Kullanıcı Oyu: 5 / 5

Yıldız etkinYıldız etkinYıldız etkinYıldız etkinYıldız etkin
 

AHMET HAŞİM-YUSUF ZİYA ORTAÇ

Haşim’le tanışmamız, hayır, sevişmemiz bir hicivle başladı.

O, yeni bir şiir yazmıştı. Kendi sanat yapısı içinde güzel, ışıklı bir şiir:

YARI YOL

Nasıl istersen öyle dinle, bakın:
Dalların zirvesindeyiz ancak.
Yarı yoldan ziyade yerden uzak,
Yarı yoldan ziyade mâha yakın!

Ben bunu eski harflerin Akbaba'sında alaya aldım:

YARI YOL

Haşim’in şiiridir bu, şiire bakın:
Bunu mümkün müdür hiç anlamamak.
Yarı yoldan ziyade nesre uzak,
Yarı yoldan ziyade şiire yakın!

O gün, akşama doğru, Haşim zeki kahkahalarla odama girdi ve yarım saat içinde dost olduk. Ölünceye kadar süren sahici dost.

Size önce Haşim’in resmini çizeyim: Büyük, fırlak, bir alın. Sonra, yine bu alın kadar büyük, sağlam, ortası çukur, fırlak bir çene. Kaşlar, yukarı doğru çekilmiş, uçları biraz kırık iki şeytan çizgisi. Göz bebeklerinde, altın, demir, bakır karışık bir maden parçasının bütün renk ışıklarını görürdünüz. Yüzü, taşkın bir neş’e, taşkın bir öfke, taşkın bir arzu ile kırmızıydı.

O, kendi yüzünü, şu mısralarla çizmiştir:

Ürkerim kendi hayalâtımdan,
Sanki kandır şakağımdan akıyor.
Bir kızıl çehrede âteş gözler
Bana gûya ki içimden bakıyor

Haşim, ölünceye kadar o zeki baştan ürktü. Onun gençliğinde, pudralı yanak, kozmatikli bıyık, briyantinli saçtı güzel sanılan!

Şair, bu korku içinde, son nefesini verdiği kırk yedi yaşına kadar, sevmenin, sevilmenin hasreti içinde, yapyalnız yaşamıştır.

Gece, Moda kıyılarında tek başına gezerken, yaprak fısıltılarını, buse fısıltıları sanan Haşim'i, mehtap bile yaralamıştır:

Oklar gibi saplanmada kalbe
Vurdukça semadan yere mehtap!

Üç Ahmet Haşim var: Şair Haşim, fıkra yazarı Haşim, konuşan Haşim.

Hemen söyleyim: Üçü de şairdi bunların.

Konuşan Haşim’in tadına doyamazdınız. Bu, tuzu, biberi, hardalı çok, iştah açıcı yemekler, baş döndürücü sert içkiler gibi bir konuşmaydı.

Onu, biraz huysuz, biraz hırçın, biraz ağulu yapan, mizacından çok talihiydi. Arkadaşlarının hepsi bir şey olmuştu: Kimi vekildi, kimi mebustu, kimi elçi... O, mülkiye mektebinde, çok sevilen, az maaşlı bir Fransızca hocasıydı sade!

O zaman, kelimeler, içinde dönen haset çarkında bileniyor ve ok oluyor, hançer oluyor, kılıç oluyordu.

Kendisi, ayağında postallar, sırtında kaput, başında kabalak, Çanakkale cehenneminde askerliğini yaparken, iki dostundan biri Suriye’de Cemal Paşa’nın yaveriydi.

Öbürü de ciğerleri zayıf olduğu için İsviçre dağlarında.

Bir dost evinde:

— «F...» ihtiyat zabiti midir? diye sonra bir hanımefendiye, Haşim, Mefistofelesi kıskandıracak kahkahalar atarak:

— Hayır hanımefendi, demişti, operet zabitidir!

Ama savaş yıllarını, İttihat ve Terakki Hükümetinin yardımı ile İsviçre dağlarında geçiren arkadaşı için söylediği iki mısra, daha çok zalimdir:

Bu ne ihsan o değersiz cüceye,
İskelet başlı ciğersiz cüceye!

Bilir misiniz, bu korkunç Haşim, o iki dostu çok, ama sahiden çok severdi!

Bir yaz günü, kıpkırmızı bir mayo giymiş, plâjda yatıyordum. Haşim, soyunup vücudunu kalabalığın gözleri önüne seremiyecek kadar ürkekti. Benim, deniz suyu, temmuz güneşi ve kıvılcımlı kumda bakırlaşmış derime hasetle bakarak zehir gibi bir kahkaha çatlattı. Bu kahkahanın arkasında bir nükte vardı muhakkak. Onu konuşturmak için sordum:

— Ne var Haşim, ne oldu?...

Kendisinin bu çıplaklar arasındaki şapkalı, bastonlu, kravatlı gülünçlüğünü unutmuş, benim kırmızı mayomla alay etti:

— Mahmut Şevket Paşanın tabutuna dönmüşsün!

Haşim, yazarken dünyanın en cesur adamıydı, okurken en korkak. Akşam, matbaaya bıraktığı fıkrasını sabahleyin gazetede okuyunca ödü kopardı!

Tanıdığım insanların en keyiflilerinden biri olan rahmetli Ali Naci Karacan’la şakalaşmalarını hâlâ unutamam.

Bir gün kendisine:

— Arap Haşim! diye takılan Naci’ye:

— Aman beyefendi, demişti, bize Arap demeyi de artık Türklere bırak!

Kadıköyünde, küçük bir apartımanda oturuyordı. Az, ama kibar eşyası vardı. Kendi eliyle semaverde demlendirdiği çayı karşılıklı içtiğimiz günleri bir daha bulamadım. Kadından, şiirden, aşktan, sesi gizli bir sıtmayla yanarak konuşurdu. Onun konuşması, bildiğiniz kelimelerle bilmediğiniz bir dildir!

Bir gün, sabah Matbaasının altındaki eski vükelâ berberi Anastas’ta saçlarını kestirirken Yakup Kadri ile cümbüşlü bir konuşma yapıyorlarmış. Bir aralık berber hayretle durarak:

— Beyefendi, demiş, söylediğiniz bütün sözleri anlıyorum, ama ne söylediğinizi anlıyamıyorum!... Haşim, sevinçle:

— Yakup, demiş, bizi en iyi anlıyan adam bu!...

Onu bir gün, sevgili evinden alıp Alman Hastahanesine götürdük: Yatağından çıkmış, giyinmeğe gitmişti. Yarım saat geçmiş, gelmemişti bir türlü. Merak ile odaları dolaştık, yok. Bir de baktık ki, mutfakta: Akşamdan kalma domatesli pilâv tenceresini kaşıklıyor!

— Haşim!.. Ne yapıyorsun Haşim!... diye üstüne atılınca mahzun mahzun boynunu bükmüştü:

— Bırak Yusuf Ziya, nasıl olsa hastahanede tuzsuz kabak haşlamasından başka şey yedirmiyecekler! Sonra acı acı gülmüştü:

— Ve nasıl olsa öleceğim, bari ağız tadiyle öleyim!'

Doğru çıktı dediği. Bir aylık perhizden ve tedaviden sonra evine daha yorgun, daha perişan döndü. İlk işi kendisine şefkatle bakan tek kadınla evlenmek oldu. Ölüm döşeğinde kıyılan bu nikâhtan sonra:

— Ooooh, dedi, şimdi bahtiyarım, ben de arkamda, gözleri yaşlı bir dul bırakacağım.

YUSUF ZİYA ORTAÇ
Portreler, S. 95-98

İLGİLİ İÇERİK

ŞİİRLER

AHMET HAŞİM ŞİİRLERİ

KARANFİL - AHMET HAŞİM

BİZE GÖRE ÖZETİ - AHMET HAŞİM

SON EKLENENLER

Üye Girişi