Kullanıcı Oyu: 3 / 5

Yıldız etkinYıldız etkinYıldız etkinYıldız etkin değilYıldız etkin değil
 

 

ÖMER NÂCİ

Sonradan asıl adını alarak İttihat ve Terakki olan Ticaret Mektebi’nde okuyordum. Müdürümüz Talât Bey (Sadrazam Talât Paşa) idi. Bir gün sınıfta kulaktan kulağa bir fısıltı dolaştı:

-    Yeni bir tarih hocası gelmiş! dediler.

O gün de programda bu ders vardı. Yalnız çocukların duyabileceği o güzel heyecanla yüreklerimiz dolu, bekliyorduk.

Zil çaldı, sınıflara girdik. Biraz sonra, Talât Bey, yanında bir zabit, kapıdan göründü. Kalın, âmir sesiyle takdim etti:

-    Yeni tarih hocanız, Ömer Nâci Bey!

O çıktı ve biz yeni hocamızla karşı karşıya kaldık.

Doğrusunu isterseniz, hayli acayip bir hoca idi bu. Kollarını kaldırdıkça setresinin arkasından bir kamanın minimini topuzlu ucu görünüyordu. Fakat yüzü pek cana yakındı. Beyaz, geniş, âdeta parıldayan bir alın, biçimli kaşların altında güzel mavi gözler. Bu gözleri ancak büyük ressamların bazı tablolarında görebilirsiniz. Derin, dalgın, engin bakışlı gözler. Yanaklarını daha taze ve daha pembe gösteren koyu kumral bir sakal. Göğsü kabarık ve omuzları genişti.

Sesini duyunca, ürperdik. Bu ses, bir elektrik akımı gibi kulaklardan ruha giden yolu buluyordu. Biraz Âzeri şivesini hatırlatan bir ağız. Sözlerini tatlılaştıran hafif, cana yakın bir vurgu. İlk cümleleri:

-    Yeni tarih sizinle başlayacak çocuklar. Biz o tilâl-i handanın ufuklarında yüzen sarayı sezdik. Onu siz hakikat yapacaksınız, olmuştu.

“Tilâl”in mânâsını anlamamıştık. Ama konuşan adamın dilindeki âhenk bize de onu sezdiriyordu. Tarihten başka birçok şey söyledi. O kadar güzel konuşuyor, öyle söz levhaları sıralıyordu ki, hem göz hem gönül kamaşmaları içinde kalmıştık. Sesinde büyü gibi bir şey vardı. Aramızdaki mesafe değişmediği halde, sanki bu uzaklaşıyor, yaklaşıyor, göğüslerimizde dolup yüreklerimize işliyordu.

Vaktin nasıl geçtiğini anlamadan zil çaldı.

Ömer Nâci nerede olduğunu galiba unutmuştu.

-Bu ne? diye sordu.

-Efendim zil, dedim. Dersin bittiğini bildiren zil!

Gülümsedi:

-    Ya, öyle mi! Acayip! dedi. Meğer bu “Ya, öyle mi! Acayiplerle sonraları pek sık karşılaşacakmışız. Çünkü bunlar, Ömer Nâci’nin dâima tekrarladığı sözlerdi.

***

Daha ikinci dersinde ona bu ihtiyatsız itimadı nasıl verdik bilmiyorum. Hocalığı bir yana atarak, sıcak rüzgârlı alevden bir ihtilâl bayrağı heyetinde görünmekten çekinmedi ve:

-Şu Abdülhamit lâini, diye başladı.

Ödümüz kopmuş, rengimiz atmıştı. Titreşmiş miydik bilmem, fakat o devam etti.

-Korkmayın çocuklar. O, bir gölgedir, böyle gölgeler, irfan güneşi karşısında hemen erir. Bakın size neler getirdim.

Getirdiği şeyler, Nâmık Kemal’in şiddetle yasak vatan ve hürriyet şiirleri, ince kâğıtlara basılmış memnû gazeteler ve bir de Evrâk-ı Perişan'dı. Güzel sesi, heyecanlı jestleriyle bunları okuyor, ruhunun İlâhî meşalesinden bizim iç benliğimizde mahyalar kuruyordu.

Ne yazık ki onun hocalığı çok sürmedi.

Bir gün derste yine ihtilâl şiirleri okuyup gürlerken, merdivenlerde hızlı hızlı mahmuz şıkırtıları çınladı.

Ömer Nâci, bir canlı şehit büyüklüğüyle, ancak:

-    Köpekler geliyor, metin olun çocuklar. Dersimiz Çaldıran Seferi’dir, diyecek kadar vakit buldu. Ben elimdeki Evrak-ı Peri-şan'ı boru gibi bükerek, bir saat evvel resim dersi için getirdikleri kocaman testiye atabildim. Kapı, duvara çarparak açıldı.

Biri fesli, öteki kalpaklı iki hafiye, kanun zabiti Yüzbaşı İbrahim ve Topçu Yüzbaşısı Ali içeriye daldılar.

Biz perişandık. Ömer Nâci, yerinden kımıldamadan onlara Zeus gibi baktı. Ve dersine devam etti:

-    Şah İsmail boyuna kaçıyor, Yavuz kovalıyordu. Nihayet Çaldıran’da yakaladı.

Çantalarımız arandı, ceplerimiz didiklendi. Sorgulara çekildik. Fakat artık iş işten geçmiş ve biz Ömer Nâci’nin havarileri olmuştuk. Ser verir, sır vermezdik.

Hocamızı alıp gittiler. Onu bir daha sınıfta göremedik. Ama ben, 324 temmuzunun onuncu günü, Selânik’te, Tumba denilen bir tepenin yamacında, kurşuna dizilen hafiyeler arasında o iki yüzbaşının da cesetlerini seyrettim.

Ömer Nâci ve Hususiyetleri

Meşrutiyet devrinin ateşli hatibini, geçen yazımda takdim etmiştim. Şimdi onu daha kalender havası içinde tanıtmaya çalışacağım.

Selânik’te, Yalılar’da gaye yoldaşı İsmail Mestan’la bir evde oturuyorlardı. Daha karşıdan Nâci’nin evde olup olmadığını anlayabilirdiniz. Çünkü o pencere başında oturur ve mutlaka kolunu dışarıya sarkıtırdı.

Akşam yaklaşınca masayı donatırlar ve İsmail Mestan’la birlikte kardeş kardeş demlenirlerdi. Rahmetli Ziya Gökalp’e -hangisi rahmetli değil ki-...

Nâci içiyor her gece Mestan ’la beraber

mısraını söyleten, işte bu itiyatları idi.

Nâci’nin belli başlı iç çizgilerinden biri dalgınlığıdır. Meşrutiyet ilân edilmiş, müdürümüz Talât Bey (Talât Paşa) Dahiliye Nazırı olmuş, mektebin adı değişmiş ve yeni binamıza taşınmıştık.

İşte o günlerde gazeteler, Ömer Nâci’nin İttihat ve Terakki mektebinde nutuk söyleyeceğini ilân ettiler. Mektep hazırlıklarını tamamlamış, misafirleri karşılayacak her türlü tedbiri almıştı.

Hiç unutmam, bir perşembeye rastlıyordu. Başta vali, müşir ve başka kumandan paşalar, Selânik’in ileri gelenleri, kalabalık parçaları halinde geldiler. Bahardayız. Selânik’in o güzel, eşsiz baharı ortalığı tatlı bir ılıkla kaplamış.

Nutuk için bildirilen saat yaklaşıyor. Herkes geldi. Yalnız, yalnız hatibin kendisi ortada yok.

Nâci’yi yakından tanıyan büyüklerimizin yüzlerinde bir endişe bulutunun gölgesini sezer gibi oluyorum.

Mithat Şükrü Bey, Rahmi Bey, müdürümüz İhsan Bey’le baş başa vermişler, telâşlı telâşlı konuşuyorlar. Nihayet beni çağırdılar. Müdür bey, bir talebeye ifşasından sıkıldığı şeyler söylemek zoruyla huzursuz:

-    Oğlum, dedi. Bir arabaya bin. Kolombo Sokağı’ndaki gazinoları ara. Naci Bey orada olacaktır. Hemen al, gel. Galiba unuttu.

Fırladım. Böyle bir vazifenin bana emanet edilmesinden gizli bir gurur da duyuyor gibiydim. Dörtnala uçtuk. Söylenilen caddede bir sürü gazino sıralanmış.

Birine baktım, yok! İkinci ve üçüncüsü de öyle. Ötekilerden daha az lüks ve loşça olanına doğru yaklaşırken yüreğim sevinçle çarptı. Ön masalardan birinde Naci Bey tek başına oturmuş, buğulu şişeleriyle derin bir dertleşmeye dalmıştı.

Beni görünce dalgın dalgın baktı. Fakat konuşmasına vakit bırakmadan:

-    Aman efendim, dedim. Bütün Selanik mektepte sizi bekliyor.

-    Beni mi bekliyor? Acayip! Niye?

-    Efendim, unuttunuz galiba, bugün bir nutuk verecektiniz.

Ansızın silkindi, âdeti üzere, “Ya! Acayip! Öyle mi?”leri sıraladı ve sonra:

-    Bugün mü idi o? dedi ve masadaki nefis şeylere şöyle hasretle bir baktı. Ceketini çıkarmış, gömleği de pantolonundan uğramıştı.

Kalktı. Garsona:

-    Bunlar, böyle dursun! emrini verdi. Araba, tozu dumana katarak yollandı.

Mektebe yaklaşırken, kapının önündeki mermer merdiven sahanlığında, meraklı bir kalabalığın kaynaştığını fark ettik.

Naci Bey, dalgınlık utancını, kalender bir gülümseyişle örterek çıktı. Tertip heyeti ancak o zaman geniş bir nefes alabildi.

Alkışlar arasında kürsüye çıkan ateşli hatip, o gün nutuklarından en güzelini, en heyecanlısını vermişti.

HAKKI SÜHA GEZGİN, EDEBİ PORTRELER

SON EKLENENLER

Üye Girişi