Kur'an-ı Kerim okurken birçok yerlerinde "sünnet" sözlerine tesadüf edersiniz. Evet. Mesela: Mü'min süresi, 85. ayet, Ahzab süresi,62. ayet. Fatır süresi, 43. ayet gibi daha birçok Ayet-i Kerime de hep bu sünnet kelimelerini okursunuz. İlahi kitaptaki sünnet, Resulullahın sünneti değildir. Peygamberimizin sünneti cümlemizin malumu. Kur'an'ın sünneti ise Cenabı Hakk'ın ezeli ve ebedi olan kanunu demektir. Evet, Allahu ZüIcelal'ın bu âlem hakkında koyduğu birçok kanunları var: Cansızlarda, bitkilerde, hayvanlarda, yıldızlarda, aylarda, güneşlerde, dağlarda, denizlerde, yerlerde, göklerde; kısacası bizim bildiğimiz, bilmediğimiz ne kadar yaratık varsa bunların hepsinde ayrı ayrı kanunlar caridir. Bu kanunlar Allah tarafından konduğu için, insanların yaptıkları kanunlar gibi ömürsüz değildir. Ta ezelde, Allah'ın dilemesi ile yaratılan bu hükümlerin, bu ahkâmın, bu kanunların hiç bir maddesi, hatta hiç bir kelimesi, hiç bir noktası değişmez. Bunun böyle olduğunu Kitabullah'ta bize açıkça bildiriyor.
Şimdi diğer yaratıklarda, diğer âlemlerde hâkim olan Allah'ın kanunlarına, yani Cenabı Hakkın ezeli ve ebedi kanunlarını bir tarafa bırakalım da yalnız insan kümeleri, beşer yığınları demek olan milletler, ümmetler üzerinde hükmünü süren İlahi Kanununu tetkik edelim: Evet, milletlerde cari olan bir kanunun mahiyetini biz Müslümanlar, doğrudan doğruya, Cenabı Hak'tan yani O'nun, bize gönderdiği Kitab-ı Hakiminden öğreniyoruz: İslam ümmetinin dünyada, ahirette felahını, kurtuluşunu, saadetini, refahını, servetini sağlayan ilahi emirler yok mu, işte onların her biri Allah'ın bir sünneti yani bir kanunudur.
“Ayrılık, gayrilik hislerinde uzak olunuz.” (Ali İmran Suresi,103)
"Ey Müslümanlar! Birbirinize girmeyiniz. Sonra kalblerinize meskenet, korkaklık, acz, bezginlik çöker de devletiniz, saltanatınız, şevketiniz, kudretiniz, kuvvetiniz hepsi elinizden gider. Sebattan, azimden kat'iyyen ayrılmayınız." (Enfal suresi,46.ayet)
İşte bunlar gibi 'birçok öğütler, 'birçok emirler vaki, milleti yaşatmak, dini yaşatmak istersen bunların gereğine uygun hareket etmekliğimiz zaruridir. Demek, milletlerin hayatı, geleceği, istiklali, mahkûmiyetten selameti için aralarında vahdet hüküm sürmesi lüzumu bir ilahi kanunmuş!
Ey cemaati müslimin!
Milletler topla, tüfekle, zırhlı ile ordularla, tayyarelerle yıkılmıyor, yıkılmaz. Milletler ancak aralarındaki bağlar çözülerek, herkes kendi başının derdine, kendi havasına, kendi menfaatini temin etmek sevdasına düştüğü zaman yıkılır. Atalarımızın "kale içinden alınır" sözü kadar büyük söz söylenmemiştir. Evet, dünyada bu kadar sağlam, bu kadar şaşmaz bir düstur yoktur. İslam Tarihini şöyle bir gözümüzden geçirecek olursak güneyde, doğuda, kuzeyde, batıda yetişen ne kadar Müslüman hükümetleri varsa hepsinin tefrika yüzünden, aralarında çıkan fitneler, fesatlar, nifaklar, geçimsizlikler yüzünden istiklallerine veda ettiklerini, başka milletlerin esareti altına girdiklerini görürüz. Emeviler, Abbasiler, Fatımiler, Endülüslüler, Gazneliler, Moğollar, Selçuklular, Mağribiler, İraniler, Faslılar, Tunuslular, Cezayirliler... Hep bu ayrılık, gayrilik hislerine kapıldıkları için saltanatlarını kaybettiler. Biz Osmanlı Müslümanları, dünyanın üç büyük kıt'asına hâkimdik. Koca Akdeniz, koca Karadeniz, hükmümüz altında bulunan koca koca memleketlerin ortasında birer göl gibi kalmıştır. Ordularımız Viyana önlerinde gezerdi. Donanmalarımız Hind denizlerinde yüzerdi. Müslümanlık bağı, ırkı, iklimi, lisanı, adetleri, ahlakı, büsbütün başka olan birçok kavimleri birbirine sımsıkı bağlamıştı. Boşnak İslavlığını, Arnavut Latinliğini, Pomak Bulgarlığını... Kısacası her kavim kendi kavmiyetini bir tarafa atarak Müslüman halifesinin etrafında toplanmış, Kelimetullahı yükseltmek için canını, kanını, bütün varını güle güle, koşa koşa feda etmişti.
Fakat sonraları aramıza Avrupalılar, tarafından türlü türlü şekiller, türlü türlü isimler altında ekilen fitne, tefrika, fesat tohumları bizim haberimiz bile olmadan filizlenmeye, dallanmaya, budaklanmaya başladı. O, demin söylediğim bağ gevşedi. Artık eski kuvveti, eski tesiri kalmadı. Kalemizin içinden sarsılmaya yüz tuttuğunu gören düşmanlar, kendi aralarında birleşerek; yani biz Müslümanların memur olduğumuz vahdeti, onlar vücuda getirerek, birer hücumda yurdumuzun birer büyük parçasını elimizden alı alıverdiler. Bugün bizi, Asya’nın bir ufak parçasında bile yaşayamayacak hale getirdiler.
Size bir vak'a anlatayım: Mısr-ı ülyada dolaşıyordum. Orada aklı başında bir müslümanla görüştüm. Konumuz İngiliz siyasetine intikal etti. Dedim ki:
— Şaşıyorum onbeş milyonluk koca Mısır'da, İngiliz askeri olarak pek az kuvvet gördüm. Nasıl oluyor da bu kadarcık bir ülke muhafaza edilebiliyor? Bu sual üzerine o kişi dedi ki:
— İngiliz ricalinden biri ile samimi görüşürdük. Sizin aklınıza geleni ben de düşünmüş de herife demiştim ki:
—Günün, yahut senenin birinde Osmanlı hükümeti, kırk-elli bin kişilik bir ordu tertip ederek Mısır'a sevk edecek olursa, siz İngilizler ne yaparsınız?
— Hiç bir şey yapmayız. Savunma imkânı, olmadığı için Mısırlarını kendilerine teslim eder çıkarız. Yalnız şurasını iyi biliniz ki, biz İngilizler hiç bir zaman Osmanlıların Mısır'a kırk bin kişi değil, kırk kişi sevk edebilecek derecede yakalarını, paçalarını toplamalarına meydan bırakmayız. Memleketlerinde bitmez, tükenmez mes'eleler çıkarırız. Onlar, birbirleriyle uğraşmaktan göz açamazlar ki, bir kere olsun Mısır'a 'dönüp bakmaya vakit bulabilsinler.
Ey cemaati müslimin!
Gözünüzü açınız; ibret alınız. Bizim hani senelerden beri kanımızı, iliklerimizi kurutan iç mes'eleler yok mu: Havran mes'elesi, Yemen mes'elesi, Şam mes'elesi, Kürdistan mes'elesi, Arnavutluk mes'elesi.
Bunların hepsi düşman parmağı ile çıkarılmış meselelerdir. Onlar öyle olduğu gibi bu günkü Adapazarı, Düzce, Yozgat, Bozkır, Biga, Gönen, Konya isyanları da hep o mel'un düşmanın işidir. Artık kime hizmet ettiğimizi, kimin hesabına birbirimizin gırtlağına sarıldığımızı anlamak zamanı zannediyorum ki gelmiştir. Allah rızası için olsun aklımızı başımıza toplayalım. Çünkü böyle düşman hesabına çalışarak elimizde kalan şu bir avuç toprağı da verecek olursak çekilip gitmek için arka tarafta bir karış yerimiz yoktur. Şimdiye kadar düşmana kaptırdığımız koca koca memleketlerin halkı hicret edecek yer bulabilmişlerdi. Allah saklasın biz, öyle bir akıbete mahkûm olursak başımızı sokacak bir delik bulamayız.
Zaten düşmanlarımızın tertip ettikleri barış şartları bizim için dünya yüzünde hayat hakkı, hayat imkânı bırakmıyor. Bu sefer Anadolu'nun bir hayli kısmını yeniden dolaştım; halkın fikrini yokladım. Baktım ki, zavallıların bir şeyden haberleri yok. Gerçi daha çok aydın geçinen takım hu şartların pek ağır olduğunu biliyor. Lakin ilimIeri son derece az. Halk ise hiçbir şeyden haberdar değil. Zannediyorlar ki, memleketin kenarları, yani Hicaz gibi, Bağdat gibi bir, iki yer elimizden çıkmakla iş olup bitecek; Rumeli, İstanbul, Anadolu, Suriye yine bizde kalacak. Artık çiftçi çiftiyle, çubuğuyla; esnaf sanatıyla, dükkânıyla; ulema medresesiyle, mektebiyle; tüccar alışıyla, verişiyle meşgul olacak...
Heyhat! Düşmanlarımız, bizi ne hale getirmek için geceli-gündüzlü çalışıyorlar. Biz ise hala ne gibi hayallerle kendimizi avutuyoruz! Allah rızası için olsun şu andlaşmanın bizim hakkımızdaki maddelerini okuyunuz. 0kumak bilmiyorsanız birisine okutunuz da dinleyiniz. Allah korusun, onu kabul ettiğimiz gün acaba nemiz kalıyor? Bir kere Rumeli'nde hiç bir alakamız kalmıyor. Çatalca istihkâmları da dâhil olduğu halde denizin öbür yakasındaki memleketler kâmilen gidiyor. Halifemiz İstanbul'dan çıkarılmıyor. Lakin kendisine yalnız – tıpkı Roma' daki Papa gibi - yedi yüz asker bulundurmak hakkı veriliyor. Gerçi Müslümanlar İstanbul'dan bu sefer kovulmuyor. Çünkü İngilizler Hind Müslümanlarının galeyanından çekiniyor. Bununla beraber Yunanlılar Çatalca İstihkâmlarına sahip olacakları için tabiidir ki, Çekmece civarına istedikleri kadar asker yığarlar. Avrupa ahvalinde bir karışıklık zuhur ettiği gibi İstanbul'u alıverirler.
O zaman İngilizler Hindlilere:
—Ben halifenizin memleketini sizin hatırınıza hürmeten kendisine bırakmıştım. .Ama ne yapayım, koruyamadı. Yunanlılar da istila etti! Der. Şimdi bir sual varit olacak:
—Neden İngilizler İstanbul'u doğrudan doğruya kendisine almasın da Yunanlılara versin? İngilizlerin bu kadar büyümesi müttefiklerinin işine gelmiyor. Bundan dolayı payitahtımızı da alacak olursa araları büsbütün açılacak. Ancak hem Rumeli'yi, hem Aydın Vilayetini elinde tutabilmek için Yunanlılar kuvvetli birdonanmaya muhtaçtır. Bunu ise çaresiz, İngiliz’den tedarik edecek. Anlaşıldı ya İstanbul’un Yunan elinde bulunması demek, daima donanmasına muhtaç olduğuİngilizlerin elinde bulunması demektir. Rumeli'nin, İstanbul'un, Aydın Vilayetinin Yunanlılar elinde bulunması ne demektir biliyor musunuz? Oralarda tek bir müslüman kalmaması demektir. Vaktiyle eski Yunanistan ile Mora'daki halkın yarısı Rum ise, yarısı da müslümandı. Bugün o havalide tek bir dindaşımız kalmamıştır. Bu uzlaşma gereğince verilecek memleketlerde de bir müddet sonra aynı hal zuhura gelecektir. Evet, Müslüman ahali katliam ile korkutularak hicrete mecbur edilecektir.
Bu andlaşmanın takip ettiği maksat şudur: İngilizler, bizden mümkün olduğu kadar fazla adam öldürtmek, kendisinden son derece az insan harcatmak istiyor. O sebepten, bir taraftan Rum, Ermeni çeteleri teşkil edecek; bunlara para, silah dağıtarak Türkler arasında katliam yaptıracak. Diğer taraftan da Müslümanlar, Türkler arasından para ile yahut kandırarak adamlar bularak bizi birbirimize doğratacaktır ki, bu zaten olup duruyor. İşte düşmanın Anadolu'nun iç taraflarında çıkarttığı isyanları bastırmak için biz, İzmir-Balıkesir cephesindeki kuvvetimizi azaltmaya mecbur olduk da Yunanlılar burnumuzun dibine kadar sokuldular.
Allah korusun, andlaşmayı kabule mecbur olduk mu Anadolu'da asker besleyemeyeceğiz. Yalnız bir miktar jandarma kuvveti bulundurabileceğiz. Bu jandarmalar içinde külliyetli miktarda Rum, Ermeni, Yahudi bulunacak. Subayların yüzde on beşi ki, tabii hep yüksek rütbeliler olacaktır, ecnebiden gelecektir. Anadolu mıntıka mıntıka ayrılıp her mıntıka bir ecnebi subayın eline verilecektir. Mesela Karadeniz sahilleri mıntıkasındaki İngiliz subayı bütün inzibat kuvvetlerine kumanda edecek. O zaman istediği gibi Rum, Ermeni çeteleri vücuda getirerek Müslümanların üzerine saldıracaktır. Nitekim bu usulü İngilizler Kars'ta, Ardahan' da; Fransızlar, Adana'da, Maraş'ta pek güzel tatbik ettiler.
Bilirsiniz ki, Anadolu'nun iki mühim iskelesi vardır:
Biri İstanbul, biri İzmir, Elimizdeki üç buçuk tren hattı bu iki limanda nihayet buluyor. Şimdi İstanbul sözde bize bırakılıyorsa da oranın idaresi, gümrükleri, vergileri, zabıtası kâmilen başka ellerde, yani bizim dâhil almadığımız bir komisyonun elinde bulunuyor. Bu komisyon da tabii İngiliz hâkim olduğundan bizim ihracatımıza, ithalatımıza istediği gibi müşkülat çıkaracak. Gümrük tarifesini, liman tarifesini ona göre tertip ederek Anadolu'daki Müslüman tüccarı tamamıyla iflas ettirecek. Zaten mütarekeden beri İstanbul'daki Müslümanların ticaretine el altından hep böyle güçlükler çıkarılmıştır. Bundan maksat ise Müslümanları fakir, sefil bırakarak bütün âleme, bilhassa Hind'deki dindaşlarımıza:
—İşte görüyorsunuz a, sizin gayretini gütmekte olduğunuz Türkler ne kadar kabiliyetsiz insanlardır! Demektir.
Bu andlaşma gereğince devletimizin bütçesi İngiliz, Fransız, İtalyan delegelerinden meydana gelen bir komisyon tarafından tertip olunacaktır. Bu komisyonda bizden bir adam bulunacaksa da rey sahibi olamayacaktır. Yani İngiliz, bu komisyonda istediğini yaptıracaktır. O halde verdiğiniz vergiler hep Rumların, Ermenilerin menfaatine sarf olunacaktır.
İngilizler Mısır'da ahali cahil kalsın diye Müslümanlara hiç bir mektep açtırmamıştır. Hindistan'da da aynıyla davranmıştır. Biz de Mısırlılar gibi olacağız. Yalnız bizim, Mısırlılardan bir farkımız var ki, onlar gibi kâmilen Müslüman değiliz. İçimizde Rumlar, Ermeniler var. Onların çocukları, bizim paramızla mektepler açıp okuyacaklar, adam olacaklar. San'atı, ticareti, ziraati kâmilen ellerine alacaklar. Bizden yalnız ırgat yetişebilecek.
Gelelim anlaşmalar meselesine: