Kullanıcı Oyu: 0 / 5

Yıldız etkin değilYıldız etkin değilYıldız etkin değilYıldız etkin değilYıldız etkin değil
 

HALİL NİHAT BOZTEPE -EDEBİ PORTRELER

Akı karasından çok, alına doğru seyrekleşmiş, dağınık saçlar, ufuk gibi bir alın. Sert dik kaşların kıl saçakları altında, bir çift şen, tatlı göz pırıldar. Oraya kadar devam eden çizgi ve kıl sertliğinden sonra, insan bu yumuşak bakışlı gözlerle karşılaşınca, biraz şaşırıyor.
Hayret, sade tezattan da değildir. Bu gözlerin rengi de birbirini tutmaz. Solu yeşil elâ, sağı kahverengine çalar.
Burnunun mağrur inişine bakmayın. Sahibi alçak gönüllüdür. Sokulgan olmayışı kendini beğendiğinden değil, çok utangaç yaradılışlığındandır. Gerçi kuvvetli boynu, kafasını dik tutar; uzun boyu, hiç şakulden ayrılmaz. Ama siz yine görünüşe aldanmayın. Konuşunca, bu katılık altında ince, yumuşak bir iç varlığını sezeceksiniz. Ağır, telâşsız söyler. Sesi tok, ifadesi zengindir. Pek seyrek heyecanlanır. Fakat heyecanlandığı demlerde, bambaşka bir adam olur. Damarlarındaki kan kaynayınca, yüzüne derin manâlı bir nikap geçer. Sesi ısınır.
İşte Halil Nihat.
Ben, onu İkbal’de tanıdım. Arkadaşlarla hep orada buluşur, gideceğimiz yeri orada kararlaştırırdık. Bir gün Enis Behiç:
- Seni bizim Nihat’a takdim edeceğim, dedi ve o akşam tanıştık.
Yaşının bizden ileri oluşu, bilgisinin genişliği, anlayış kabiliyeti, tecrübesi, ona bazı imtiyazlar vermişti.
Canı istediği gibi konuşur, kızmamıza aldırmaz, kusurlarımızı yüzümüze karşı söylerdi. Nitekim iki gün sonra beni az daha çileden çıkaracak bir şey yaptı. Elimde Eredya’nın Tofe’si vardı. Başını eğerek kitabın adını süzdü, sonra bana bakarak:
-    Anlıyor musun? diye sordu.
On dokuz yaşında, delişmen bir şeydim. Zekâ ve dirayetimden şüphe edilmesine kızdım.
-    Tabiî anlıyorum! dedim.
O gülümsedi ve taş çatlatan bir ısrarla başını silkerek, direndi:
-    Anlayamazsın!
Adamakıllı içerlemiştim. Küsüp sustum. Fakat şimdi Yunan esatirini, eski Roma’nın sanata sinmiş havasını anladıktan sonra ona hak veriyorum. Kafada bu malzeme olmadan Eredya hakikaten anlaşılır şairlerden değildir.
Halil Nihat o zamanlar henüz yazmaya başlamamıştı. Alfons Dode’yi dilimize nakle çalışıyor, bütün boş vakitlerini bu işe harcıyordu.
Değirmenimden Mektuplar, Küçük Efendi, Jak, Taraskonlu Tartaren hep o günlerin yadigârıdır. Divan edebiyatını hepimizden iyi anlıyor, şark tefekkürüne hepimizden çok nüfuz ediyordu.
Gece toplantılarımızda yazdığımız kasidelerde onun beyitleri ayrı bir zevkten haber verirdi. Belliydi ki edebiyatımızın bir şahsiyet kazanması için onun sadece yazmaya katlanması yetecekti.
Nihayet başladı. Hem garip bir tarzda başladı. “Fuzûlî ile Beraber”, “Bakî ile Beraber”, “Nedim ile Beraber” başlıklı tahmisler, nazireler yazıyordu. Biz Milli Cereyan’a kapılmış kimselerdik. Yeni ve kuvvetli bir varlığın böyle modası geçmiş şeylere gönül verişini yadırgıyorduk.
Gitgide bu eserlere, o zamana kadar alışmadığımız tatlı, kibar, mizah edası da siniyordu.
Hele “Sulh Konferansında” başlıklı meşhur “dedim-dedi” naziresi çıktığı gün mizahımızın bayramı sayılsa yeridir.
Hattâ İstiklâl başmuharriri Rauf Ahmed Bey’in bu şiir için:
-    Beyceğizim, mizah bir köpük gibi hafif bir şeydir. Koklanır koklanmaz hemen uçup dağılır. Fakat bu şiirde payidar kuvvetler var, dediğini hatırlıyorum.
Teşhis doğrudur. O manzume, hem bir facia sahnesi, hem bir tarih vesikası, hem bir gönül acısı, hem bir zekâ intikamı, hülâsa birçok şey, birçok kıymetti.
Gazel ve kaside vadisinde kalışına, ara sıra biz sataştıkça,
o güler:
-    Göreceksiniz, ben bunları pahalı pahalı satacağım! derdi. Dediği gibi de oldu.
Bu manzumeler, önce gazetelerde, gazetelerin en itibarlı yerlerinde çıktı; sonra da Siham-ı İlham, Ayine-i Devran, Mehtap adlı ciltlerde toplandı.
Hicvi, mizahı hep çatık kaşlı, yıkıcı ve zalim görmeye alıştığımız için Halil Nihat’ın zarif nükteleri, ince dokunuşları, kibar tarizlerine bambaşka bir vadi açtığını anlıyoruz. Gerçi Zafernâme'de de böyle bir yolun ilk konak yerini görmek kabildir. Fakat araya giren zaman, iki mizahın arasındaki farkı da büyütmüştür.
Sanatkârımız sessiz yaşar. Yaptığının hakkını istemeyecek kadar engin gönüllüdür. Nitekim en güzel eserini de hâlâ bastırmadı.
Bu eser, fikir tarlamıza bir tohum gibi atılmıştı. “Ağaç Kasidesi” adını taşıyordu. Fakat bu tek ağaç sonradan o kadar büyüdü, o kadar çoğaldı ki şimdi artık birkaç yüz yapraklık bir orman karşısındayız. Tek ağaç orman oldu.
Halil Nihat, bu eserine nihayet veremiyor. Çünkü bu ağaçla hâdiseler birer dal, birer yaprak gibi canlıdır. Yaşayan gerçek, şairin menşurundan süzülüp hususi renklere boyandıktan sonra bu ormanda yeni bir filiz haline inkılâp ediyor.
 

Yalnız, bilmem niçin kıymetli sanatkârlar bu ormanı hususi bir park halinden çıkarıp yeşil gölgeliklerine herkesi davet etmiyor. Kapalı güzellikler, gömülü hazineler bana her vakit iç ağrısı, gam verir. Bu eserin de basılmayışı karşısında aynı acıyı duyuyorum. Bu zekâ ve irfan çağlayanı altında ruhumuzun yıkanışını hissetmek hakkımızdır. Bu hakkı, hattâ Halil Nihat’ın bile bizden esirgemeye hakkı yoktur. Unutmayalım ki bunda yalnız biz fanilerin değil, bu toprağın ve bu dilin de payı var.
HAKKI SÜHA GEZGİN, EDEBİ PORTRELER

SON EKLENENLER

Üye Girişi