle doludur. Ercümend Ekrem, Hüseyin Rahmi ve Ahmed Râsim’den sonra sosyal araştırmalar bakımından ihmal edilemeyecek bir yazardır. Asrîler, Sâbir Efendi’nin Gelini, Kan ve İman, Kopuk gibi romanlarında Batılılaşma’nın yanlış anlaşılması, kadınların okutulmaması, bürokrasi komiklikleri gibi meseleler kuvvetle akis bulur. Eserlerinde eski İstanbul hayatını da canlandıran Ercümend Ekrem asıl yaygın şöhretini mizahî romanlarıyla yapmıştır.

Ercümend Ekrem’in yazı hayatı ölünceye kadar birçok gazete ve dergilerde çıkan fıkra, hikâye ve çeşitli makalelerle yarım asrı aşkın bir süre devam etmiştir. Bulunduğu resmî görevler dolayısıyla çeşitli siyasî olaylara tanık olan yazar, Münif Fehim tarafından resimlendirilen Dünden Hatıralar adlı eserinde çok iyi tanıdığı eski İstanbul hayatını anlatır.

Eserleri. Tefrikaları dışında kitap halindeki eserlerinin sayısı otuzu bulmaktadır. Roman. Asrîler (İstanbul 1922, 1927); Gün Batarken (İstanbul 1336, 4. bs., Ankara 1990); Kopuk (İstanbul 1922, 1926; Almanca’ya da çevrilmiştir); Sâbir Efendi’nin Gelini (İstanbul 1921, 1922, 1939); Şevketmeâb (İstanbul 1925); Kan ve İman (İstanbul 1341, 2. bs., Ankara 1988); Kundakçı (İstanbul 1925); Meşhedî ile Devr-i Âlem (İstanbul 1927, 3. bs., İstanbul 1974), Gemi Arslanı (İstanbul 1928); Meşhedî Ankara’da (1933); Meşhedî Polis Hafiyesi (İstanbul 1931); Meşhedî Aslan Peşinde (İstanbul 1934, 1944); Kodaman (İstanbul 1934); Papeloğlu (İstanbul 1938); Beyaz Şemsiyeli (İstanbul 1939); Bu Gönül Böyle Sevdi (İstanbul 1941); Çömlekoğlu ve Ailesi (Ankara 1945). Hikâye. Teravihden Sahura (İstanbul 1341); Sevgiliye Masallar (İstanbul 1341); Kız Ali (1926); Meşhedî’nin Hikâyeleri (İstanbul 1926, 1928, 1955); Gün Doğmayınca (İstanbul 1927); Güldüren Kitap (İstanbul 1927). Komedi. Erenler (İstanbul 1926, üç perde). Hâtıra. Dünden Hatıralar (İstanbul 1943). Tercümeleri. Cüceler ve Devler Memleketinde Gulliver’in Seyahatleri (Swift’ten, İstanbul 1935, 1946); Korku (S. Zweig’tan, İstanbul 1944).

Ercümend Ekrem’in bunların dışında henüz kitap halinde yayımlanmamış imzalı, imzasız veya Çekirge, Âşık, Torik

Necmi, Cin Ahmed gibi çeşitli takma adlarla fıkra, sohbet, makale, hatırat, mizahî şiir vb. türünden çeşitli yayın organlarında çıkan yazıları büyük bir yeküne ulaşmaktadır.

BİBLİYOGRAFYA:

İsmail Habib [Sevük], Türk Teceddüd Edebiyatı Tarihi, İstanbul 1340, s. 678; a.mlf., Tanzimattan Beri Türk Edebiyatı Tarihi, İstanbul 1941, I, 382; Gövsa, Meşhur Adamlar Ansiklopedisi, İstanbul 1933-37, II, 418; a.mlf., Türk Meşhurları, s. 375; Murad Uraz, Türk Edip ve Şairleri, İstanbul 1940, V, 8; Server İskit, Türkiyede Matbuat İdareleri ve Politikaları, Ankara 1943, s. 181-182; Hilmi Yücebaş, Bütün Cepheleriyle Ercüment Ekrem, İstanbul 1957; a.mlf., Hiciv ve Mizah Edebiyatı Antolojisi, İstanbul 1970, s. 354-356; Yusuf Ziya Ortaç, Bir Varmış, Bir Yokmuş: Portreler, İstanbul 1960, s. 145-149; Aziz Nesin, Cumhuriyet Döneminde Türk Mizahı, İstanbul 1973, s. 222-230; Mehmed Semih, Türk Mizah Hikâyeleri Antolojisi, Ankara 1982, s. 38-46; Behçet Necatigil, Edebiyatımızda İsimler Sözlüğü, İstanbul 1985, s. 311-312; Cevdet Kudret Solok, Türk Edebiyatında Hikâye ue Roman, İstanbul 1987, II, 220-237; Banarlı, RTET, II, 1244; Büyük Türk Klâsikleri, XII, 148-165; Rahim Tarım, Ercüment Ekrem Talu’nun Romanlarında Millî Mücadele (yüksek lisans tezi, 1986), MÜ Sosyal Bilimler Enstitüsü, nr. 75; a.mlf., “Ercüment Ekrem Talu Üzerine Bir Bibliyografya Denemesi”, MÜTAD, VI (1991), s. 245-309; Hakkı Süha [Gezgin], “Edebî Portreler: Ercümend Ekrem”, YM, sy. 51 (1940), s. 5; M. Behçet Yazar, “Edebiyatçılarımızı Tanıyalım; Ercüment Ekrem Talû”, Yedigün, sy. 431, İstanbul 1941, s. 15, 18; Abdülhak Şinasi Hisar, “Ercüment Ekrem Talû’ya Dair Hâtıralar”, TY, sy. 264 (1957), s. 548-550; Sami N. Özerdim, “Ercüment Ekrem Talu”, Yeni Yayınlar Dergisi, II/3, İstanbul 1957, s. 73-77; [Kenan Akyüz], “Talu, Ercümend Ekrem”, TA, XXX, 373; Yeni Türk Ansiklopedisi, İstanbul 1985, X, 3942-3943.

Atillâ Çetin, TDV, cilt: 11; sayfa: 276


 

ERCÜMENT EKREM

Bütün çizgileri yuvarlak, yumuşak, tombalak bir vücut-ince, beyaz bir ten. Tazeliği zamana pes dedirten pembe bir yüz. Kısa, dolgun, hiç adale hissi vermeyen kolların ucunda sedef tırnaklı, minimini bir çift haseki eli...

Ela gözlerinde genç parıltılar, gülüşünde mesut ve memnun bir çizgi dalgalanışı, biraz taşkın gerdanında zevkli bir titreyiş

Bir mermer asaletiyle gergin derisinden yıllar, cilâ gibi geçer. Rüzgârlar kayaları nasıl yalaya yalaya parlatırlarsa, zaman da Ercüment’i öylece bir gençlik ehramı haline kor.

Ben, onu yirmi beş sene önce Bâbıâli’de tanıdım. Galiba matbuat müdürü idi. Akşamları bütün gazeteciler onun odasında toplanır, günün hâdiselerini orada süzülmüş bulurduk

0 vakte kadar, imzasını hiçbir yerde görmemiştim. Yalnız çok renkli konuşuşu, kuvvetli görüşü, hükümlerindeki sağlam mantık çerçevesi karşısında kendi kendime:

- Bu kadar güzel konuşan, gören, anlayan, hattâ sezen adam, pekâlâ yazar da... Dans eden, haydi haydi yürür, dediğimi hatırlarım.

Sonra, aradan ne kadar geçti bilmem, bir gün Vakit'te bir makale çıktı. Bu, Evliya Çelebi Seyahatnamesi'nden bir parça idi. (...) Üslûbu hiç aksamadan bu satırlarda akıyordu.

Yalnız, üslüp eski olmakla beraber vaka ve mevzua temel teşkil eden manzaralar yeni idi. Meselâ Evliya’nın sinemaya gidişini, tahassüslerini anlatan bir makalenin hakiki seyahatnamede yer alması elbette akla sığmazdı.

Bir yandan okuyor, katıla katıla gülüyor, zevkle bükülüyor,

bir yandan da:

-    Kim bu acaba? Kim bu? diye söyleniyordum. Nihayet yazı

bitince ben de hükmümü verdim:

-    Her kim ise, aşkolsun adama... Evliya’nın derisi içine gir Evet derisi içine... Çünkü bu benzeyiş şöyle böyle bir kılık

Kıyafet, duruş, oturuş taklidi derecesinde kalmış bir şey değildi. Hele sinemayı bir aşk filminin adesesi arkasından seyrettikten sonra, Evliya’nın sinemaya “sine-i ma” deyişi gerçekten hem çok güzel, hem pek manâlı bir buluştu.

-    Kim acaba! Kim bu? deyişim de işte bu türlü güzelliklerinden ötürü idi. Bilmem, herkes benim gibi midir? Ben, bana haz veren bir güzellik karşısında, yalnız zevk duymakla doyamam. İçimde bir minnet çiçeği de bu zevkle birlikte açar, isterim ki bu çiçeği, onu yaratana sunayım.

Bizim yazı dünyamız, ne kadarcık şey! İki saat sonra öğrendim:   

-    Ercüment Ekrem, dediler.

Evliya-yı Cedid, gerçekten çok ince, pek zarif şakalar, nüktelerle zamanın telakkilerine dokunuyordu. Şaka ve nükte diyorum. Fakat doğrusunu isterseniz, bunlar nükteden daha güzel ve şakadan daha derin şeylerdi.

Bu pastiş’ler, Evliya-yı Cedid’i hem meşhur etti, hem sevgili.

Sonra hemen her gazeteye, her mecmuaya yazmaya başladı. Artık Ercüment Ekrem de Evliya-yı Cedid kadar meşhurdu Bir dem geldi ki Ercüment Ekrem, başka takma adlar da kullanmaya mecbur oldu. Üç dört gazetede başka başka müstearlarla yazıyordu. Mizah ve hicve zekâ fağfurundan petekler yaptı.

Bir nokta, küçük, küçücük, bir nokta ona sağlam bir mizahî makale mevzuu olabiliyordu. Meselâ “Komşu Hatırı” gibi.

Asıl şaşılacak şey şu ki Ercüment, en güzel oğlunu bu şaka ve mizahla evlenişinden kazandı.

Belki garip bulacak, belki de azıcık şaşacaksınız. Fakat ben, son hikâye ve romanlarımız içinde yaratılmış iki nefis tip görüyorum. Biri Reşat Nuri’nin, Çalıkuşu’ndaki Doktor Hayrullah’ı öteki de Ercüment Ekrem’in Meşhedî Cafer’idir. Bu iki kahramanın da bütün iç ve dış çizgileri duru, aydınlık ve eksiksizdir.

Hattâ sirayet bakımından, halka mal oluş tarafından Meşhedî daha ağır basar.   

Mübalağa, ince bir sanattır. Damakta tuz ne ise, dimağda da mübalağa odur. Biraz fazla, azıcık eksik oldu mu lezzet kaybolur, tat gider, eser kavrulur. Ercüment Ekrem, bu keskin bu tehlikeli kılıcı ustaca kullandı. Bize hikmeti az, fakat rindliği taşkın bir ikinci Nasrettin hediye etti.

Baz, eserlerinde cevher ayarının düştüğü de olmuştur. Lâkın biz de insaflı olalım. Çok yazmak ıztırarı, kalemle geçinmek davası dünyanın her yerinde, her çaptaki adamlar arasında aynı izi bırakmıştır.

Hiç şüphe etmiyorum ki böyle zorlanışlar olmasaydı bir Gün Doğmayınca'yı o da benimsemeyecek, adı üstünde böyle bir cömertliğe katlanmayacaktı.

Hâlâ yazan bir kalem hakkında son hüküm verilemez. Kim bilir, belki yarın bugüne kadar yazdıklarını eteklerinde bırakan bir zekâ ve ruh şahikası yaratacaktır. Bunu candan ister ve gerçekleşmesine dua ederiz.

HAKKI SÜHA GEZGİN, EDEBİ PORTRELER

SON EKLENENLER

Üye Girişi