Kullanıcı Oyu: 0 / 5

Yıldız etkin değilYıldız etkin değilYıldız etkin değilYıldız etkin değilYıldız etkin değil
 

ŞEYHOĞLU MUSTAFA HAYATI VE ESERLERİ

803 (1401) yılında yazdığı Kenzü’l-küberâ’da altmış iki yaşında olduğunu söylediğine göre 741’de (1340) doğmuş olmalıdır. Adı Mustafa’dır. Tezkireci Sehî Bey ve onu tekrarlayan birçok müellif Şeyhoğlu’nu Şeyhî’nin yeğeni Cemâlî ile karıştırmış, Türk ve Batılı araştırmacılar tarafından asırlarca tekrarlanan bu yanlış 1926’da Türk Edebiyatı Numûneleri adlı eserde (s. 193) düzeltilmiştir (bk. bibl.). Hurşîdnâme’sinde yer alan bazı beyitlerden Şeyhoğlu’nun soyunun hem anne hem baba tarafından “ulu kişiler”e dayandığı öğrenilmekte ve diğer eserlerinden de “Şeyhoğlu” mahlasını bu sebeple kullandığı anlaşılmaktadır. Bazı şiirlerinde ise “İbn Şeyhî” mahlası yer almaktadır. İyi bir tahsil görerek Arapça ve Farsça öğrenen Şeyhoğlu, Hurşîdnâme’nin bazı beyitlerine göre gençliğinde zevkusafaya dalarak içkiye müptelâ olmuş, ancak sonraları bunlardan tövbe etmiştir. Önceleri Germiyan sarayında nişancılık ve defterdarlık hizmetinde bulundu. Mehmed Bey ve Süleyman Şah devirlerini idrak etti. Ayrıca gençliğinden itibaren Paşa Ağa b. Hoca Paşa’nın himayesini gördü ve ihsanlarına nâil oldu. Hurşîdnâme’yi Germiyan Beyi Süleyman Şah adına yazmaya başladıysa da onun ölümü üzerine eseri Yıldırım Bayezid’e takdim ederek hükümdarın çevresine girdi. Bu durum, Şeyhoğlu Mustafa ile Sadreddin Şeyhoğlu’nun aynı kişi olması ihtimalini kuvvetlendirmektedir. Nitekim Zeynep Korkmaz müellifin bir adının da Sadreddin olduğunu bazı delillere dayanarak ileri sürmüştür (bk. bibl.). Şeyhoğlu’nun 1401 yılından sonraki hayatı hakkında bilgi yoktur. Son eseri olan Kenzü’l-küberâ’da Yıldırım Bayezid’e geniş yer ayırıp onu örnek hükümdar göstermesinden Ankara Savaşı’ndan önce Osmanlı sarayında bulunduğu neticesi çıkarılabilir. Abdülvâsi Çelebi’nin 817’de (1414) yazdığı Halîlnâme’deki, “Bu Kadıoğlu övse şâhı muhkem/Düşer Şeyhoğlu’na kim ola epsem” beytinden hareketle onun bu tarihte hayatta bulunduğu söylenebilir. İsmail Hakkı Uzunçarşılı, Şeyhoğlu Mustafa’nın 816 (1413) yılında vefat ettiğini belirtir (Osmanlı Tarihi, I, 526). Kabrinin nerede olduğu belli değildir.

Şeyhoğlu Mustafa âlim ve sanatkâr kimliğiyle dikkat çekmektedir. Fakat çağdaşı şairlerden Ahmedî onu kendisine rakip görerek beğenmez, hatta şiirlerinin çeviri olup bir kısmının intihale dayandığını söyleyerek onu küçümser. Ancak Şeyhoğlu, eserlerinin herkes tarafından okunup anlaşılmasını amaç edinen bir sanatkârdır ve bundan dolayı didaktik yönü ağır basmaktadır. Kenzü’l-küberâ’nın açık ve samimi dili daha sonra gelişecek olan Türk nesrine temel teşkil etmiştir ve Sinan Paşa’yı müjdelemektedir. Bazı şiirleri vezin, kafiye, söyleyiş ve akıcılık bakımından XVI. yüzyılın gelişmiş şiirine benzer niteliktedir. Şiirlerinde aşk konusunu en içli şekilde işleyen, güzeller ve güzellikler için uygun ifadeler bulan Şeyhoğlu Mustafa sanat gayesi gütmekle birlikte halk diliyle yazmış, Türkçe’yi en doğal biçimde kullanmaya çalışmış, şiiriyle daha sonraki şairleri etkilemiş, eserlerinde halk tabirlerine ve atasözlerine geniş yer vermiş ve eserlerini Türkçe yazmakla övünmüştür. Şeyhoğlu’nun nesir ve şiir dili Darîr’den üstündür. Daha çok dönemin şairlerinden Ahmed-i Dâî ile benzerlik gösterir. Bir divanı olmayan Şeyhoğlu’nun Hurşîdnâme’sinde yirmi üçü gazel olmak üzere otuz altı manzumesi yer almaktadır.

Eserleri.

1. Merzübânnâme Tercümesi. Mensur hikâye ve masallardan oluşan, Kelîle ve Dimne türü bir eserdir. İlk müellifi Mâzenderanlı Merzübân b. Rüstem olup eseri Sa‘deddin Verâvînî yeniden kaleme alarak Azerbaycan Atabegi Ebü’l-Kāsım Rebîbüddin’e ithaf etmiş, Şeyhoğlu kitabı Germiyan Beyi Süleyman Şah’ın emriyle Türkçe’ye çevirmiştir. Aslı dokuz bölüm (bab) olan eserin tercümesine Şeyhoğlu bir bölüm daha ekleyerek eserinin adını Düstûr-ı Şâhî koyduğunu belirtmiştir. Kitabı bir dil incelemesiyle birlikte yayımlayan Zeynep Korkmaz (Marzubānnāme Tercümesi, Ankara 1973) Farsça ve Türkçe metinleri karşılaştırarak Şeyhoğlu’nun tercümede bazı hikâyeleri atladığını tesbit etmiştir. Merzübânnâme Tercümesi’nden ilk defa söz eden A. Zajaczkowski eserin Varşova Üniversitesi İslâm Eserleri Kütüphanesi’ndeki nüshasını tanıtmıştır. 1944 yılında II. Dünya Savaşı sırasında yanan bu nüsha dışında eserin tek yazması Berlin Devlet Kütüphanesi’nde bulunmaktadır. Altmış dokuz yaprak olan bu nüshanın baş tarafı eksiktir (Türklük, I/1 [1939], s. 6).


2. Hurşîdnâme (Hurşîd ü Ferahşâd). 789’da (1387) kaleme alınan 7903 beyitlik bu mesnevi bir aşk hikâyesidir. Müellif bu eserinde çağdaşı bazı yazarlar gibi nazım dili olarak Türkçe’nin elverişsizliğinden uzun uzun şikâyet eder. Şeyhoğlu, “Ki Türkî nazm edem bir hoş hikâyet/Arab’dan nitekim oldu rivâyet” derse de Arapça kaynaklarda böyle bir hikâyeye rastlanmaz. Birbirini görmeden âşık olan Mağrib padişahının oğlu Ferahşâd ile Acem Şahı Siyâvuş’un kızı Hurşîd’in rakipler yüzünden çıkan engeller dolayısıyla geçirdikleri maceraların ve bunların sonunda kavuşmalarının anlatıldığı eserde kişiler İslâmî bir hüviyete sahiptir. Şeyhoğlu mesnevisinde örf ve âdetlere, saray teşrifatına geniş yer vermiş, benzer aşk mesnevilerinde olduğu gibi eserini kahramanlarının ağzından söylediği gazellerle süslemiştir. Hurşîdnâme Hüseyin Ayan tarafından neşredilmiştir (bk. bibl.).

3. Kābûsnâme Tercümesi. Şeyhoğlu’nun Germiyan Beyi Süleyman Şah’ın emriyle Ḳābûsnâme’yi Farsça’dan Türkçe’ye çevirdiği Kahire Devlet Kütüphanesi’nde (eski Hidiviyye) bulunan bir yazmadan anlaşılmaktadır (Korkmaz, TDAY Belleten [1966], s. 270-271).


4. Kenzü’l-küberâ ve mehekkü’l-ulemâ. Hayatının sonlarına doğru Paşa Ağa b. Hoca Paşa adına kaleme aldığı, siyaset ahlâkına dair bu eserinde müellif, Germiyan ve Osmanlı saraylarındaki tecrübelerini aktarırken bu alanda yazılan diğer kitaplardan da faydalanmıştır. Şeyhoğlu şeriatın unutulduğunu, büyüklerin yoluna uyulmadığını ve âlimlerin sustuğunu görerek eserini yazma ihtiyacı duyduğunu belirtir. Eserde peygamberlerden ve geçmiş padişahlardan örnekler verilmiş, devlet idaresiyle ilgili terim ve deyimler kullanılmıştır. Osmanlılar’ın bir taraftan Avrupa’ya açıldığı fetihler devrinde, diğer taraftan Ankara Savaşı’nın eşiğine gelindiği bir zamanda kaleme alınan Kenzü’l-küberâ, Yûsuf Has Hâcib’in Kutadgu Bilig’inden sonra yazıldığı bilinen ikinci siyasetnâme olması yanında devlet ve toplum idaresiyle ilgili verdiği bilgiler açısından kuruluş devri için önemli bir kitaptır. Dört bölüm (bab) halinde yazılan eserin “Padişahlar ve beyler gidişinde” başlığını taşıyan birinci bölümünde padişahın kendi arzularına uymaması, işleri hak fermanına göre yürütmesi, tebaasını gözetmesi, ilme önem vermesi, zalimleri zulümlerinden, fâsıkları fısklarından menetmesi gerektiği belirtilir. İkinci bölüm, “Padişahların sîretlerinde ve hâletlerindeki her taifeyle ne resme muamele etmek gerek ve cemî-i halka nicesi şefkat göstermek gerek”, üçüncü bölüm “Vezirlerin ve kalem ehlinin ve nâiblerin revişin beyan eyler”, dördüncü bölüm “Ulemâ revişinde müftülerden ve kadılardan ve vâizlerden” başlıklarını taşımaktadır. Son bölümde ilimlere dair bir tasnife yer verilmiştir. Eserin bundan sonraki kısmında “tenbih”ler bulunmaktadır. Şeyhoğlu toplum içinde yer alan “güzîn, nârin, nâzenin, şerif ve zarif” birkaç taife sayesinde devlet ve milletin ayakta durduğunu belirtmektedir. Kitabını herkesin okuyup okutmasını isteyen müellif eserinin telif olduğunu söylemekle birlikte Necmeddîn-i Dâye’nin Mirṣâdü’l-ʿibâd’ından tercüme edildiğini ileri sürenler vardır. Orhan Şaik Gökyay da eseri çeviri diye zikretmiştir. Kitabın aslının Necmeddîn-i Dâye’nin eserinden alındığı, fakat müellifin Germiyan ve Osmanlı saraylarındaki tecrübe ve müşahedeleriyle zenginleştirilip geliştirildiği söylenebilir. Eserdeki şiirlerin büyük bir kısmı Hurşîdnâme’den aktarılmış, bazıları ise Elvan Çelebi, Gülşehrî, Hoca Dehhânî, Hoca Mesud, Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî ve Yûsuf Meddâh gibi şairlerden alınmıştır. Dil özellikleri bakımından Eski Anadolu Türkçesi’nin önemli bir metni olan eserin transkripsiyonlu metni, edebiyat ve dil açısından yapılan bir incelemeyle birlikte Kemal Yavuz tarafından yayımlanmıştır (bk. bibl.). (KEMAL YAVUZ, İSLAM ANS. TDV.)

Hurşîdnâme'nin özeti şudur:

Acem şahı Siyavuş'un bir kızı dünyaya gelir. Hâlbuki o, erkek çocuk istemektedir. Bu sebepten, bir de bakıcılar bu kızın kendilerine uğursuzluk getireceğini söylediğinden Siyavuş bebeğin öldürülmesini ister. Fakat annesi onu bir kale dizdarına emanet ederek gizlice bakılmasını, büyümesini sağlar.

Hurşîd adındaki bu kız, çok güzel olmaktan başka, ok atar, sporcu, güreşçi ve cenkçi olarak da yetişmiştir.

Hurşîd'in güzellik şöhreti Magrib diyarına kadar yetişir. Bu ülkenin şehzadesi Ferahşâd bu efsane güzelin peşine düşer, ona şiirler yazar, cevaplar alır, görüşmeye başlarlar.

Öte yandan, Boğa Han adlı Tatar şahı da, Hurşid'e âşık olur. Siyavuş'un kızını ister. O kabul etmeyince savaş başlar. Hurşid-hanım, Boğa Han'la bizzat vuruşarak onu öldürür.

Mısır hükümdarı Tûs'un oğlu Behram da bu güzel kıza âşık olur. Siyavuş'tan onu ister, fakat dileği reddedilir. Onunla da savaş başlamak üzre iken iş kadıya intikal eder. Kadı "Kızın gönlü kimde ise ona verilmesine" hükmeder. Hurşid ile Ferahşâd evlenirler.

Bu aşk destanından kısa parçalar

(Babası Siyavuş Şah, kızının kalede kapalı olduğunu işitince, hem öfke hem hasretle onu görmeye gidiyor)

Birezden gördüler hışmile sultân
Çıkageldi elinde tîg-i üryan

Balından tatlı olmadan damağı
Acısından halel buldu dimağı

Yüreği düpdübünden sarsılır yir
Acısından bulamaz duracak yir

Siyâvuş ol gice ay gibi gitdi
Sehergâh olmadan Hurşîd'e yitdi

İrişdi kaleye kapuda durdı
Gelüben kulları tapuda durdı

Çağırdılar kapuya geldi dizdar
(İninden padişahı bildi dizdar

Uçurdı lerze endamına düşdi
Belânun arısı başına üşdi

İçerü girdi kullariyle sultân
Buyurdı kapuya başlatdu der- bân

Şâhinşâh ol dem at üstinde durdı
Berü gel, diye dizdâre buyurdı

Dedi: Kandadur ol besledüğün kız
Ne türlüdür getür bir görelim biz

Yüzin görmemişem hiç doğalı
Siz alup bu hisar içre agâh

Nitek'olur müneccimler yalancı
Uyup onlara gizleldüm bu genci

Çü fırsat şimdidür gelsün görelim
Kimseye sezmeden şehre varalım

Demidür hasrete hasret kavuşsın
Aradan furkat ü zahmet savuşsın


Hurşîd'in odasında Musikî Meclisi

İçerü girdi birkaç karavaşlar    
Yanakda Cinler ü bende Habeşler   

Aceb öğüm midür yoksa düşüm mü?
Didi: Şah’a bu işler Öğüşüm mü?

Ağular içmişem hicran elinden
Yir isem dün ü gün vuslat balından

Hıta yüzlü Huten gözlü tamamı
Acem gözlü Arab tuzlu harami

Çü saz avazın işitdi Ferahşâd
Firak u ışk u derdin eyledi yâd

Gözinden katre katreyaş akıtdı
 Bir ah itdi ve derhal usu gitti.

ÇÜ Hurşîd anu gördi dutdı yaşın
Nikab ııcıyla sildi gözi yaşın

Durup gül yüzine gülsuyu sacdı
Ögin dirdi ve nerkis gözün açdı.

Hele Hak Tanrıya çok şükr ü minnet
Ki zahmetler sonuna oldu rahat

Sen oldun dest-girî ben fakirün
Ki kadir Tanrı olsun dest-gîrün

İşaret kıldı mutrıblara hatun
Ki nesne ideler masnu'u mevzun


Hurşidnâme'nin Bitişi (Temmet)

İki baştan benum aslum uludur    
Kamusı devlet issi bahtludur.    

Kamu Um issi fâhir begler idi    
Ki dini, canı gibi yigler idi    

Gögercinler rebâbı düzmiş idi
Çekâçek cenge can uydurmuş idi

Güzeller bağ u sahra dolmış idi
Cihan sanki uçmağ olmış idi

Akıtdılar ağızlardan şekerler
Çü söze başlardı ol şevegerler

Çü dürlü nağme ile ün çekerler
Ne şekker, herbiri dürler dökerler

Serâgâz Udiler "Uşşak" evinde
Bu şi'r okındu ol müştak evinde

Tamâmı bezi ü fazl issi müselmân
Tamâmı hayr u ihsan issi insân

Hakk'a gitdi bunlar iylikleriyle
Ben uş koldum cihanın yükleriyle

Çü şimdi elliye yaklaştı yaşum
Niçün yüz dökmeye bir yumsa yaşum

Yılumdur yedi yüz seksen dokuzda
Ki taht kurmış idi hurşid öküzde

Balık sular yuzinde oynar idi
Kara deniz dibinden kaynar idi

Koyunlar kuzuların salmış idi
Atın eyreği terci' olmış idi

Tuti gelmiş ü turna gitmiş idi
Ebâbilün kanadı bitmiş idi

Çiçekler basmış idi her budağı
Sunardı goncasından gül, dudağı

Ki rahmet yağmurın dökerdi nisan
Yılan ağu bulurdı inci umman

Tebessüm kılmaz idi nesteren gül
Terennüm düzmiş idi türlü bülbül

Hep ırmaklar akar sankim lirâvan
Zümürrüd ark içinde âb u hayvan

Seher kuşları her-dem dem idi
Gice her sırra mahrem şebnem idi

Rebiü'levvele âhirdi zahir
Ki bu HURŞİDNÂME oldu âhir

Yazanı, okıyanı ve düzeni
İrişüp bu denizde dür süzeni

İlâhî, fazlun ve yarlıgagıl
Buları rahmet eliyle sığagıl

Muradum bunca sözlerden duadur
Duadur ol ki her derde devâdur

Onuncun çekmişemdir dürlü zahmet
Diyeler cânuna ŞEYH OGLI rahmet

Beni her kim dua ile ana ol
Hudayâ, lütf u rahmet kıla bol

Eğer biz âsiyüz rahmet senündür
Eğer biz suçluyuz mürvet senündür

Keremden yâ Kerim, eyle keremler
İrişdür türlü derde türlü emler

Açıklama
Tıg-i üryan: yalın kılıç-lerze: titreme halel: Bozulma, kargaşa -Derbân: kapıcı-Nitek'dir: Nitekim, müneccimler (yıldız bakıcılar) yalancı olur derler- Gene: Hazine ve genç kız anlamlarına tevriye- Karavaş: Cariye- Hıtâ yüzlü Huten gözlü: Türkistan çehreli ve oralılar gibi çekik gözlü- Dürr-i rânâ: İri, seçkin inci- Dükeli: Hepsi, her biri- Hûb ve ziba: güzel ve süslü- Harami: vurucu, eşkıya- usu gitti: Aklı gitti-Nikab: Peçe, yaşmak- Destgîr: elinden tutan- Mutrıblar: Çalgıcılar- masnu ve mevzun: süslü ve vezinli- Ün çekmek: Ses çıkarmak- Müştak: hasret çeken- Uşşak: Türk musikisinde bir makam, aynı zamanda âşıklar anlamına tevriye-Devlet issi bahtulu: Devlet sahibi ve bahtlı, mutlu- Fahir: vakarlı, Övülen- Hurşid, öküz'de: güneş öküz burcunda- dür; İnci- Sığamak: meshetmek, okşamak- Huda-yâ: Ey Allah'ım!- Em: İlaç

AHMET KABAKLI, TÜRK EDEBİYATI TARİHİ, 2.CİLT

SON EKLENENLER

Üye Girişi