KİTAPLA İLE İLGİLİ NÜKTELER - DURSUN GÜRLEK
Ne kadar gözyaşı, o kadar telif ücreti:
1930'lu yılların önemli yayıncılarından kabul edilen Tefeyyüz Kütüphanesi'nin sahibi, yayınlanmak üzere kendisine gönderilen roman müsvettelerini koltuğunun altına alır, akşamları Üsküdar'daki evine getirirmiş. Ertesi gün komşularını, ahbaplarını, onların hanımlarını ve çocuklarını evine çağırırmış. Kendilerine güzel bir ziyafet çekermiş. Bu sırada birisi, müsvette halindeki romanı sesli olarak okumaya koyulurmuş. Bir süre sonra misafirler ağlamaya, gözyaşları dökmeye başlarlarsa, o da eseri basmaya karar verirmiş.
"Akbaba"cı Yusuf Ziya Ortaç'tan öğrendiğimize göre, "Malumat Kitabevi"nin sahibi olan iki beyefendi hiç okuma yazma bilmiyorlarmış. Anlayacağınız, yayınevinin, adı "Malûmat"mış ama bu beylerin hiç malûmatları yokmuş.
İşte bu iki kişi, yazarların yayınlatmak amacıyla getirdikleri romanları, akşam dükkân kapandıktan sonra yanlarında çalışan Sûdi'ye okuturlarmış. Sûdi okurken bunlar ağlamaya başlarlarsa, derhal kabul edip romanı basmaya karar veriyorlarmış. Daha da garibi, telif ücretini -nasıl yapıyorlarsa- dökülen gözyaşlarına göre hesaplıyorlarmış.
Ağla gözlerim ağla!
Şimdi düşünüyorum da, Goethe'nin kaleminden çıkan ve Genç Werter'in Izdırapları"nı basarken acaba yayıncısı da böyle bir yöntem mi uyguladı diye kendi kendime sormadan edemiyorum. Söz buraya gelmişken günümüzün yayıncılarına soruyorum:
- Neden ağlatan kitaplar, serisine başlamıyorsunuz?
Kitap torbası suya düşünce:
Osmanlıların son zamanlarında sadrazamın yazı işlerine bakan kimseye "Dîvan Efendisi" deniyordu. Aynı zatın daha önceki adı ise, "Mektûbi-i Sadr-ı Âli" idi. Kısaca "Mektupçu" diye bilinen bu zat, başında bulunduğu dairenin yazı işlerini yürütüyordu. Sadrazamların, nazırların, umum müdürlerin, vilayetlerin ayrı ayrı mektupçuları vardı.
Sadrazam mektupçusu, paşa hazretlerine ait yazıları bizzat yazıyor, kalemde bulunan diğer kâtiplerin yazılarını da tashih ediyordu. Meşrûtiyetten sonra nezaret (bakanlık) mektupçularının unvanı "Kalem-i Mahsûs"a, (Özel Kalem'e) dönüştü.
Cumhuriyetin ilk yıllarında "Mektupçu" unvanıyla tanınan en önemli isim Osman Nuri Ergin'di. İstanbul Belediye Mektupçusu Osman Nuri Ergin Bey, belediyecilikle, şehir tarihiyle ilgili çok değerli eserler kaleme aldı. Dünkü İstanbul hakkında ayrıntılı bilgi almak isteyenlerin bu kitapları mutlaka okumaları gerekiyor. Beş ciltlik "Mecelle-i Umûr-ı Belediye", yine beş ciltlik "Türk Maârif Tarihi", "Muallim Cevdet'in Hayatı Eserleri ve Kütüphanesi", "Abdülaziz Mecdi Tolun'un Hayatı ve Şahsiyeti" adındaki kitaplar, sahalarında yazılan eserlerin en önemlilerini teşkil ediyor.
Kısaca söylemek gerekirse, bir kimsenin mektupçu unvanını alabilmesi için "kalem efendisi" olması; ilim, irfan sahibi bulunması gerekiyor.
Bir zamanlar bu işlerden hiç anlamayan, okuması yazması kıt bir adam -sırf torpilli olduğu için- Bağdat vilâyeti mektupçuluğuna atanır. Adamcağız "Ben bu işi yapamam!" derse de dinletemez. "Yanma alacağın şu kitapların yardımıyla bütün işlerini halledersin!" derler ve eline bir torba dolusu kitap verirler.
O zat kitapları ve emri alıp yola koyulur. Fırat nehrine gelince, karşıya nasıl geçeceğim diye düşünmeye başlar. Hâlbuki o zamanlar nehir "kelek" adı verilen şişirilmiş tulumlarla geçiliyor. Bizim mektupçu tulumların üstünde Fırat'ı geçmeye çalışırken korkudan titremeye başlar, bir keleklik yapıp kitap torbasını suya düşürür. Arkasından da heyecanla bağırır:
- Eyvah! Mektupçu suya düştü!..
Böylece "kitapsız" mektupçu Bağdat'a gitmekten vazgeçip İstanbul'a döner.
Rabelais'in kitapları:
Mecnun, Leylâ'sına kavuşmak için her türlü fedakârlığa katlandığı gibi, bir bibliyoman da kitaba para vermekten, en pahalı eserleri bile almaktan çekinmez. Üstüne başına o kadar dikkat etmez, yemesinden içmesinden keser ama cebindeki parayı son kuruşuna kadar kitaba harcamaktan vazgeçmez. Doğrusunu söylemek gerekirse, zengin kütüphanelerin büyük bir bölümü, böyle fedakâr ve cefakâr kitap âşıklarının özel çabalarıyla kurulmuştur.
Kitap meraklısını en fazla üzen şey, binbir zahmete ve meşakkate katlanarak topladığı kitaplarını -bir gün gelip- satmak zorunda kalmasıdır. "Sahhâf-ı bîinsafın veya o canım eserlere "mal" diyen diyen sözüm ona kitapçının verdiği düşük fiyat, adamcağızı âdeta yatağa düşürür. İşte kitap meraklısı bir Fransız, büyük paralar harcayarak satın aldığı değerli kitaplarını satmak zorunda kalır. Fiyat öğrenmek maksadıyla yanına aldığı birkaç kitabı kitapçıya götürür. Tabii ki kitapçı çok düşük bir fiyat verir. Adam büyük bir öfkeyle evine dönerken nüktedan bir arkadaşıyla karşılaşır. Arkadaşı sorar:
- Nereden geliyorsun? Gördüğüm kadarıyla canın bir şeye sıkılmış?
- Nasıl sıkılmasın birader? Dünyanın parasını vererek satın aldığım kitapları satılığa çıkardım, ama on para bile vermiyorlar. Meselâ şunlar Rabelais'in (ünlü Fransız yazarının) çok değerli eserleri! Ne alan var, ne okuyan! Arkadaşı şu cevabı verir:
- Şaşarım senin aklına! İnsanlar artık Rabbin kitabını bile okumuyorlar, nerede kaldı ki Rabelais'in kitaplarını okusunlar!...
Şâhâne ciltler:
Yıllar önce bir gün İstanbul Üniversitesi'nin kütüphanesini ziyaret etmiş, cam bölmelerde teşhir edilen kitapların şâhâne ciltleri karşısında âdeta büyülenmiştim. Yıldız Sarayından Üniversite kütüphanesine nakledilen bu muazzam ve muhteşem ciltli eserler -bilindiği gibi- Sultan Abdülhamid Han'ın kitapçısı Kalkandelenli Sabri Bey sayesinde yağmalanmaktan kurtarıldı. Daha sonraki yıllarda oğlu Nureddin Kalkandelen de bu kitap hazinesinin hâfız-ı kütüplüğünü yaptı.
Eserlerin muhtevaları kadar ciltlerine de önem veren bazı kitap sevdalılarının, sırf bu güzel ve albenili ciltlerin hatırı için aynı kitaptan birkaç tane aldıklarını biliyoruz. Doğrusunu söylemek gerekirse, usta bir mücellidin damgasını taşıyan böyle mücelled eserler, değil kitap âşıklarını, bu tarakta bezi olmayanları bile, zaman zaman heyecanlandırıyor. Kadınların cilt güzelliğine verdiği önemi, bu uğurda katlandıkları zahmeti, çektikleri işkenceleri bilirsiniz. Hiç şüpheniz olmasın ki, kitap dostları da ciltleri gözü okşayan kitapları elde etmek için her türlü fedakârlığa katlanırlar.
Hikmet ehli zatlardan biri, muazzam ve mükemmel bir kütüphaneyi gezerken duygularını şu sözlerle dile getirmiş:
- Gözleri kamaştıran bu yaldızlı meşin kitaplar, bu nefis ciltler ile şu kütüphane dericilik sanatının teşhir edildiği bir sergiye benziyor. Burada müelliflerin kudretlerinden ziyade, mücellitlerin maharetleri göze çarpıyor!...
Te'lif edilen şeyhülislâm: "Külliyât-ı Letâif" yazarı diyor ki:
Hoca Münip Efendi, şeyhülislâm Ataullah Efendi'nin hocasıydı. Ataullah Efendi şeyhülislâm olunca ona da kazaskerlik payesi (rütbesi) verildi. Aynı rütbeye sahip olanlardan Süleyman Molla tebrik ettiği sırada şöyle der:
- Siz her payeyi (rütbeyi) bir kitap te'lif ederek kazanıyordunuz. Acaba bu payeye de bir te'lif takdim etmek suretiyle mi sahip oldunuz?
Münip Efendi şu cevabı verir:
- Bu defa da bir şeyhülislâm te'lif ettim ve devlete bağışladım!.. Öbür tarafı da ters:
Şair Eşrefle Hoca Hayret bir gün Boğaziçi'ne gidiyorlardı. Hayret'in koltuğunda yazma bir kitap vardı. Gemide paşalardan biri kitabı çekip aldı. Mütalâaya başladı. Fakat kitabı baş aşağı tutmuştu. Bunun üzerine paşanın yanında oturan bendesi paşaya:
- Aman efendi, kitabı ters tutuyorsunuz, dedi. Hayret, derhal paşanın bendesine çıkıştı:
- Utanmaz herif! Sen ne karışıyorsun? Paşa hazretleri için kitabın öbür tarafı da terstir!...
Okuma yazma bilmeyen kütüphane memuru:
Teşrîn-i Evvel (Ekim) 1928 tarihli ve 8 No'lu "Resimli Ay" mecmuasında "Beş yüz bin kitabın içinde bir harf okumadan kırk beş sene yaşayan adam" başlığıyla neşredilen bir araştırmada okuma yazma bilmeyen bir kütüphaneci şöyle tanıtılıyor:
"Bu zat Beyazıt kütüphanesinin kırk beş yıllık emektarı Emin Efendi'dir. Ümmî olduğu için binlerce kitabın içinde bir harf bile okumadan ömrünü tüketmektedir. Bu şâyân-ı hayret adam kütüphanede mevcut binlerce kitabın hemen hemen hepsini tanır. Numaralarıyla, ciltlerinin renkleriyle, bulundukları dolapların radarıyla, müellifleriyle hemen hemen hepsini bilir. Emin Efendi'nin kitaplara olan muhabbeti şaşılacak bir şeydir. Bu hususta duyduğu hisleri kendi ağzından dinleyelim:
- Kütüphanenin kurulduğu ilk günden beri buradayım. Okuma yazma bilmem ama kitapları çok severim.[1] Belki çocuklarımdan fazla ilgi duyarım. Onların yırtılmaları, kaybolmaları beni çok üzer. Bugün kırk beş sene oluyor, tam kırk beş sene!..
Binlerce cildin içine saklanan mevzuların serlevhalarını bile anlamayan bu adam, kütüphanenin içinde bir âmâ gibi dolaşıyordu. Her şeyi ve her yeri esrarengiz bir hisle çok iyi tanıyan körler gibi Emin Efendi de dolaplarda dizi dizi uyuyan kitapların her birini çok iyi biliyordu. Ben ihtiyar adamın zekâsını gözlerinden okumak istiyormuş gibi dalgın dalgın ona bakıyordum. Genç bir mektepli yanaştı. 341 diye bir kitap numarası söyledi. Emin Efendi en küçük bir tereddüde bile kapılmadan sanki eliyle bıraktığı tek bir kitabı almaya gider gibi, kolayca karşıki dolapların birine yanaştı. Bir saniye içinde kitabı buldu ve genç mektepliye verdi.
Biraz sonra iki küçük mektepli daha geldi. 1702 numarayı istediler. Katalogda bunun bir masal kitabı olduğunu okumuşlardı. Emin Efendi güldü:
- Çocuklarım! Siz onu okuyamazsınız. O, çok eski bir dille yazılmıştır. Büyükler bile şimdi o lisanı kolayca anlayamıyorlar. Ben size başka bir masal kitabı vereyim, dedi. Küçüklere başka bir hikâye kitabı getirdi."
Galatasaray Tarihi'ne yazılan takrizler:
İnsan, yaratılışının gereği olarak takdir edilmekten, övülmekten hoşlanır. Hemen belirtelim ki, yerinde söylenen övücü sözler, samimi bir kalemin ürünü olan medhiyeler insanı daha güzel işler yapmaya, daha kaliteli eserler ortaya koymaya teşvik eder.
Eski âlimler, şairler ve yazarlar -genellikle- bu güzel geleneği devam ettiriyorlardı. Onlar birbirlerinin eserlerine takrizler, tak
dimler yazıyorlar; meslekî dayanışmanın ve kaliteyi takdir etmenin şerefini aralarında paylaşıyorlardı. Sözlükler "takriz" kelimesinin anlamını; övme, beğenme, takdir etme şeklinde açıklıyor. Osmanlı ulemasından birçoklarının, yine kendileri gibi kalem erbabı olan meslektaşlarının eserlerine sayfa sayfa takrizler yazdıklarını, böylece takdir duygularını dile getirdiklerini biliyoruz. Çalışkan öğrencilere, okul idaresi tarafından verilen takdirname ve teşekkür belgesi neyse; bir yazarın, bir müellifin, kitabına yazılan takrizler de odur. Ne yazık ki bu güzel gelenek de, diğer birçok meziyetlerimiz gibi unutulup gitti.
Fethi lsfendiyaroğlu tarafından kaleme alınan "Galatasaray Tarihi"nin 1952 yılında sadece birinci cildi yayınlanıyor. 583 sayfalık bu büyük eser şehir tarihlerinin en önemlileri arasında yer alıyor. Bayezid-i Veli'den günümüze kadar bir semtin tarihini olanca ayrıntılarıyla ve belgelerin ışığıyla gözler önüne seriyor. Prof. Mükrimin Halil Yınanç, Prof. Hilmi Ziya Ülken, Prof. Süheyl Ünver gibi ilim adamları yazdıkları takrizlerle bu son derece değerli eseri ve yazarını haklı olarak göklere çıkarıyorlar.
Okumak istemez misiniz?
Kitap tutan eller öpülür:
Muallim Cevdet'in kitaba para vermekten çekinmediğini, el kirini kitapla nasıl temizlediğini aşağıdaki örnek -bakınız- nasıl gözler önüne seriyor!
Hem tıp âleminin hem de kültür dünyasının önemli isimlerinden biri olan doktor Feridun Nafiz Uzluk, Hamburg'da bulunduğu sırada Muallim Cevdet Bey'den bir mektup alır. Merhum, ricasını şöyle dile getirir: "Heyd'in 'Orta Çağlarda Doğu Ticareti' isimli kitabını lütfen ara, bul ve benim için satın al!"
Feridun Nafiz Bey, derhal harekete geçer; "Histoire du Commerce du Levant au Mayenâge" adındaki bu eseri elde etmek için en ünlü Alman kitapçılarına mektup yazar. Nadir bulunan ve çok pahalı olan bu esere, tanınmış bir kitapçıda rast gelir. Kitapçı 150 RM, o zamanın parasıyla 75 lira ister. Bu fiyatı çok yüksek bulan Feridun Nafiz Uzluk, kitabı alıp almama konusunda tereddüde düşer. Durumu İstanbul'a bildirir. Muallim Cevdet Bey, gönderdiği mektupta "Derhal satın alınız!" talimatı verir. Fakat bu arada başka bir meraklı gelir ve adı geçen eseri satın alır.
Feridun Nafiz Bey bu kara haberi nasıl vereceğim diye kara kara düşünmeye başlar. Bir yandan da İtalya'ya, Hollanda'ya, Danimarka'ya mektuplar yazmaktan, sorup soruşturmaktan geri durmaz. Ne yazık ki, bütün araştırmalara rağmen nazlı dilber bir türlü ortaya çıkmaz. Nihayet durumu Muallim Cevdet Bey'e bildirmek zorunda kalır. Muallim Cevdet Bey, mektubu açıp kötü haberi öğrenince büyük üzüntüye kapılır, geceleri uyku uyuyamaz hale gelir, baş ağrıları gittikçe artar. Bir yandan da ne kadar talihsiz bir insan olduğuna hayıflanıp durur.
Ancak Feridun Nafiz Uzluk işin peşini bırakmaz, tekrar arattırır ve sonunda kitabı elde eder. Üstelik bu sefer fiyatı biraz daha düşüktür. Derhal müjdeyi verir. Muallim Cevdet, cevaben yazdığı mektupta duyduğu büyük, çok büyük sevinci şu cümle ile dile getirir:
- Bu nadir eseri bulduğunuz için size bütün kalbimle dua ediyorum. İstanbul ufuklarından uzanıp o mübarek ellerinizi öpüyorum!
Evet, kitap tutan eller, dua eden diller gibi mübarektir!...
Maziye Bir Bakıver, Dursun GÜRLEK, Timaş, 76-83
[1]Okuma yazma bildikleri, üniversite mezunu oldukları halde kitaptan hoşlanmayan, nahoş adamların kulakları çınlasın!