İşe bakın ki, "Kudüs velev ki İngilizlerin eline geçmiş olsun, velev ki bu memleketin düşman eline geçmesi, bu cephenin bozulması yüzünden savaş, bizim hesabımıza kaybolsun, tek Müslümanların elinde, Türklerin elinde kalmasın da, hasmımız da olsa dindaşımız olan İngilizlerin eline geçsin" diyerek Viyanalılar şehir ayini yaptılar. Evlerini donattılar. Bu maskaralığı engelleyip yakılan elektrik fenerlerini söndürünceye kadar Avusturya hükümetinin göbeği çatladı. Artık taassubun hangi tarafta, hürriyetin, müsamahakârlığın hangi tarafta olduğunu bu misallerle de anlamazsanız kıyamete kadar anlayacağınız yoktur.
Avrupalıları, Amerikalıları dinsiz derler. Size bir hakikat daha söyleyeyim mi? Dünyada din ile en az mukayyet olan bir memleket varsa o da bizim memleketimizdir. Bugün cuma olduğu halde, Kastamonu'nun en şerefli bir camisinde görüyorsunuz ya kaç saflık cemaat bulunuyor!
Dünyanın en mamur, en ilerlemiş, en yeni memleketi olan Berlin'de pazar günü, büyük kiliseler hıncahınç doludur. Hem kiliseleri dolduran cemaati halktan ibaret zannetmeyin. Bütün kibarlar, zenginler, milletin münevver dediğimiz tabakasına mensup adamlar, temiz temiz giyinmiş. Halk bu cemaati teşkil eder. İngiltere'ye gidiniz. Şayet cumartesi gününden etinizi, ekmeğinizi tedarik etmezseniz pazar günü aç kalırsınız. Çünkü kıyamet kopsa, dini bir gün olan pazar günlerinde hiç bir dükkânı açtıramazsınız. İngilizler duasız sofraya oturmazlar, duasız sofradan kalkmazlar.
Rumeli zenginlerinden bir adam tanırım ki, ziraat tahsili için yetişmiş bir oğlunu Amerika'ya göndermişti. Çocuğun kendi ağzından işittim. Diyordu ki:
— Memleketin acemisiyim. Lisanlarını layıkıyla bilmiyorum. Newyork'ta bir otelde bulunuyordum. Gece canım sıkıldı. Oturduğum odada bir piyano vardı. Azıcık şunu tıngırdatayım dedim. Sazın perdeleri üzerinde parmaklarımı hafifçe gezdiriyordum. Aradan iki-üç dakika henüz geçmemişti ki, odanın kapısına yumruklar inmeye başladı. N e oluyoruz diye kapıyı açtım. Bir de baktım ki, otelcinin karısı hiddetinden ateş kesilmiş, bana alabildiğine sövüyordu. Karı, benim ne barbarlığımı, ne saygısızlığımı, ne ahlaksızlığımı, kısacası hiç tutar bir yerimi bırakmadı. Meğer o gece Hıristiyanların ulularından, yani velilerinden birisinin gecesiymiş. O geceyi, o veliye hürmeten ibadetle geçirmek icap edermiş! Piyano çalmak, Allah saklasın küfür derecesinde günahmış!
Arttık karıya memleketin acemisi olduğumu, bu hatanın benden, kastım olmaksızın meydana geldiğini, anlatıncaya kadar akla karayı seçtim.
Ey cemaati Müslimin!
Bizim diyarda cuma namazı kılınırken tavla şakırtıları; sarhoş naraları duyulduğu nadir vak'alardan değildir, zannederim.
Görüyorsunuz, herifler dinlerine nasıl sarılmışlar; dine bağlılık meselesinde ne kadar ileri gitmişler! Bu da sebepsiz değil. Çünkü onların doğar doğmaz beşikte, biraz büyüyünce eşikte dini, milli telkinat ile kulakları dolar. Müslümanlara karşı husumet, düşmanlık hisleri her fırsattan faydalanılarak, kendilerine verilir. Kendi cinslerinden, kendi dinlerinden, kendi renklerinden olmayan insan yaratıklarının insan sayılamayacağı, bunların kafalarına iyice yerleştirilir. O sebepten bir Avrupalının, bir Amerikalının bir Doğuluyu hele, bir müslümanı sevmesine imkân yoktur. Ressamları meydana getirdikleri türlü türlü resimlerle, şairleri şiirlerle, hikâyecileri gayet maharetle yazılmış romanlarla, siyasileri gazetelerle hep onların, bu hislerini canlandırır dururlar.
Anlıyorsunuz ya, biz nasıl yetişiyoruz, onlar nasıl yetiştiriliyor. Lakin bu heriflere karşı olan düşmanlığımızı hiç bir vakit onların ilimlerine, fenlerine, sanatlarına sıçratmamalıyız. Çünkü medeniyetin bu kısımlarında onlara yetişemezsek yaşamamıza; bize Allah'ın emaneti olan İslam Dinini yaşatmamıza imkân yoktur. Biz Müslümanlar, bin tarihinden itibaren çalışmayı bıraktık. Gevşekliğe, eğlenceye, ahlaksızlığa döküldük. Avrupalılar ise gözlerini açtılar; alabildiğine terakki ettiler. Görüyorsunuz ki, denizlerin dibinde gemi yüzdürüyorlar. Göklerde ordular dolaştırıyorlar. Mademki dinin müdafaası farzı ayindir. Mademki, edayı farzın mütevakkıf olduğu esbabı elde etmek farzdır. O halde düşmanlarımızın kuvvet namına neleri varsa, hepsini elde etmek için çalışmak Müslüman fertlerinin her birine farzı ayindir. Ne hacet!
"Düşmanlara karşı ne kadar kuvvet tedarik etmeye, hazırlamaya muktedirseniz derhal hazırlayınız" (Enfal Suresi 60)
Emr-i İlahisi sarihtir. Şüpheye, tereddüde, düşünmeye taşınmaya mahal yoktur. O halde ne yapacağız? Aramıza sokulan fitneleri, fesatları, bölücülükleri, komitacılıkları, daha bin türlü ayrılık, gayrilik sebeplerini ebediyen çiğneyerek el ele, baş başa vereceğiz. Hep birden çalışacağız. Çünkü bugün dünyanın, dünyadaki hayatın tarzı büsbütün değişmiş. Yalnız başına çalışmakla bir şey yapamazsınız. Toplar, tüfekler, zırhlılar, trenler, limanlar, yollar, uçaklar, vapurlar. Kısacası düşmanları bize üstün çıkaran, yarım milyar müslümanın bir kaç milyon firenke esir olmasını temin eden sebep ve vasıta ancak cemiyetler, şirketler tarafından meydana getirilebilir. Demek Müslümanlar, Allah'ın, Kitabullah'ın, Resulullah'ın emrettiği, tavsiye ettiği vahdete, birliğe; cemaate sarılmadıkça ahi retlerini olduğu gibi dünyalarını da kurtaramazlar. Her şeyden evvel vahdet, cemaat, yardımlaşma. Bir kere bunu elde edelim. Alt tarafı Allah'ın inayetiyle kolaylaşır. Bununla beraber icabında Avrupalılarla birleşebiliriz. Ancak bu birleşmek bize, hiç bir vakit onların ezeli ve ebedi düşmanımız olduğunu; her fırsattan faydalanarak bizi mahvetmek en başlı emelleri bulunduğunu unutturmamalıdır. Yani vatanımızın, dinimizin menfaati, ticaretimizin, servetimizin, refahımızın terakkisi namına icap ederse, mümkün olursa karşılıklı müşterek menfaatler üzerine bunlarla çekişe çekişe pazarlık ederek birleşiriz. Ancak bu pazarlıklarda son derece açık gözlü bulunmamız lazım gelir
Biz Müslümanlar ise maalesef gerek içimizdeki, gerek dışımızdaki yabancıların sözüne kanıyoruz da birbirimize itimat etmiyoruz. Onlardan giydiğimiz külahı kendi dindaşlarımıza, kendi kardeşlerimize giydirmek için uğraşıyoruz. Cenabı Hakk, ''Mü'minler birbirlerinin kardeşinden başka bir şey değildir" buyuruyorken, yazıklar olsun ki biz, o kardeşlikten çok uzakta bulunuyoruz. Ancak ayda, âlemde bir kere camiye, geliyoruz. Allah'ın huzurunda birleşiyoruz. Fakat namazı bitirip pabuçlarımızı koltuklayarak dışarı fırlayınca birbirimize karşı derhal ya hasım yahut hiç olmazsa bigane kesiliyoruz. Ayet-i Kerime var, birçok hadis-i şerif var ki, Müslüman fertlerinden biri, diğer dindaşlarını kendi öz kardeşi bilmedikçe, onların sevinci ile sevinmedikçe, musibetiyle, matemiyle mahzun olmadıkça tam Müslüman olamaz. İmanın kemali, cemaati müslimine sımsıkı sarılmakla kaimdir. “Müslümanların derdini kendine dert etmeyen Müslüman değildir." buyuran Resul-i Hakîm Sallallahü Aleyhi ve sellem Efendimiz Hazretleri, diğer bir hadis-i şeriflerinde buyuruyorlar ki, "dünyanın öbür ucundaki bir müslümanın ayağına bir diken batacak olsa ben, onun acısını kendimde duyarım. Bütün Müslümanlar bir araya gelerek tek bir vücudu meydana getiren muhtelif uzuvlara benzerler. İnsanın bir uzvuna bir hastalık, bir acı isabet etse, diğer uzuvların hepsi o, hasta uzvun elemine ortak oldukları gibi, bir Müslüman da diğer dindaşlarının acısına, musibetine, matemine kabil değil bigane kalamaz. Kalabiliyorsa demek ki Müslüman değil.
"Bir mü'minin diğer mü'mine karşı vaziyeti yekpare bir duvarı vücuda getiren perçinlenmiş kayaların birbirine karşı aldığı vaziyet gibidir, öyle olacaktır, öyle olmalıdır" hadis-i şerifini elbette işitmişsinizdir. Sahabe-i Kiram Rıdvanullah-i Aleyhim Ecmain Hazretleri arasındaki vahdet, yardımlaşma cümlenizin malumudur. Bu din uluları, Allah'ın en sevgili kulları, Allah'ın huzuruna cemaatle durdukları zaman saflar adeta bilinen deyimle söyleyelim sabun kalıbı halini alırdı. Birbirleriyle ok adar yapışma hâsıl ederlerdi ki, üzerindeki elbiseler daima omuz başlarından eskirdi. O muazzam saflar tek parça bir sıradağ gibi kıyam eder, öyle rükûa varır, öyle secdeye kapanırdı. Vahdetin namazdaki bu tezahürü namaz haricinde de böylece devam eder giderdi. O sayededir ki, İslam, Aleyhisselatü Vesselam Efendimizin peygamberliğinden itibaren yirmi, otuz sene zarfında dünyayı kuşatmıştı.
Hadis kitaplarını, siyer kitaplarını, İslam tarihinin sayfalarını gözden geçirince Ashab-ı Kiram arasındaki birliğe hayran olmamak elden gelmiyor.
İlahi vasıfla tasvir buyurulan o kahraman fıtratlar hakikat birbirleri hakkında ne kadar merhametkar, ne derecede rikkatli idiler. Düşmanlarına karşı ise nasıl şedid idiler.
Mü'minlere karşı hoş davranışlı, mütevazı, halim, selim, şefik, bağışlayıcı; kâfirlere karşı ise vakur, metin, mekin, şedid olmak islamın özelliklerindendir. Yazıklar olsun; biz bu özelliklerden, .bu meziyetlerden, bu büyüklüklerden mahrum olduk. Dinimizden olmayanlara karşı yapmadığımız dalkavukluk, göstermediğimiz nezaket kalmıyor. Birbirimizi ise bir kaşık suda boğmak istiyoruz. Cesaretimiz, kabadayılığımız, kesiciliğimiz hep kendi aramızda.
"Kendi kendilerine karşı oldu mu hücumları dehşetlidir. Görünürlerdeki hallerine baksan toplu bir cemaat zannedersin. Hâlbuki hepsinin yüreği başka başka hislerle çarpıyor" Mealindeki Ayet-i Celile ki münafıklar vasfındadır, bugün tamamıyla bizim halimizi gösterir oldu. Bundan ne kadar sıkılmamız icap eder, artık onu siz takdir ediniz.