ŞEYHÎ
Edebiyat tarihçilerimiz Şeyhî’yi ilk mizahçı şahsiyet diye kabul etmişlerdir. Memlekete resim girmeden evvel yaşamış büyüklerimizin maddî varlıklarını bilmeyiz. Minyatürcülerimiz de, dinî yasaklar yüzünden, kudretlerini, tabiat manzaralarına harcadıkları için, eski şairlerimizi, eski kahramanlarımızı, arkalarında sönmez şöhret güneşleri bırakmış değerlerimizi hakiki simalarıyla tanımak imkânından mahrumuz.
Fikret bile Âveng-i Tesâvir'inde Cenab, Hâmid, Ekrem gibi çağdaşlarından yanına, Fuzûlî, Nef’î, Nedim’i katarken, hayalinin fırçasını kullanmış ve onlara eserlerinden aldığı ilhamla birer şekil ve suret vermişti.
Eser, sahibinin içyüzünü gösteren bir ayna olabilir. Fakat bu aynada maddî varlığın aksini görmeye çalışmak, çok yanıltıcı bir gayrettir. Nitekim kılıç ve kalemi, eş bir kuvvetli kullanan meşhur Gazi Giray, cüssece çelimsizmiş. Onun:
Râyete meylederiz kaamet-i dilcû yerine
Tuğa dil bağlamışız kâkül-i hoş-bû yerine
matia’lı gazeline bakanlar, hele:
Olmuşuz cân ile billâh gazaya teşne
İçeriz düşmen-i dînin kanını sû yerine
beytiyle karşılaşanlar, onu Zâloğlu Rüstem ayarında bir pehlivan sanırlar.
Bunları bildiğim içindir ki ben, Şeyhî’nin portresinde bu yola girmeyeceğim. Varsın dış yüzü, tarihin keşfedeceği vesikalara kavuşacak bahtiyar nesle kalsın.
Mizahın, güneşe benzer bir yanı vardır. Güneşe kavuşmak için, nasıl bütün bir gecenin karanlığını geçmek lâzımsa, mizahçı olmak için de ıstırap çöllerinden aşmak gerekir.
Şeyhî’nin hayatını karanlıktan kurtaran vesikalı bir esere henüz kavuşmuş değiliz. Germiyan’da nasıl yaşadı? Sultan Yakup’a intisabının derecesi ne idi? Ceddanî tevârüsleri, hayatının akışı nasıldı? Bilmiyoruz!
Osmanoğulları’nın sarayında iken de tam bir huzura kavuştuğu söylenemez. Orada esen kıskançlık fırtınalarından, onun sık sık sarsılıp incindiğini sanıyorum. Hünkârın her ihsan ve iltifatını etrafın homurtusu bulandırıyor, duyduğu hazzı yarım bırakıyordu.
Bence Şeyhî, işte bu işkenceler içinde mizahçı oldu. Çünkü mizah çekilmiş çilelerin bilediği bir fikir hançeridir. Bu zekâ kılıcını, işkence çarkları keskinleştirir.
Dünyanın bütün şöhretli mizahçılarını sıkı bir tetkik eleğinden geçirirseniz, hepsinin gamlı bir ömür köprüsünden geçtiklerini görürsünüz. Mizah, âdeta mustarip bir mazinin intikamını alan bir silâhtır.
Dün kendisine zulmedenleri, sanatkâr, gülünç bir tarafından yakalayarak çırılçıplak soyar. Onların yaldızlarını döker, özlerindeki cevhersizliği belirtir. Yalnız talih, sade tesadüf himmetiyle yükselişlerdeki mânâsızlığı ortaya kor. Bu, onun tesellisi olduğu kadar, hayatın ibretle seyredilecek bir cilvesidir de.
Mizahı, gelişigüzel bir mizaç, tabiat ve yaradılış meselesi gibi mütalâa etmek asla doğru neticeler vermez. Ruh ve fikirde bu istidadın doğması, beslenip büyümesi, tırnaklı ve yırtıcı bir hüviyet alabilmesi için yaşayışı birinci planda gelir.
Ne yazık ki biz, Şeyhî’yi bu mükemmel ölçü içinde tetkik edemeyeceğiz. Çünkü karanlıktayız. Elimizdeki tek ışık onun yarattığı Harnâme'dir.
Harnâme, Şeyhî’nin rakipleri tarafından uğradığı bir soygun üzerine yazılmış imiş. Padişahın göz ağrılarını dindirmekle hekimlik ve eserleriyle de şairlikteki liyakatini takdir ettikten sonra, zekâsının ganimet kervanı ile memleketine dönerken pusuya düşürüldüğü söylenir.
Şair işte bu vaka üzerine Harnâme'yi kaleme almış.
Mevzu bir hayli gariptir. Düşünün ki sanatkâr, kendini eşek ve rakiplerini öküz yerine koyuyor.
İlk bakışta, Şeyhî’nin bu kıyası nasıl kabul ettiği pek de anlaşılmaz. Okuyan, sanır ki “Sebeb-i rızk kıldı ol Hallak” mısraıyla övdüğü öküz, manevi nimet olan şiiri verenin timsalidir. Fakat eserin sonuna doğru “Benim ol miskin har” dediğine rastlayınca şaşalar.
Hikâye şu: Sıska bir eşek var, oduna, suya gide gele imanı gevremiştir. Bir deri bir kemik kaldığını gören sahibi, onu beslensin diye bir otlağa salıveriyor. Eşek, oraya varınca, şişman öküzlerle karşılaşıyor. Ve:
Boynuzu bazısının ay bigi
Kiminin halka halka yay bigi
Onların başına bu taç neden?
Bize fakr u ihtiyaç neden?
diye soruyor. Zavallının halledemediği sır şudur: Bunlar da kendisi gibi dört ayaklı birer mahlûkturlar. O halde onlar niye şişman, rahat, bahtiyar ve o niçin böyle aç ve perişandır!
Bu sırrı tek başına çözemiyor ve Nuh’un gemisinden çıkarken kuyruğu ile İblis’e köprülük yapan ihtiyar ve ferasetli eşeği hatırlayarak ona koşuyor.
Vardı yüz sürdü dedi: “Ey server
Sen eşekler içinde kâmilsin
Akil ü şeyh ü ehl ü fâzılsın
…
Müşkilim var keremden etgil hal.
Bugün otlakta gördüm öküzler
Geruben yürür idi göğüsler.
Her birisi semiz ü kuvvetli
İçi vü dışı yağlu vü etlü
Niçin oldu bulara erzanî
Bize bildir bu tac-i sultanı,
Yok mudur gökte bizim ulduzumuz
K’olmadı yeryüzünde boynuzumuz
…
Barkeşlikte çün biziz fâik
Boynuza niçün olmadık lâyık?
Böyle verdi cevap pir eşek:
“Ey bela bendine esir eşek,
Bu işin aslına işit illet
Anla aklında yoğ ise kıllet
Ki öküzü yaratıcak
Hâllâk Sebeb-i rızk kıldı ol rezzâk.
Dün ü gün arpa buğday işlerler
Anı otlayıp anı dişlerler
Çün bular oldu ol azize sebeb
Verdi ol izzeti bulara Çalab
Tâc-ı devlet konuldu başlarına
Et ü yağ oldıî iç ü dışlarına
…
Bize çoktur hakikî buyrukta
Nice boynuz, kulağ u kuyruk da...
Aldığı cevabı eşekçe anlamış ve kendi kendine:
- Kolay öyle ise!
demişti. İşlemek zor fakat dişlemek kolaydır. O da gövermiş bir ekin tarlasına dalar. Dişleri orak gibi işleyerek mahsulü harap eder. Karnı doyunca da yuvarlanmaya, anırmaya başlar.
Hikâyenin sonu, kendiliğinden anlaşılır sanırım. Tarlanın sahibi odunu kaparak koşuyor ve eşeği adamakıllı dövüyor. Ama hırsını bununla da alamadığı için bıçağını çekip kulakla kuyruğunu da kesiyor.
Kaçar eşek acıyarak cam
Dökülüb yaşı yerine kanı
…
Batıl isteyü Hak ’tan ayrıldım
Boynuz umdum kulakdan ayrıldım
son tazallumlarıdır.
Harnâme'nin kabataslak mevzuu bu işte.
Edebiyat tarihlerindeki şöhretini hangi zarif nüktesiyle ödediğini de ben pek kestiremiyorum. Bana öyle gelir ki mizaha mebde olarak bunu alacağımıza, aynı çağın Şathiyat-ı Sofiyane'si üstünde çalışsaydık, daha ince ve daha derin bir kemal mahsulü eserlerle karşılaşırdık.
HAKKI SÜHA GEZGİN, EDEBİ PORTRELER
- << Önceki
- Sonraki