Kullanıcı Oyu: 5 / 5

Yıldız etkinYıldız etkinYıldız etkinYıldız etkinYıldız etkin
 

HAYALİ-NİGARA BEZM-İ HÜSNÜNDE DİL-İ MESTANEMİZ KALDI

GAZEL

 Nigârâ bezm-i hüsnünde dil-i mestânemiz kaldı

Perin yakmış cemâlin şem’ine pervânemiz kaldı

 

Onu hoş tut garibindir efendim işte biz gittik

Gönül derler ser-i kûyunda bir divânemiz kaldı

 

Yürek kan oldu hicrândan vücûdum çekti el cândan

Fedâ oldu yoluna cümlesi zîrâ nemiz kaldı

 

Başımdan akl ise gitti dil ile cân revân oldu

Ten-i bî-i’tibâr adlı kuru vîrânemiz kaldı

 

Hayâlı devlet-i bî-i’tibâra bakmadın gittin

Bize beştir bu kim dillerde bir efsânemiz.

 

GÜNÜMÜZ TÜRKÇESİYLE

1. Ey sevgili! Senin güzelliğinin meclisinde sarhoş gönlümüz kaldı. Bir mumu andıran güzel yüzün uğrunda kanadını yakmış olan pervanemiz kaldı. Âşığın gönlü ateşin etrafında dönen kelebeklere benzetilmiştir.

2. Onu hoş tut, garibindir, efendim. İşte biz gittik. Senin yanında sadece gönül denilen bir deli divanemiz kaldı.

3. Yürek ayrılık acısından kan oldu. Vücudum can­dan el çekti. Ne varsa hepsi senin yoluna harcandı. Artık bir şeyimiz kalmadı.

4. Başımdaki akıl da gitti, gönül ile can yola ko­yuldu, terk etti. Şimdi sadece değersiz ten-beden adlı bir kuru yıkıntı, viran yerimiz kaldı.

5. Hayâli! (Bu dünyanın) değersiz, geçici mutlulu­ğuna bakmadın gittin. Dillerde dolaşan bizi anlatan bir efsanemiz kaldı; işte bu bize yeter.

Beyitteki “bakmadın gittin” hiç bakmadın, önem vermedin anlamını göstermekle birlikte asıl bu dünyadan gittin, yani öldün anlamındadır.

 

Prof.Dr. M.A. Y. SARAÇ DİVAN EDEBİYATI ŞİİRİNDEN SEÇMELER

 


İSKENDER PALA'NIN ŞERHİ

Kanunî döneminde, yani 16. yüzyılda da fetihler genelde Rumeli tarafında olurdu. Üsküp, Kosova gibi pek çok şehir ve kasabadan İstanbul’a gerek devşirme usulüyle, gerek seyahat yoluyla, gerekse devşirilmek niyetiyle İstanbul’a gelen pek çok insan olurdu. Bunların arasında sanatçılar da vardı. Hayalî, Hayretî bunların en bilinenleridir. Bunların kendi aralarındaki hemşerilik kaygıları, korumaları, dostlukları ya da birbirleriyle çekişmeleri olurdu. Hayâli Bey, onlar içerisinde ön sırada olan bir şairdi. Hayalî Bey, hayal unsurlarını ön planda tuttuğu, hayale dair güzel şeyler söylediği için Hayalî mahlasını kullanmıştır. Rumelili bir şairdir. Bugünkü Kosova ve Bosna bölgesinden İstanbul’a gelmiştir. Hayalleri çok ileri seviyede, mahlasını tam manasıyla hak eden bir şairdir.
Beylik lakabı daha ziyade sipahi zümresinden olup, belirli bölgenin eyalet valiliğini yapanlara verilirdi. Devlet kademelerinde bulunmuş, 16. yüzyılın devlet kayıtlarında adı bürokrasi içinde geçmiş bir şairdir. Şuara tezkirelerinde onun adı en ön sıralarda yer alır. Divan şiirinin ilk 15 şairi sayılsa, Hayalî onların arasına girer.

GAZEL

Nigârâ bezm-i hüsnünde dil-i mestânemiz kaldı
Perin yakmış cemâlin şem’ine pervanemiz kaldı

Anı hoş tut garibindür efendi işte biz gitdik
Gönül derler ser-i kuyunda bir divânemiz kaldı

Yürek kan oldu hicrandan, vücudum çekdi el cândan
Fedâ oldu yoluna cümlesi zirâ nemiz kaldı

Başımdan akl ise gitdi dil ile cân revân oldu
Ten-i bî-i’tibâr adlı kuru virânemiz kaldı

Hayâlî devlet-i bi-i’tibâra bakmadın gitdin
Bize besdir bu kim dillerde bir efsânemiz kaldı
Hayâlî Bey

Nigârâ bezm-i hüsnünde dil-i mestânemiz kaldı
Perin yakmış cemâlin şem’ine pervânemiz kaldı
Nigâr kelimesi, sözlüklerde put gibi güzel, mecazî manada biblo gibi güzel anlamına gelir. Hristiyanî kültür çerçevesinde, kiliselere İncil’den çeşitli sahnelerin resimleri işlenirdi. Ayasofya’nın duvarlarındaki gibi pitoreskler ve ikonalar böyle ortaya çıkmıştır. Bunlar çok süslü mozaiklerle işlenmiş, çok detaylı bir işçilikti ve çok renkliydi. Bu kadar renkli resim, resmin henüz bugünkü manada resim olmadığı, Osmanlı dünyasında, portre, peyzaj, natürmort gibi resim sanatlarının henüz bulunmadığı, birebir bir eşyanın yahut da varlığın resmini çizmenin resimden sayılmadığı, çünkü gerçek yaratıcının onu öyle yarattığı, ne kadar güzel çizilse bile gerçeğinden daha güzel olamayacağı için resim çizmenin önemsiz kaldığı, ama stilize ederek sanatçının, ressamın ona bir ruh giydirerek çizdiği bir dünyada bir laleyi lacivert çizmek yahut minyatürde kocaman gövdeli bir at çizip de ona lale seti gibi ayak çizmek söz konusu idi.
Yani sanatçının bakış açısıyla ortaya çıkan bir resim anlayışının olduğu dönemlerde kilise duvarlarındaki bu rengârenk dünya, İncil den alınmış çeşitli sahneler; kimisinde Meryem’i ve kucağında Hz. İsa’yı, kimisinde de Yahya’nın vaftiz sahnesini gösterirdi. Bütün bu renkli dünya şairlerinin zihinlerinde de sevgili bu kadar güzel, bu kadar renkli, cıvıl cıvıl olmalı imajını uyandırmıştır ki, nigâr kelimesiyle mecaz manada sevgiliyi tarif ederler.
Bezm, içkili eğlence meclisidir ki, orada şiir ön plandadır. Ve şiirin konuşulduğu, şiirle konuşulduğu, şairlerin yahut da sözü bilenlerin bir araya gelip içkinin söze meze yapıldığı bir meclisten bahsediyor.
Burada sevgili şerefine verilmiş bir davetten, sevgilinin âşıklarını topladığı bir meclisten bahsediyor. Sevgili bir tane, yüzlerce âşık sevgilinin etrafında toplanmış, sevgiliyi seyrederek bir eğlence kurmuşlar. Bir tenezzüh, sevgiliye bakarak bir nevi ruh yükselmesi yaşıyorlar. Yahya Bey’in;

Kaşki sevdiğimi sevse kamu halk-ı cihan
Sözümüz cümle heman kıssa-i canan olsa
diye bir beyti var.
Keşke herkes benim sevdiğimi sevse de sözümüz sadece sevgili olsa, sevgiliden başka bir şey konuşulmasa, dediği manadır bu. Yanı bir tek sevgili var, âşıkları binlerce. Hepsi sevgiliyi konuşuyor.
Ey put kadar, resim kadar ve biblo kadar güzel sevgili senin güzellik meclisinde, güzelliğini insanlara ve canlılara lütfettiğin, canlılara kerem edip gösterdiğin, biraz peçeni açıp güzelliğini gösterdiğin mecliste gönlümüz mest oldu, sarhoş oldu. Sevgilinin güzelliği âşıkları sarhoş ediyor. Âşıklar öyle bir sarhoş oldu ki kımıldayacak hali kalmadı. Senin güzellik meclisinde viran olmuş, yıkılmış, harap olmuş bir gönül kaldı.
Aşk işinde gönül harap olursa, aşkta hedefe ulaşılmış olur. Gönül harap değilse akıl ve mantık henüz devrede demektir. Akıl ve mantık devrede ise gönlü önemsiyor görünmezsiniz. Aklınızı önemsiyorsunuzdur. Onun için âşıklık; gönlü harap etmekle, bütün aşk duygularını gönle yükleyip onu tam manasıyla feda etmekle mümkündür.
Sen bir ışık gibiydin, bir mum gibiydin. Meclisi aydınlatıyordun, güzelliğin her tarafa ışık saçıyordu ve senin güzelliğinin ışık saçtığı o mecliste âşıklarının her biri pervaneler gibi senin ışığına düşüp, can feda etti.
Pervaneden bahsedildiğinde, cemâl, bezm ve ışığın yanmaya devam etmesi; gibi kelimeler bize bir şeyi işaret eder. Kalbimizin bir yerinde duruyor o, onu zihninizin uzak bir köşesinde mutlaka muhafaza ediyorsunuzdur. Hem de çocukluğumuzdan bu yana, yaratıldığınızdan beri muhafaza edilmiş. Ona elest bezmi, halk dilinde “kalubela” denir.
Allah dünyada hiçbir şey yokken, daha dünya diye bir şey yokken önce canları yaratmış, sonra canları bir araya toplamış ve güzelliğinden bir parçacık, sadece bir an, cemalinden iğne ucu kadar yer göstermiş ve göründükten sonra; herkes, bütün o meclistekiler sevgilinin yüzünü gösterdiği an, pervaneler gibi sevgilinin o güzelliği karşısında mest olmuş, hayran olmuş, kendinden geçmiş ve sonra da onun sorduğu; “Elestü birabbiküm (Ben sizin Rabbiniz değil miyim?)” sorusuna hepsi gönülden bir istekle, adeta şevkle, coşkuyla; “kalu (dediler ki), bela... (elbette).” Kerhen değil, coşkuyla... Değil mi ki o güzelliği gördüler, o cemale kavuştular? “Elbette sen bizim rabbimizsin.” Başka türlüsü nasıl olabilir? Ama kullandıkları kelime, bela idi. Onun için bela ile imtihan edilmek âşıklığın yahut aşkın temel maddesi olmuştur. Aşk işi beladan ibarettir. Belayı istediğimiz için Allah bu dünyada bize hiç durmadan belalar verir.
Bu dünyada rahat yoktur. Onun aşkına sadık mıyız, değil miyiz? O gördüğümüz cemali hatırlıyor muyuz, yoksa ondan vazgeçtik mi? Sen bizim Rabbimizsin” sözünde hâlâ duruyor muyuz? Yoksa başka tanrılar edindik mi? Kalbimizin içinde başka rabler mi var? İşte bütün bunlar, bela ile imtihan edilerek bilinir.
Ey put gibi güzel, kurduğun güzellik meclisinde bizim gönlümüz senin güzelliğini görerek öyle bir sarhoş oldu ki, orada yattı kaldı. O gün bu gündür, aradan milyonlarca yıl geçmiş, kaç nesil geçmiş, Âdem cennetten kovulmuş, oğulları dünyaya gelmiş, Nuh dünyayı yeniden kurmuş. Bu kadar zaman sonra dünyaya gelen sizler, bizler o günü, o meclisi hatırlayıp, o günkü güzelliği hatırlayıp mest olan gönlümüzü bir türlü ayıltamıyoruz.
Çünkü o, öyle bir mest gönül ki, o sanki kanadını senin ışığına, mumun ışığına yakmış bir pervane gibi senin uğrunda yok olmuş ve kendinden vazgeçmiş.
Ey güzel! O gün senin güzelliğine öyle bir vurulduk ki, o gün bugündür başka güzellik tanımadık. Bu son cümlemi lütfen aklınızda tutun. Ve sonra deyin ki, onun üstüne kaç güzellik tanıyoruz, kaç güzele aldanıyoruz. Kaç bin güzel, bize onun güzelliğini unutturuyor? Masiva budur işte. Dünya ilgisi budur. Onu unutturacak, o güzelliği unutturan her şey masivadır.
Ahmed Paşa: “Canıma bir merhaba sundu çeşm-i yâr" diyor. Sevgilinin güzellik meclisinde canıma merhaba sundu, bana bakışı dokundu geçti. Ben onu merhaba olarak algıladım, şimdi ben hâlâ başkasının merhabasını bilmedim. Şu sabitkademliğe bakın, Elestü birabbiküm” sözüne “bela" dedikten sonra hâlâ başka şey dememiş. Gerçek âşık böyle olur.

Anı hoş tut garibindür efendi işte biz gitdik
Gönül derler ser-i kuyunda bir divânemiz kaldı
Bir âşık sevgilinin kapısında garipten öte başka bir şey değildir. Gariplik iki manaya gelir. Bir, gurbete düşen demek... İki, garip, kimsesiz, zavallı demektir.
Gurbete düşmek manasıyla ezel bezmini ifade eder, çünkü bu dünya bize gurbettir, asıl vatan öbür taraftır. Ama garip, kimsesiz, zavallı, perişan, miskin bu mana ile âşığın hâlini anlatır. Her iki manada da âşık gariptir.
Senin mahallenin başköşesinde, adına gönül dedikleri bir divanemiz kaldı. Senin mahallenin başköşesinde oturan deli bir gönül kaldı. Burada Mecnun’dan bahsediyor. Divanemiz dediği Mecnun’dur. Şair kendini Mecnun olarak görüyor. Mecnun’la iddialaşıyor.
Ser-i kûy, sevgilinin mahallesinin başı demektir. Bu iki anlama gelir. Bir; başköşesi, iki; başladığı yer. Eskiden şehirler surlarla çevriliydi. Sur içerisinde olurdu ve surların kapıları olurdu. Bu kapıların herhangi birine gidip beklemek, şehrin başını beklemek, yani birincisi, bekçilik manası taşır. İkincisi, gönlümüz senin şehrini bekleyen, sana zarar vermeyen, sana halel eriştirmeyecek bir fedaidir, onun için şehrinin başında bekliyor. Dışarıdan gelebilecek olan bütün tehlikelere karşı ser-i kûyunda bekliyor.
Öteki mana; benim gönlüm öyle bir divanedir ki, şehrinin etrafında senin aşkınla avare avare dolaşıp durur. Ve son mana; başköşede oturur. Senin güzellik şehrinin başköşesinde oturan âşık, senin için divane olan şu gönlümdür.
Biz bu dünyadan göç ederiz, senin için feda oluruz vs. ama seni isteyen benden öte bir şey var bende. Benim istediğimden daha çok seni isteyen garip bir gönül var. Ben maddemi feda ederim ama gönül manadır, madde değildir. Somutum senin için feda olsun. Ama soyut olanı öyle hoş tut ki, onun gibi âşık bir daha bulamazsın. Ben senin için canımdan geçerim, varlığımdan geçerim ama gök kubbenin altında da bir gönül bırakırım ki, adı Mecnun gibi anılır durur. Şair, bu şiirleriyle hâlâ anılıyor. Şair bunu hayal etmiş ve bu hayalleri gerçekleşmiş.
Bunu tasavvuffi manada aldığınız zaman da; “Ölmeden önce ölünüz” sözünü hatırlatır. Çok zengin olun ama fakir gibi yaşayın demektir, bir anlamda. Dervişlik miskinlikte değildir, fakir olan zaten derviş gibi yaşar. Marifet zengin olup derviş gibi yaşamaktır. Her şeye sahip olup derviş gibi yaşamak çok zor bir şeydir.
Ben bütün varımı feda ettim, ama gönül namında bir mest olmuş, bir şey kaldı ki, garibindir, senin için gurbetlere düşmüştür. Yani kalubeladan beri gurbete atılmıştır, onu hoş tut. İnsana da lazım olan zaten bu dünyada bedenini ne kadar büyüttüğü değil, öbür tarafa giderken arkasından ne götüreceğidir. Asıl hoş tutulacak olan şey gönüldür.

Yürek kan oldu hicrandan, vücudum çekdi el candan
Feda oldu yoluna cümlesi zira, nemiz kaldı
Yürek hicrandan dolayı kan oldu. Yüreğimin içi zaten kan, ama şair hüsn-i ta’lil yaparak, benim yüreğime senin ayrılığın yüzünden kan oturdu, diyor. Yüreğinin içi kandır ama o bunun sebebini hasrete bağlıyor, ayrı olmaya bağlıyor. Vücut ile can birbirinin zıddı. Biri mücerret, diğeri müşahhas... Birisinde insanın içi, birisinde insanın dışı anlatılıyor.
Vücudum da candan el çekti. Can, insan varlığının bütünü, maddeyi ve manayı ortak noktada buluşturuyor. Vücudum hem maddesinden, hem manasından el çekti, yani varlığı eritti.
Hayalî Bey’in bir komşusunun kızına yazdığı normal bir beyit de olabilirdi bu... Ey güzel, ayrılığını çeke çeke, yüreğime kan oturdu. Vücudum candan el çekti. Âdeta senin ayrılığını hissetmekten cansız bir cenazeyim. Ey sevgili, senin için feda edeceğimiz neyimiz kaldı ki. Ten cenazeye dönmüş; can, teni bırakıp gitmiş; yürek hasretten kan ile dolmuş. Bu hüzünlü bir kalp demektir.
Fuzûlî’nin bir beyti var:

Eyle zaîf eyle tenim firkatinde kim
Vaslına mümkün ola yetürmek sabâ beni
Yani, ey sevgili, benim tenimi öyle zayıflat, öyle zayıflat ki saba rüzgârı kuru bir yaprak gibi beni senin kapına getirebilsin. Varlıktan sıyrılmadan, bu hantal varlıkla sevgiliye gidilmiyor. Önce ağırlıklardan kurtulmak lazımdır. Sevgiliye ancak böyle ulaşılır.

Başımdan akl ise gitdi dil ile can revân oldu
Ten-i bî-i’tibâr adlı kuru virânemiz kaldı

Âşıkta akıl kaldıysa, iş baştan perişandır. Çünkü aşk işinde ilk feda edilmesi gereken şey, akıldır. Akıldan geçmeyince gönülle yürünemez. Gönlün yürüyüşüne akıl daima engeldir. Aklınızla hareket ediyorsanız, gönül işinden bahsetmeyeceksiniz. Çünkü gönül işinde akıl değil, duygular devrededir. Akıl işinde sevgi vardır ama gönül işinde aşk vardır. Sevgide siz duygularınıza hâkimsiniz. Aşkta duygularınız size hâkimdir. Bu açıdan baktığımızda akıl ilk feda edilmesi gereken şeydir.
Akıl diyorsan; o, çoktan başımdan gitti. Aklı vermeden aşk yoluna gidilmez. Gönül ve can revan oldu, akıp gitti. Gönül bir su gibi akıp gitti. Gönül de soyut, can da soyut. Onları revan olmakla, akıp gitmekle ifade ediyor. Can kuşu ten kafesinden uçup gider. Demek ki uçup gitmeler hep akıp gitme şeklinde oluyor. Çünkü varlığı yok.
Senin uğrunda feda etmeyeceğimiz şey kalmadı, her şeyi feda ettik. Geriye kala kala elimizde kâr olarak, itibarı olmayan, pazara çıkınca alıcı bile çıkmayan değersiz bir kuru viranemiz kaldı. Varlıktan, bedeninden bahsediyor. Varlığını beslemek için bu kadar çırpınan, bedenini büyütmek için her gün kavga eden insanoğlunun materyalist bir dünyada hiç durmadan pazarlıklar yapıp daha iyi yiyeceklere, daha iyi evlere sahip olmak için bu kadar kavga eden insana nazaran, şu adamın söylediği, ten-i bî-itibar” dediği her şey dünya denen varlığın ne kadar geçici olduğunu hatırlatır.
Ölüp giden insanı, kokmasın diye hemen toprağa verirler, bir an önce yok etmeye çalışırlar. İçindeki gönül, ruh olmayınca değeri yok. Güzellik geçicidir. Kalp güzelliği sonsuzdur. İstediğiniz kadar bedeninize yönelik kazançlar sağlayın, hepsini burada bırakıp gideceksiniz. Ama kalbinize yönelik kazançlar sağlarsınız, o sizin arkanızdan gelir. Ölüm herkesi eşitler. Onun için “ten-i bî-itibar”ı unutmamak gerekir. Ne zaman ihtirasa kapılırsanız bu kelimeler aklınıza gelsin.

Hayalî devlet-i bi-i’tibâra bakmadın gitdin
Bize besdir bu kim dillerde bir efsânemiz kaldı
Hayâli ilk olarak şairin adı. Ey hayal peşinde koşan şair anlamındadır. İkinci olarak hayalî olan devlete bakmadan gittin. Kendi adını iki anlamda kullanıyor.
Ey hayal peşinden koşan, sana bir itibar sağlamayacak olan nimetlere, mevki ve makama bakmadan gittin. Bunlara hiç itibar etmedim. Seni ne makam ne mal mülk aldatabildi. Devlete itibar edilirse baki olur. Bakilik hissi, itibar hissiyle ifade bulur. Hâlbuki baki değilse niye itibar edilsin ki? Bir şey sizde ebedî kalmayacaksa, ona sımsıkı yapışmak ne diye?
“Bize dillerde efsanemizin kalması yeter” diyerek yıllarca şiirlerinin okunmasını, adının anılmasını hayal ediyor. Efsane gibi adamdı desinler istiyor. İçinde güzellikleri barındıran itibarsız teni sayesinde 450 senedir adı anılıyor, şiirleri okunuyor. Hayalî adı dilden dile dolaşıyor. Dünya üç günlük bir ömürdür. Ama şair adının anılmasını arzu ediyor ve bu hayaline de kavuşuyor.

SON EKLENENLER

Üye Girişi