Kullanıcı Oyu: 5 / 5

Yıldız etkinYıldız etkinYıldız etkinYıldız etkinYıldız etkin
 

HASTA DÜŞÜNCELER - MİRZA HACIYEV


***


Ben, elhamdülillah, müslümanım. Ama dinde bana karanlık kalan, asla anlayamadığım bir sıra meseleler var ki, kalbimi doldurup taşırdığı için onları sizlerle bölüşmek istiyorum. Fikirlerimi herkesin anlaya bilmesi için ve de bu, felsefi bir yazı olmadığı için sade bir dille bildirmeye çalışacağım. Aslında istersem bile felsefi dilde yazamam, çünki ben filozof değilim.


Ondan başlayım ki, ben bu yaşımaca bir türlü anlayamamışım ki, neden Allah bir ayede “Biz gökleri, yeri ve bunlar arasında olanları oyun olsun diye yaratmadık. Eğer bir eğlence edinmek isteseydik onu kendi katımızdan edinirdik, bunu asla yapmayız.“ (Enbiya, 16-17) diyor, diğer ayede bunun tam karşıtı olarak “Dünya hayatı bir oyun ve eğlenceden başka bir şey değildir...“ ( Sure 6, aye 32 ) diyor?
Yani bu dünya eğlence olarak yaratılmamış da, sonradan oyuna dönüşmüş mü?


Aslında genellikce kötükalblilerin sultanlar gibi bahtiyar yaşadığını, Allahtan korkanlarınsa bitmek bilmeyen sıkıntılar, mahrumiyyetler içinde üzüldüğünü görünce beşeriyyeti hakikaten de büyük ve acımasız bir trajikomedi oyunu içine düşürülmüş hisab etmemek olmuyor. Hayretler içinde düşünüyorsun ki, belki Ahirette ebedi cennetlerde bahtiyar olacak insanlar da bu dünyadaca sultanlar gibi yaşatılan haman bu her türden sahtekarlar, üçkağıtçılar, dolandırıcılar, yetim malı yiyenler, hırsızlar, pezevengler-falanlar olacaklar? Yoksa sonsuz kudret sahibi olan Adil Allahın bunca adaletsizliğe susması mümkün olabilen bir şey mi? Dindarlar sabır sahibi olsalar da onların bunca adaletsizlikten kalblerinin derinliğinde ne kadar üzüldüklerini görmüyor mu Allah? Adaleti berpa etmek yerine “Önceki Kitablar tehrif edilmiştir, alın size yeni Kitab” diye ardı ardına verilen semavi Kitablar gitgide daha çok o üzüntülerin dolub taşarak volkan gibi patlamaması için susturucu vasıtaya benziyor. Belki de ona göre ki, son Kitabın verilmesinden bin dört yüz yıl geçmiştir; o zaman kölelikti. Şimdi kölelik diye bir şey yok, beşeriyyet o devri çoktan kapatmış, Aya, yıldızlara yol almış, ilim ve teknolojide acaib ilerlemiştir. Bin yıllarca şiirlerde ğüzellerin yüzünün benzetildiği Aya beşer evladı artık ayaklarını basmış, ayaklarını.


Ama Kurani-Kerimden sonra Kitab gönderilmeyecek. Kıyametecen odur Kitabımız. Zemaneye, çağa, devrana uyğun gelse de, gelmese de. Siz sevinin ki, önceki Kitabları tehrif ettikten sonra Allah merhamet göstererek sizlere Kurani-Kerimi göndermiştir. Göndermezse ne yapacaktınız? Tehrif ettiklerinizi hakikat gibi kabüllenmekte devam etmeyecek miydiniz?Hadi şükür ediniz. Bu, semavi Kitabların en doğrusudur, Kıyametecen de Allahın koruması altındadır... Allahtan korkanların ekseriyyetinin miskin yaşamına gelinceyse, kardeşim, onlar gönülden Rahmana kul olmak istemişler; kul olanın hayatı köle gibi olmayıb da sultanlar gibi mi olacaktı? Sabırlı olsunlar, Ahirette sultanlar gibi yaşarlar. Tersine olacak yani, tersine. Bu dünyada köle gibi yaşatılan Ahirette sultanlar gibi yaşatılacak.


Sürü geri döndüyünde aksak koyun önde olur ya. Bak öyle bir şey. Teşbihte hata olmaz.


O yüzden biribirinin tam karşıtı olan o iki aye şahsen benim için bu anlamdadır: herşey ilericeden yazıldığı için bu dünya bir oyundur, sizler de oyunçu. Ama Ahirette, Adalet Mahkemesinde bu dünyadakı oyunçuluğunuza göre mühakeme edileceksiniz diye bu dünya hiç de oyun değildir... Yani, mesela, tasavvür ediniz ki, tiyatro sahnelerinde Otellolar Dezdemonaları hakikaten de boğarak öldürüyorlarmış. Tamaşalardan sonra Dezdemonaları mezarlığa götürüb defn ediyorlarmış, Otelloları ise mahkeme karşısına çıkarıyorlarmış cinayet işlemiş diye. Ve bunu senaryo gereyi yapmış olduğunu, sahneye çıkmazdan önce hipnoz edilerek hipnozçunun emriyle hareket ettirildiğini ise bildirmiyorlar ona. Böylece mezarlıklar Dezdemonalarla, hapishaneler ise Otellolarla dolduruluyor bilerekten. Aynı senaryonun devamı olarak.


Nice ki Ahirette cennetler iyikalblilerle, cehennemler kötükalblilerle doldurulacak. Bu dünya senaryosunun Kıyametten sonrakı, ikinci yaratılışdakı devamı gereyi olarak. Onlara da senaryo meselesini kimse belli etmeyecek. Asla. Demeyecekler ey bedbaht, sen senaryo için sana yazılmış rolünde oynatılmışsın göklerden görünmez iplerle, isteseydin de senaryoda yazılanlardan bir adım bile kenara çıkamazdın... Acaip bu ki, işin bu tarafı o bedbahtların kendilerinin de akıllarının ucundan bile geçmeyecek.
Peki, ama önceki Kitablar niye korunmamış? Onları da bir olan Allah göndermemiş miydi? Yoksa Kurani-Kerimin gönderilmesine sebeb olsun diye mi önceki Kitabların tehrif edilmesine yol vermiştir? Çünki madem ki son büyük peyğamberin gelişi ta miladdan bin yıllar öncelerden beklenmekteydi, tabii ki ona da Kitab verilmeliydi. Onun gelişine kadar ise öncekiler tehrif olmalıydı ki yenisi verilsin. O Kitabın Kıyametecen ciddiyetle korunacağı meselesi ise ondan sonra hiçbir semavi Kitabın gönderilmeyeceyinin sübutudur; çünki daha bir Kitab gönderilmeli olacaktısa Kurani-Kerimin de tehrif olunduğunu bildirmek zorunda olacaktı, o zaman da dindarlar “Hani, Kıyametecen korunacaktı Kurani-Kerim, noldu?” diyeceklerdi. Ama madem ki Kıyametecen korunacağı bildirilmiştir, halife Ömerle halife Osmanın zamanında hafizlerin söyledikleriyle kitab halinde toplanan ayelerden neyin çıkarılması, ayelere neyin ilave edilmesi barede şübhelenmek boşuna zaman kaybıdır. Çünki o şübhelerin tasdik olunub olunmaması yalnəz bir sonrakı semavi Kitabla mümkündür, o ise hiç zaman gönderilmeyecek.


Ama Kıyamete kadar “mehdi sahib ez-zaman” diye birisi gelmeyecek mi? Hazret İsa da göklerden indirilmeyecek mi? Onların ne dediklerinin de kitab halinde toplanma ihtimali yok mu? Yani. Dilsiz-ağızsız olmayacaklar muhtemelen. O zaman biz o yeni kitaba karşı itiraz edeceğiz mi Kurani-Kerimden sonra kitab olmaz diye?


Tabii ki eğer Kurani-Kerim tehrif olunmuştur derlerse. Asla da kabül edemeğiz. Yahudiler, hristianlar bu günece de Kurani-Kerimi kabül etmişler mi? Hayır. Neden? Çünki kabül ederlerse Tevratla İncilin tehrif edildiğini de kabüllenmiş olacaklar. Biz de mehdi geldiğinde, hazret İsa gökten indirildiyinde öylece.


Insanların bir kısmı temiz kalbli, diger kısmıysa kötülüklere meylliymişler. Kötülüklere meyli olanlara şeytan vesvese verince ona uyuyorlarmış,Allaha karşı geliyorlarmış. Ama tüm insanlar cennete salınmış olsalardı, şeytan da ebedi olarak cennete bırakılmayacaksa, kalblerinde kötülüye meyl olan insanları orada kim yoldan çıkaracaktı? Yani kalblerinde kötülüklere meyl olanlarla olmayanlar biribirilerinden asla farklı olmayacaklardı cennetlerde, çünki şeytan diye bir şey yok ortalıkta. Cehennem şeytanlar için, cennetse insanlar için.


Ama Allah istemiş ki, kalblerinde kötülüklere meyl olanlar cennette olmasınlar, cehenneme salınmaları içinse kötükalbli olmaları onlara sübut edilmeliydi, aksi halde cehenneme atıldıklarında diyeceklerdi “ bizi neden buraya attın?” O yüzden maddi Kainatı yaratmışdır Allah ki, insanları imtihan etsin. Bize böyle anlatılmışdır diye biz de böyle kabüllenmişiz.
Ama yani bu dünyada insanlar imtihan edilmekteler mi?


Nice yani imtihan? Allah her bir insanın ne yapacağını, kalblerinde olanları bile ilericeden bilen Kudret sahibi deyilmi? Eğer insanların kendilerinin kendi emellerine şahid edilmeleri için, Adalet Mahkemesinde Allahı adaletsizlikte kınamamaları için bizi ebediyyetten önce bu dünyada yaşatmaktadırsa, bu imtihan mı yani? İnsanlar herbirisine ayrıca olarak yazılmış senaryo dışında nelerse yapabilecek durumdalar mı?
Tabii ki Allah her şeyi güzel yaratmışdır. Ama kötülüklere meylli olan kalbleri kim yaratmış o zaman? Diyelim. o kalbler sonradan kötüleşmişler. O halde bile yine de mantıklı bir soru çıkıyor: sonradan kötüleşe bilecek kalbleri kim ve ne maksatla yaratmışdır? Tabii ki onları da Allah yaratmışdır ,çünki Ondan başka yaratıcı kuvvet yok sonsuzlukta. Peki, kötülüklere meylli olabilecek kalbleri yaratamaz mıydı? Tabii ki Allahın kudreti sonsuzdur, yaratabilirdi. Öyleyse kendisi istememiş insanların hepsi iyikalbli olsun. Bunun başka izahı olabilir mi? Ya hepsini iyikalbli yaratamamalı, ya da hepsinin iyikalbli olmasını istememeliydi. İyikalbliler baştanca cennetler için, iyikalbli olmayanlarsa cehennem materialı olarak yaratılmalıydı; gereksiz otomobiller, makineler hurdaya gittikleri gibi “istehsal eskikliyi olan” kalbikusurlu insanlar hurda olarak cehennemlere atılacaklardı. Yani kötükalbliler cehenneme atılmaları için bilerekten arızalı yaratılmışlar. Ve arızalı yaratıltıkları sebebinden cehenneme atılmaları akıllarına gelmesin diye bu dünya adlı tiyatro yaratılarak onlara kötü ameller yazılmış, alınlarına kafir damğası vurulmuşdur.


Öyleyse iyi ve kötü diye iki tür kalbın yaratılmasında maksat, demek ki, birilerinin mutlaka cehenneme atılmalarıymış. Burada ince bir husus var: cehenneme atılmaları insanlar için kötü amellerinin zaruri sonucu olarak bilinecek ama, anlamayacaklar ki onların cehenneme atılmaları Allah tarafından ilericeden düşünülmüşdür diye cehenneme atılmışlar. O yüzden hazreti Muhammed diyor “Siz daha annelerinizin betninde olduğunuz zaman sizlerden hankınızın cennetlk, hankınızın cehennemlik olduğu Allaha belliydi”. Yani sanki daha dünyaya gelmeden insanlardan bir kısmının ne olur olsun cehennemlere atılmaları vazgeçilmez bir şartmış, bu yüzden bazıları kalbikusurlu olarak yaratılmışlar. Aksi halde, eğer insanların hepsi şeytana asla ve asla uymayacak kadar temiz kalbli yaratılmış olsalardı, bir kısmının cehennemlere atılmaları vazgeçilemez şart olduğu için haman o kısım insanlara asla hakk etmedikleri halde kötü ameller yazılmalı olacaktı ki, mecburen cehennemlik olsunlar; bu da Allahın Adaletiyle asla bir araya sığamazdı. Ama madem ki, kalblerinde kötülükler var, onlara kötü ameller yazılmasında kınanılacak bir şey yok. Hidayet veren de bir tek Allah olduğu için ister onlardan bazısını doğru yola çeker, istemezse kalblerini bir az daha kötüleşdirir ki cehennemin dibine gitsinler. Ve ebediyyen yansınlar cehennemde, bu dünyada kötü amel sahibleri oldukları için. Aslındaysa kalbleri kötülüklere meylli yaratıldıkları için.


Cehenneme şeytanlarla birlikte insanlardan kafir olanların da atılması bu dünyadan bakılınca işin sonudur, yani kafirler Allaha asi oldukları için hakkettikleri cezalarını bulmuşlar. Ama insanlardan bir kısmının neden kafir çıkarılarak cehenneme atılması vazgeçilmez bir şartmış, belli deyil. Ebedi yanarak azap çekmeleri için mi? Ama yani cennettekilerin ne işle meşğul olacakları belli mi ki? İstediyimiz her şeyden yiyeceyiz, içeceyiz cennetlerde. Dinleneceyiz. Ve bunu ebediyyen yapacağız. Başka hiçbir şeyle uğraşmayacağız mı? Bir yıl değil, yüz yıl değil, milyon yıl değil, ebediyyen yani yeyib içib yan gelib yatacağız mı?


Kainatta on sekiz bin alem var. Beşeriyyet o alemlerden en aşağısıdır ilim ve teknoloji bakımından. Yaşadığımız gezegen de Kurani-Kerim tabirince dersek, aşağıların en aşağısıdır. Eğer semavi Kitablar Allah kelamı olmasaydı kesinlikle böyle düşünmek mümkün olardı ki, sanki o Yerdenkenkenar alemlerden devamlı olarak bizim aramıza gelerek insanları Allah adına biribirilerine kırdırmak, araları karıştırmak istiyorlar. Sanki bundan lezzet alıyorlar. Biz de gerizekalı olduğumuzdan onların fitnelerine uyarak beşer tarihinin ta ilkin zamanlarından din adına biribirimizin kanına susamış gibiyiz. Dindar da, kafir de kendisini haklı biliyor insan kanı dökmekte. Kıyametecen de bu böyle devam edecek gibi.


Dindar-kafir savaşlarında cehenneme gidecek kafirlerin sıraları dinc zamanlardakından farklı olarak birdence yüz kat, bin kat artıyor tabii ki; bu savaşlar cehennemleri insanlarla doldurmak içindir yani. Savaşlar olmazsaydı yedi kat cehennemleri kafirlerle doldurmak o kadar da kolay olmazdı anlaşılan. Sanki göklerden cennetleri doldurmaktansa cehennemleri doldurmağa daha çok dikkat yetiriliyor. Peyğamberlerin seçilmeyinde, semavi Kitabların gönderilmeyinde, meleklerin insanlarla ünsiyyetinde anlaşılmaz gizlilik, qayet-mahfilik de böyle düşünmeye esas veriyor. Sonsuz kudret sahibi olan Allahın kudretli melekleri neden seçilmiş insanlarla ---Peyğamberlerle gizli-gizli konuşmuşlar? Dağlar başında, mağaralarda, gece karanlığında, çöllüklerde. Ve sair. Her zaman da tenhalıkda konuşmuşlar. Neden yani? Nedir bu gizlilik? Herkes görmüş olsa Allahı kabüllenenlerin sayısı daha da çok olmaz mıydı?.Allahın bizlerden istediği de Onu tanımamız değil mi yani? Neden hazret Muhammede Hira dağında mağarada seslenmeliymiş melek? Neden hazret Musa Mısıra döndüyü zaman çöllükte karanlık gecede konuşmalıydı Allahla? İlahi emrlerin yazıldığı taş levhaları almak için neden adamlardan ayrılarak dağa kalkmalıymış? Herkesin yanındaca o levhalar ona verilmiş olsaydı Allahın yolundan azacaktı mı yahudiler, yoksa aksine, Allaha çok daha bağlanacaklardı? Elindeki asa ila denize bir dokunmakla on binlerce insanların gözleri önündece koskoca denizin ikiye bölünmesi o levhaların verilme usulünden az mı acaip mücizeydi? Ve ya asayı kayaya bir dokundurmakla toplumun gözleri önündece on iki yerden içmeli su çıkmıyor mu? Ve ya elini koltuğuna sokmakla bembeyaz olarak çıkarmıyor mu onu? Hele firavunun sarayında, meşhur sihirbazların önünde asayı yere atınca koskoca yılana dönmüyor mu asa? Ama en önemli olan şey --- Allahın emrleri yazılmış levhalarsa ona dağlar başında, tenhalıkta, gizlice veriliyor. Neden? Belki ona göre ki, gedib gelmeyi kırk gün çekecekti, o müddette yahudilerden bir çoğu onun gec kaldığını görünce altınlarını toplayarak eriteceklerdi ve erimiş altından bir buzağı putu düzelteceklerdi ve ona tapınacaklardı? Böylece bir sürü de cehennemlik insan bu olay zamanı da meydana çıkmış olacaktı mı? Ama o taş levhalar onların yanındaca hazret Musaya verilmiş olsaydı buzağı putu düzeltmek akıllarına gelir miydi? Veya hazret Musa buna izin verir miydi? Aksine, daha bir mücize gördüklerinden Musa peyğambere inamları bir az daha artmış olmaz mıydı?
Ben Allaha asi olanlara hiç zaman hak kazandırmam ve Allahın ayeleriyle alay edenlere nefret ederim. Sadece, o taş levhaları görünce buzağıya tapan insanların ne düşünebileceklerini anlamağa çalışıyorum. Firavunun zulmünden kurtulmak için Mısırdan çıkmak zorunda kalanlardı onlar, sanmışlardı Ürdün-Filistin çöllerinde bahtiyar olacaklar ama, senelerce aclıkla-susuzlukla karşı-karşıya kalmışlardı avare-avare dolaşarak. Her zaman da kendilerini ve Allahı kınıyorlardı “neden Mısırı terkettik” diye. Şimdi tasavvür edin ki, onları Mısırdan çıkarmaya sebeb olmuş Musa peyğamber “Allahla görüşmeliyim” diye ortalıktan kayb oluyor, dağa kalkıyor, kırk gün sonra da bir kaç taş levhayla geri dönüyor ki, bu levhalarda Allahın emrleri yazılmıştır. Tabii ki “ Neden bu levhaları Allah bizim yanımızdaca vermedi sana?” diyeceklerdi,” Nerden bilelim, belki kendin çizmişsin o yazıları o taş levhalarda, onun için de gec dönmüşsün. Bir zamanlar İbrahim peyğamber oğlunu kurban kesmek isterken Allah hiç yerdence ona bir koç vermemiş miydi ki bunu kes? Bak o taş levhaları da bizim yanımızdaca veremez miydi hiç yerdence sana?”


Ama bu da var ki İbrahim peyğamberin gördüğü o mücizeye de yalnızca kendisi şahid olmuşdu. Çünki oğlunu kurban kesmek için adamlardan ayrılarak epeyce uzaklara, dağlara-derelere gitmişdi. Tabii ki oğlunu kesmeden koçla döndüğünü görenler o zaman ona da sormuşlar ki “Oğlunu kurban kesmek için o uzaklara gitmekde maksatın neymiş? Koç mu arıyordun? Oğlunu bizim yanımızdaca kesmek istemiş olsaydın koçun peyda olduğunu kendi gözlerimizle görebilirdik”


Tabii ki üstünden yüz yıllar, bin yıllar geçtikten sonra peyğamberlerin mücizelerine inanıb-inanmamak çok kolayca bir işdir. İmanın varsa kabül edeceksin, imanın yoksa masal deyib geçeceksin. Ama o mücizeler zamanında yaşayanlardan, o mücizeleri görenlerden biri olmağa çalışın; O mücizelerin sihirbazlık numarası değil de, Allahtan olduğuna tüm varlığınızla emin ola bilecek miydiniz? Kalbinizden hiç mi şübhe seli geçmeyecekti? Hiç uzağa gitmeyelim, tasavvür ediniz ki, yaşadığınız şehir 610-cu yıl Mekkesidir, çocukluğundan tanıdığınız komşularınızdan birisi birdence sizlere diyor ki, Allah beni rasül seçmiştir. Bir kaç ayeden başka ayeler gönderilmemiş daha ve hiç bir mücize de gösteremiyor, sadece, diyor ki “ben Allahın rasulüyüm, dediklerime inanın”. Ne düşüne bilirdiniz o adam hakkında? Sonrakı aylarda, yıllarda değil, o ilk anlarda, o ilk günlerde ne derdiniz ona? Hemen kabül eder miydiniz onu rasül olarak? En akıllı hareketiniz bu olardı ki, peyğamberlik hakkında bilgisi olanlara sorasınız, doğru mu? Çünki arapların önceler semavi Kitabları olmamışdı, cahil idiler, putlara tapınırlardı, okuma-yazmaları da yoktu. Bilgisi olanlar yahudiler ve hristianlardı. Yahudilere sorduğunuzda diyeceklerdi “bize göre son peyğamber İsrail topraklarından, Vifleyemden çıkmalı, İsayı da bu yüzden kabül etmedik, çünki o, İsrail topraklarından olsa da Qalileyadanıydı, Vifleyemden değildi. Hristianlar da diyeceklerdi “bize göre İsa-Mesih gelmeli, biz peyğamber değil de onun gelişini bekliyoruz”. Bu gün de birisi kendisine “rasulüm” derse ona asla ve asla inanmazsınız, çünki müslimanlara göre hazret Muhammedden sonra peyğamber olmayacak, o, peyğamberlerin mühürüdür. Bakü etrafından çıkarak kendisine “rasül” diyen Aleskere inandınız mı? Yalançı Alesker diye lakab koşmadınız mı?


Hem de o büyüklükte Allahın bir dağ başında insanlardan birisine taş levhalar verib “ bunlar benim emrlerimdi, ver insanlara” diye insan topluluğu içine göndermesi meselesini mantıkla düşününce akıl alamıyor. Biz, sadece, Allaha köle olduğumuz için kabül etmişiz ki, O nice demişse öyledir, çünki peyğamber yalan konuşmaz. Hazret Musa onları Allahtan almışdır; O vermişdir, bu da almışdır. O kadar. Ama hadise nice olmuştur? Melek aracılığıyla mı vermiş Allah onları, yoksa hiç yerdence peyda olan koç gibi mi peyda etmiş o taş levhaları, onu biz bilemeyiz. Bildiyimiz odur ki, Allah sonsuz büyüktür, lamekandır, ufacık bir gezegende bir dağ başında olan mekana asla ve asla sığamaz.
Hatta o koç bile İbrahim peyğambere melek aracılığıyla verilmişdir. Allahın eli yok ki. Yunan efsanelerinde onu hayır ilahesi Hermes veriyor. Hermes, Zerdüştilikteki ışık tanrısı Hürmüzd yani. Ahuramazda. Karanlık tanrısı Ehrimenin karşıtı. Anqramanyunun karşıtı yani. Daha doğrusu, Karamanın karşıtı. Karaman türklerinin.


Hem de, neden o levhalar taşdan olmuş ki? Musa peyğamber dağdan inib geldiyinde yahudilerin buzağıya sitayiş ettiklerini görünce kazabından o levhaları dizine vurarak kırmıyor mu? Demirden ve ya başka sert materialden olmuş olsaydı kıramazdı onları. Tabii ki Allah her şeyi ilericeden bilendir; o zaman demek ki Musa peyğamber geri döndüyü zaman onları dizine vurunca kırılsın diye mi taşdan olmalıymış o levhalar? Ama nerde mantık? Madem ki dize vurduğu zaman kırılacakmış neden onlar kırıla bilen materialden imişler?
Bakınız, bir tek taş levhaların insanlardan gizlice, uzaklarda, dağlar başında peyğambere verilmesi ne kadar şübhelere yol açabiliyor. Ve bu şübheler artarak büyüyerek sonunda ne kadar insanın peyğamberle alay etmesine ve kafir olmasına yol açıyor. Beşeriyyeti doğru yola iletmek isterken ilahi alemin uyquladığı anlaşılmaz ve gereksiz gizlilikler, tenhalıkta görüşler sonuç itibariyle cennetlerin değil, cehennemlerin insanlarla doldurulmasına hizmet ediyor.
Hazret Muhammede gece Hira dağındakı mağarada verilmişdir peyğamberlik. Tenhalıkta yani. Herkesden uzakta.
Hazret Musaya Mısıra döndüyü zaman gece çöllükte verilmişdir peyğamberlik. Tenhalıkta yani. Ailesi ve kardeşi de beraberinde olsa da uzaklarda yanan ağacı görünce onları durdurmuş, kendisi tek yaklaşmıştır o ağaca. Görmüş ki alev değilmiş ışık saçan, nur imiş. O nurdan da Allah ona seslenerek onu peyğamber seçmişdir. Yani Allah ona peyğamberliyi yalnızlıkta, ailesinden ve kardeşinden aralıda vermek için yanar ağac “tuzağı” kurmuş ona. Ama niye acaba? Ailesinin, kardeşinin yanındaca ona peyğamberlik vermiş olsaydı nolacakmış yani? O zaman hiç yanar ağac tuzağına da ihtiyac kalmazdı. Veya yanar ağacı görünce Musa beraberindekilerle birlikte ona yaklaşmış olsaydı ne baş verecekti? Peyğamberlik verilmeyecekti mi? Olur mu? Yanar ağacı görünce onun beraberindekilerden ayrılarak yalnızca ağaca yaklaşmalı olduğunu yazan da Allahın ta kendisi değil mi?
Ondan önceki veya sonrakı gün gündüzçağı, gün ışığında verilemez miydi peyğamberlik? Mutlaka gece verilmeliydi mi, ta uzaklardan yanan ağacı görsün de adamlardan on-on beş dakikalık ayrılsın? Gündüz ışığında onu ailesinden, kardeşinden on-on beş dakikalığına ayırmağa, ona peyğamberliyi tenhalıkta vermeye hiç mi yol bulmayacaktı Allah? Tabii ki Allah herşeye kadirdir. O halde peyğamberlik seçimine yanar ağac tuzağıyla gizliliyin yanı sıra bir de göklerden gelme bir esrarengizlik, akılalmaz sırlılık süsü de verilmek istenmiş yoksa? Ya belki geceler insanda korku hissi çok daha kabarmış oluyor, o yüzden hep gecelere salınıyor böyle işler? Bakınız, gecenin karanlığında yanar ağaca yaklaşdığında ağacdan “ Ey Musa!” diye ona müracaat edilmesinden, elindeki asanın yılana çevrilmesinden o hazret nice de korku içinde bağırarak kaçıyor! Bu acaip hadise gündüz zamanı olmuş olsaydı o kadar korkar mıydı acaba? Hiç sanmıyorum. Gecenin vahimesi bir başkadır. İlk vahiyleri aldığında hazret Muhammed de çok korkmuştu, mağaradan telaş içinde çıkarak arkasına bakmadan kaçarak evine gelmişdi. Evde de tir-tir titriyormuş, yere yıkılarak “ Beni ebaya bürü, soğuktur” demişdi Hatice hanıma.
Odur ki Yaradan tarafından aşırı korkutulmak istenildiği için peyğamberliyin Musaya geceyken verilmesi çok daha mantıklı geliyor. Çünki seneler önce Musa Firavun sarayına yakın birisini yumrukla vurub öldürmüşdü, buna göre Firavunun ona kazablandığını duyunca Mısırdan kaçmışdı. Mısıra dönmekte olsa da hala o korku canından çıkmamışdı. O adamı öldürdüyü için Mısıra varınca başına neler geleceyini bilmiyordu. Şimdi işe bak ki haman firavunun sarayına giderek ona yahudileri Mısırdan çıkarmak istediğini bildirmeliydi. Firavunu ikikatına kızdıra bilirdi böyle bir talep. Ve ondan korktuğunu bildiriyor da “yanar ağaca”. O yüzden Allah korkusu Firavuna olan korkusundan çok daha üstün olmalıydı ki, korkmadan saraya gidebilsin.
Tabii, bu da var ki peyğamber olması gibi Firavunun sarayına gitmeli olması da onun alın yazısıydı. Firavundan korksa da, korkmasa da gitmeliydi. Yazılana karşı gidemmez hiçkimse. Biz insanlar dünyaya geldiğimiz andanca ilahiden hipnotik uykudayız, yalnızca ecel anı geldiyinde hipnoz altından çıkarılıyoruz. Ölüm hipnozdan çıkma anımızdır bizim, başka bir şey değil. Hipnozdan çıktıkmı, asıl hayat başlıyor.
Kurani-Kerimden bildiyimize göre hazret Musanın elindeki asa üç kez yılana çevrilmişdir Allahın kudretiyle. Bir defa çöllükte, yanar ağacın karşısında ona gösterilmişdir, iki defa da firavunun sarayında. Tabii ki asa herhangi başka bir hayvana, mesela aslana, ayıya, timsaha, tilkiye-falana da çevrilebilirdi Allahın emriyle. Ama neden her defa yalnızca yılana çevrilmiş? Firavunda yılan korkusu mu varıymış? Tabii ki yılandan herkes korkuyor. Ama aslan da, ayı da, timsah da asla korkulmayacak hayvan değiller. O halde neden yılan?
Benim şahsi kanaatime göre bunun cevabı çok sadedir: Firavunların baş taclarının alın hissesinde boynunu ileri uzatarak karşısındakını çalmağa hazır yılan başı varıydı. Yere atılmış cansız asa birdence koskoca yılana dönüşerek sihirbazların attığı ipleri yutuyorsa tacdakı cansız yılan da öylece koskoca yılana dönüşerek Firavunu yutabilmez miydi? Kendisini tanrı hisab eden Firavun hükümdar temkinini unutarak korkusundan bembeyaz olub o yüzden tahtından fırlamışdı. Yani eğer tacda yılan değil de timsah ve ya aslan olmuş olsaydı asa ya timsaha, ya da aslana dönüşmeliydi ki, Firavun o hadiseden sonra her anını kafasındakı korkuyla yaşasın ve bu müthiş korkudan kurtulmak için yahudilerin Musayla Mısırdan çıkmasına razılık versin.
İbrahim peyğambere hiç yerden koç gönderildiği gibi bu hadise de tarihte eşi-benzeri olmayan bir hadisedir. Ama bu hadiseni koç ehvalatından farklı olarak Firavun sarayında yüzlerce adam görmüş, o yüzden çok daha inandırıcıdır. Odur ki asla ve asla mümkün değil böyle acaip bir hadisenin Firavun tarihçileri tarafından kayıta alınmaması. Ama maalesef. Ondan bin yıllarla önceki Firavunların ne yaptıkları, karılarına ne dedikleri, neler inşa ettikleri hakkında malumatlar var ama, bu hadisenin hangi Firavunun zamanında olduğunu bile dakiklikle bilmiyoruz. Sadece, tahmin ediyoruz ki İkinci Ramzes olabilir. Hiç değilse hangi firavunun kendi ordusuyla denizde boğulduğnu bilmekle bunu dakikleşdirmek mümkün olmaz mıydı? Ama o barede de malumat yok. Sanki kudretli bir el hazret Musa hakkında tüm bilgileri, dökümanları Firavun sarayından silib süpürmüş ki, beşeriyyet bu hadiselerin gerçekliyine şübheli kalsın. O şübhelerin sonuçu değil mi bu gün insanların çoğu o mücizelere Allah korkusu yaratmak için uydurulmuş masallar gibi bakıyor? Yani yine de gizlilik kendi kötü işini görmüş oluyor. Cehennemleri insanlarla doldurmak işini.
Makedoniyalı İskender Mısırda İskenderiye şehrini inşa ettikden sonra Firavun sarayında bin yıllarca kahinlerin korudukları eski kitabları şehir kitabhanesine verdiriyor ki, orada korunsun ve insanlar okuya bilsinler, yararlansınlar. Ama bin yıl sonra halife Ömer Mısırı işğal ettikte İskenderiye kitabhanesinde ne ki eski dünyaya ait eser varmışsa, hepsinin yakılmasını emrediyor. Böylece beşeriyyetin eski dünyayla bağları kesin olarak kırılıyor.
İkinci Ramzes olduğu tahmin edilen Firavun da, onun sarayında Allahın mücizelerini gösteren hazret Musa da eski dünyaya ait oldukları için onlar hakkında kayıtlara alınmış sehih malumatlar da Nuh tufanından o zamana kadarkı kadim dünya tarihini içeren diger son derece kiymetli eserlerle birlikte yanarak yok olmuş büyük bir ihtimalle. İnsan halife olsa bile Allahın yazdıklarını yapar. Hiçkimse kendibaşına iş göremez. Peki, Allah neden o kitabhanenin yakılmasını istemişdi? Eski dünyaya ait herşey gizli kalsın diye mi? Gizli kalsın da cehennemlik insanların sayısı artsın diye mi? Akıl alamıyor tabii ki. Hazret Ömer demişdi ki “O kitabların bir hayırı yok, eğer onlarda yazılanlar Kurani-Kerimde varsa. Aksine, zararı çok, eğer onlarda yazılanlar Kurani-Kerimde yoksa”. Yau kardeşim, o kitablarda yazılanlardan Kurani-Kerimde olanlarını yakmamış olsaydın İbrahim peyğamberin, Musa peyğamberin, Yusif peyğamberin Firavunlarla neler konuştuklarını tarihi dökümanlar gibi kafirlerin gözüne sokardık ki, bakınız, Kurani-Kerimde yazılanların aynısıdır ve tabii ki o kafirlerden çoğunluğu fakt karşısında kalmış olduklarından Allaha asi olmayı bırakırlardı. En azından Kurani-Kerime karşı gelebilecek bir sözleri olmazdı. Birileri o Kitabı yakmak isterken digerleri diyebilirdi “Allahın o Kitabda dediklerinin tarihi dökümanlarla tasdik olunduğunu gördün diye öfkenden, acığından mı yakıyorsun?”
Kötü koşullarda, zulüm altında yaşadıkları için Musa peyğamberin Mısırdan çıkardığı yahudiler kendilerine yeni hayat kurmak için yüzyıllarca filistinlilerle düşman olmuşlar. Zaman-zaman filistinlilerin topraklarına sahiblenmek istemişler, onlar da buna karşı direnmişler doğal olarak. Yani bir zamanlar Mısırda zulüm görenlerin torunları başkalarına zulüm etmeye kalkışmışlar. Hatta yeni geldikleri topraklarda miladdan önceki binyıllığın başlarında devlet de kurabilmişler. Davud peyğamberin ve oğlu Süleyman peyğamberin zamanında şan-şöhretli olmuştur o küçük devlet. Filistinlilere karşı düşmanlık etmelerine, onların mallarına, mülklerine, topraklarına sahiblenmelerine, tabii ki, ilahiden hak kazandırıyorlardı, “bu toprakları Allah bizlere vaat etmişdir” diye. Hem de yalnız Filistin topraklarını değil, Dicle-Fırat civarından ta Mısıra kadar bütün bereketli topraklar Kıyametecen onların olmalıymış. Üç bin yıldan çoktur bu vaat yüzünden Orta Doğuda savaşlar durmak bilmiyor. Ama bir türlü sahiblenemiyor yahudiler o büyük topraklara.
O vaat da bir zamanlar İbrahim peyğambere teklikde verilmişdir. İbrahim peyğamberin 99 yaşı, karısı Saranın da 89 yaşı olduğunda Alah onu bir oğulla müjdelemiş, demiş ki ondan olacak nesiller gökteki yıldızların sayı kadar olacak, Dicle-Fırat civarından Mısıra kadar bereketli topraklar onların olacak Kiyamete kadar. İbrahim peyğamber de ihtiyar çağlarında oğlu ola bileceyinin hakikat olduğuna bir alamet göstermesi için yalvarmış Allaha. Onda Allah ona kurban kesmeyi emretmiş, demiş ki kurbanlığın etini bir çuvala, kemiklerini bağrsaklarını yağlarını diğer çuvala koysun ve o çuvalları biribirinden aralı koyarak beklesin, alameti görecek. O da Allahın dediyi gibi etmiş, çivalları da biribirinden aralı koyarak beklemiştir. Gece birdence alev peyda olarak kemiklerin, bağırsakların, yağların olduğu çuvalı yakmıştır. Böylece o zamandan Nuh peyğamberden kalma kurbanlık merasimi tarihe kavuşmuş, insanlar artık kurban keserken kurbanlığı tamamen yakmayı bırakmışlar; etini yemişler, yemeye yararsız kısmını yakmışlar.
Çocuk doğduğunda ona İshak adını veriyorlar. Hacer hanımdan olan İsmayılın o zaman 14 yaşı varıymış. Ve İsa peyğambere kadar olan peyğamberlerin hepsi İshak neslinden, bir tek son peyğamber hazret Muhammed İsmayıl neslinden çıkacaktı.
Bu vaat meselesi de ilahi alemle bir tek beşer evladı arasında teklikde, hiç bir kenar şahidler olmadan baş vermiş olduğuna göre o zamandan bu günümüze kadar da ümmetler arasında büyük fikir ayrılığına, qlobal mikyasda sahtekarlıklara, bitmek bilmeyen savaşlara sebeb olmuşdur. Fikir ayrılığının temel sorusu da buydu: Yer yüzündeki bütün nesillerden, halklardan üstünlük İbrahimin her iki oğlundan olan nesillere mi aittir, yoksa yalnızca İshaktan olan nesillere mi? Yahudiler bunu yalnızca kendilerinin hakkı biliyorlar, çünki İshak neslindendirler. Kurayşiler İsmayılın neslinden olduğu için o yüzden o nesilden çıkmış hazret Muhammedi asla ve asla kabül etmiyorlar. Halbuki Allah Kurani-Kerimi indirdikten sonra kurayşilere Kuzey-batı Afrikadan Hindistana, Kafkaslardan Yemene kadar olan o büyüklükte toprakları vermekle vaadini fazlasıyla yerine getirmişdir.
Qlobal mikyasda sonrakı büyük sahtekarlık da budur ki, ne zamansa yahudilere vaat olunmuş topraklar verilirse yevreyler onlara ortak ola bilsinler diye Yafet oğlu, şumer türkü olan İbrahim peyğamberi Samoğullarındanmış gibi göstermekle onu kendi nesillerine ait etmişler. Halbuki yunan efsanelerinde birisine et, diğerine kurbanlığın yemeye yararsız hisselerini koyduğu iki çuvalla Zeusu “kandırarak” kurbanlığın yeni usulünü icat eden Prometeus adlı kahraman İapet oğlu (Yafet oğlu) olarak bilinmektedir. Beşer tarihinde ise Nuh peyğamberden kalma kurbanlık usulünü değiştiren bir tek kişinin İbrahim peyğamber olduğu kesindir. Ve “pro” Avraam, “methe” ise öngören, yani peyğamber demek olduğu için Prometheus İbrahim peyğamberin ta kendisidir, daha doğrusu, onun efsaneleşmiş obrazıdır. Yunanların meşhur “Arqonavtlar” efsanesi yevreylerin dünya çapındakı bu sahtekarlığının ustalıkla kodlaştırılmış bir şekilde apaçık bir beyanıdır. “Efsanevi Arqo gemisinin sırrı” adlı eserimde bu kodun şifresini açarak o efsanedeki Afamantın da Prometheus gibi İbrahim peyğamber obrazı olduğunu delillerle, mantıklı izahlarla sübut etmişim; Afamant da oğlunu kurban kesmek isterken ona hiç yerdence bir koç veriliyor ki, bunu kes. Ayrıca, o efsanedeki Yasonun da Musa peyğamberin tahrif olunmuş obrazı olduğunu göstermişim; çöllükte nurlar içinde olan ağaçtan ilahi emaneti --- haman o koçun derisini sihirbaz sevgilisi Medeya ile gizlice alan Yason Musa peyğamberin tahrif olunmuş efsanevi obrazıdır. Ama bunu da güzel biliyorum ki, Prometheusun İbrahim peyğamber olduğu barede keşfimi bir gün bütün beşeriyet kabüllenerse bile bir tek yevreyler inkar ederler. Çünki bütün dünya biliyor ki, türklerin dedesi Yafettir; madem ki Prometheus Yafet oğludur, o zaman İbrahim peyğamber de Yafet oğlu, yani türk olmuş oluyor. Bu ise yevreyler için elveda vaat olunmuş topraklar, elveda diğer halklardan üstünlük demektir.
Bir şey anlaşılmıyor: neden bir nesil, bir halk bütün beşeriyetten üstün olmalıymış? Bu ayrıseçkilik insanlar arasında, halklar arasında beraberliye zarar vermiyor mu?
Musa peyğamberin Mısırdan çıkardığı yahudiler kırk yıl sehralarda dolaştıkları için onların ac kaldıkları zamanlar çok olmuş tabii ki. Allahtan yiyecek istemişler. Bir gece onlara göklerden pirince benzer yiyecek yağmıştır. Ama acaip budur ki, o gece yiyib bitirmeliymişler o yemeyi. Sabah hava ışıklanınca bozulacakmış...Ne et, ne yağ, ne peynir, ne süt, ne şeker-falan, sadece pirince benzer bir şey vermiş Allah. Doyunca ye yani.. Peki, olsun. Ne yapabilirler ki? .Hiç olmamaktansa bu olsun barı. Ama neden sabaha kalınca bozulacakmış? Ac adam hepsini yimez ki. Yarını, öbür günü de düşünecek herhalde. Hepsini bu gece yerse yarın ne yiyecek diye yarına da bir kısmını saklamak ister.
Ama olmaz. Bu gece hepsini yemelisiniz.
Daha acaibi bu ki, neden gece verilmeliymiş o yemek? Gün ışığında bozula bilir diye mi? Öyleyse gün ışığında bozula bilmeyen yiyecek vermek olmaz mıydı? Tabii ki Allah kudretlidir, verebilirdi. Ama gündüz vermemiş, gece vermiştir. O zaman herhalde gündüz göklerden nasıl verildiğini görmeleri istenmemiş. Ama görürlerse ne olacakmış ki? Göklerde olan bu ne müthiş gizlilik sevdası, bu ne müthiş gece sevgisidir, anlamak mümkün değil.
Ölü Denizin yerinde beş şehir varmış, erkekleri homoseksüalizmle meşğul imişler, erkekler qadınları bırakıb erkeklerle sevişiyorlarmış. Bu yüzden Allah üç melek göndererek o şehirleri çocuk-büyük, erkek-kadın demeden bütün ahalisiyle birlikte bir gecede mahvetmiş, göklerden kükürtlü yağmur yağdırarak şehirlerin yerinde Ölü Denizi yaratmışdır. Şehirleri dağıtacaklarını önce melekler üç erkek kıyafetinde İbrahim peyğamberin yanına gelerek ona bildirmişler. Yalnızca ona yani. Başka insanlar şahid olmamışlar bu bildiriye. Ondan sonra şehirler dağıtılmış. Hem de gece. Sabah açıldığında herşey bitmişdi artık. Şehirler ve insanlar sular altında kalmışdı.
Gün ışığında dağıtmış olsaydılar ne olacakmış acaba? Nice dağıtıldığına şahidler olacaktı mı gündüz? Evet. Şahid bırakılmamışdı. Yalnızca Lut peyğambere ailesiyle kaçmak izni vermişlerdi, onlar da dönüb arkalarına bakmadan kaçmalıymışlar. Dönüb bakarlarsa öleceklermiş. Lut peyğamberin karısına merak güc gelmiş, şehirlerden gelen gürültüye duramamış, bakmak için dönmüş ama, o andaca duirduğu yerdece taş sütuna çevrilmişdi. O yüzden Lut peyğamberle iki kızı o gecenin canlı şahidleri olsalar da şehirlerin nice dağıtıldığını kesinlikle görememişler.
Ama neden görmeli değillermiş? Gören bir tek Lut peyğamberin zavallı karısı olmuş, o da taşa çevrilmişdi. Acaba, kadın ne görmüşdü ki, o barede başkalarına söz edebileceyinden ihtiyat etmişler melekler? Acaip bir gecede acaip bir gizlilik!
Yeri gelmişken, fantezileri çok-çok kuvvetli olan kadim yunan yazarları bu “dönüp bakmamak” yasağıyla ilgili de muhteşem bir efsane yaratmışlar. “Orpheus ve Evridika” efsanesidir o. Şehirlerin dağıtılması konusuyla alakalı değil efsane, ölümün ayırdığı sevgililerle alakalıdır. Orpheusun yalvarışıyla Tanrı onun sevgilisini tekrar diriltecekmiş ama, dirilteceyi esnada biribirine bakmamalıymışlar. Ama Orpheus duramamış, Evridikaya bakmış, bu yüzden Tanrının yasağını pozmuş diye sevgilisi Evridika diriltilmemişdir. Hem Lut peyğamberin karısının, hem de Orpheusun sevgilisinin ebedi ayrılığına sebep bir tek şeydir: “dönüp bakmamak” yasağının pozulması. Efsaneyi hakikatle birleştiren ana hattır bu!. Tabii ki ölmüş birisinin bu dünyada tekrar diriltilmesi mümkün olan şey değildir. Ama Allah için mümkün olmayan bir şey var mı ki? Diriltecek. Ama bir şartla ki dönüp bakmayasşn. Baktıysan diriltmeyecek, sevgilini göremeyeceksin, suçlu da sen olacaksın.
Orpheus ise dönmüş bakmış... Hadi canım!.. Olamaz ya!..Bir az duramıyor muydu sanki.
Ama yani hakikaten de Orpheus mu suçlu olan? Yani o yasağı şart gibi öne süren Allahın ta kendisi değil mi onu döndürüp baktıran?! Döndürüp baktırmalıymış ki suçlu olsun diye Evridikayı diriltmesin. Niye? Çünki insanlar bilmeliler ki, eğer Allah birilerine bahtiyarlık yazmıyorsa bunun günahı onların kendilerindedir. Yasakları pozmuşlar, o yüzden bahtiyar olamıyorlar. Yoksa Allah için diriltmek kadar kolay ne varmış ki? “Ol” diyecek, o da haman olacak.
Peki, o şehirlerdeki el boyda bebeklerin günahları neymiş? Onlar da mı homoseksüel imişler? Veya kocaları erkelere takılan karıların, kız-gelinlerin günahı neymiş? Hangi karı ister ki kocası onu bırakıp da başka kadınla da değil, erkeklerle sevişsin? Öldürülmeli olanlar yalnızca erkekler değil miydi?
Dünya hırıstiyanlarının kabüllendiği 4 İncilin hepsinde hazret İsanın Allahın oğlu olmağı, çarmıha çekilmeyi, sonra annesinin yalvarışları üzerine Allahın onu dirilterek annesine göstermeyi, ondan sonra onun yine o dünyaya gitmeyi bildiriliyor. Kurani-Kerimde Allah bunların kesinlikle yanlış olduğunu diyor; Allahın oğlu olamaz! Haşa! İsa çarmıha çekilmemişdir. İsanın yerine onun benzeri öldürülmüşdür, İsayı ise Allah kendi yanına kaldırmışdır.
Bir tek Barnava İncilinde bu dolaşık mesele Allahın dediyi gibidir. Ama hristiyanlar o İncili yakınlarına bile bırakmazlar.
Barnavaya göre İuda İsayı tutuklattırmak için Roma askerleriyle geldiği zaman Allah İudayı aynen İsaya benzetmiş, böyle ki, havariler bile onun İsa olduğuna şübhe etmemişler. İuda onlara “İsa nerde?” diye sorduğunda onlar taaccüble “Nice yani? İsa sen değil misin” diye gözlerini faltaşı gibi açmışlar. O ne kadar “Ben İudayım” demişse de onu dinlememişler ve Roma askerleri de onu İsa bilerek götürüb gitmişler. İsa peyğamberse askerlerin geldiğini görünce pencereden çıkarak kaçmış ve dört melek onu göklere kaldırmıştır.
İudanın hazret İsaya benzetilerek hazret İsanın çarmıhda öldürülmekten kurtarılması tabii ki çok büyük mücizedir. Ama bu mücize sonucunda iki bin yıldır milyarlarca hristiyan yanlışlıkla haç çevire-çevire hain İuda için göz yaşı dökmüş olmuyor mu? Çarmıha çekilen İudadırsa haçın ümumiyyetle ne manası kalmış oluyor? Hazret İsa insanları Allah yoluna çekmek için gönderilmişse kendilerini onun ardıcılları hisab eden milyarlarca hristiyan büyük bir yanlışlığa düşerek İuda için ağlaya-ağlaya cehennem odunda yanmayacaklar mı?
Bu büyük mücize de gece baş vermişdir. Gündüz olmuş olsaydı hazret İsayı tutuklamağa gelmiş Roma askerleri de, heyecanlanmış halk da onun pencereden kaçtıktan sonra dört melek tarafından göklere kaldırıldığını görmez miydi? Hepsi de hayretler içinde kalarak onun hakikaten de peyğamber olduğunu kabüllenmez miydi? Allahın da maksatı insanların imanlı olması değil mi yani?
Ama maalesef. Yine de gecenin karanlığı işleri bozmuş. Bir-iki havariden başka kimse görmemiş onun göklere kaldırıldığını. Diyecekler eğer hadise gündüz olmuş olsaydı ,o zaman sorarlardı “Eğer göklere kaldırılan o adam hazret İsadırsa bu tutukladığınız kim o zaman? İki İsa olamaz ki”.
Ama İsanın göklere kaldırılmağının görülmeyi istenecek olmuş olsaydı o zaman İudanın ona benzetilmesine de ihtiyac kalmayacaktı. Her halde. Çünki İsa peyğamberin kurtarılması için İuda ona benzettilmişdi. O halde neden göklere kaldırılmak mücizesini hiç kimse görmemeliymiş? Askerler ve halk onu dartıb dört meleyin elinden ala bilecek değildiler ki.
Olabilsin o yanlış dört İncili yazan havariler İsa peyğamberin Roma askerlerinin geldiğini görünce pencereden kaçmağını bir türlü kabüllenememişler. Nice olsa da o, Yeryüzüne gelmiş-gitmiş altı büyük rasülden birisiydi, onlar içinse hatta Allahın oğluydu. Arakarıştıran revolyusionerlər gibi tehlike duyunca bir yolunu bulub aradan çıkmağını onu gönderen Allahın azametine, kudretine, şanına sığıştıramamışlar.
Peki, o tahrif olmuş İncillerde havarilerin kalemlerinin ucunda hazret İsanın çarmıha çekildikten üç gün sonra diriltilerek tekrar ölüler dünyasına götürülmeyine ne ihtiyac varmış? Sadece çarmıhta ölümüyle biten din icat edemez miydiler?
Azizlerim, bu, kadim Mısırlıların ölüler dünyasının hükümdarı hisab ettikleri, tanrı oğlu tanrı bldikleri Osirisden kaynaklanış bir fantezidir. İnsanlığın ilkin devirlerinden ta miladdan önceki yakın çağlara kadar binyıllarca Mısırlıların hayatında, düşüncelerinde ve dini inanclarında bu efsane öylesine derin bir iz bırakmış ki, o İncillerin müellifleri de bundan faydalanmışlar derin fantezi yetenekleriyle. Demek, ilk insanın Set adlı oğlu kıskanclık yüzünden kardeşi Osirisi öldürmek kararına geliyor ve onu aldatarak bir sandığın içine koyub sandığın kapağını da bağlıyor. Sonra sandığı Nil nehrine bırakıyor. Osirisin sevgilisi bunu duyunca Nil sahilleri boyunca sandığı aramağa çıkıyor. Nihayet, üç gün sonra onu bulub kapağını açtığında Osirisin öldüğünü görüyor. Göz yaşları durmak bilmiyor, Allaha yalvarıyor ki mümkünse onunla vedalaşmak için onu diriltsin. Allah da merhametini göstererek Osirisi kısa bir zaman için diriltiyor. Sevgililer bir-birine sarıldıktan sonra Osiris diyor artık ben gitmeliyim, çünki ölüler dünyasının hükümdarı olmakla görevlendirilmişim.
Bakınız, ölmüş adamın onu seven birisinin yalvarışlarıyla diriltilerek tekrar ölüler dünyasına gitmek meselesi dört İncil müellifi tarafından nice de ustalıkla hazret İsa için dizilib koşulmuşdur. Böylece, İsa peyğamber bir nev “osirisleştirilerek” Tanrı oğlu tanrı mertebesine kaldırılmış, Osiris inancına yeni hayat verilmiştir. Buna göredir ki, İncillerin son bölümlerine ---İsanın çarmıha çekilme sahnelerine yetmeden ilericeden onun Tanrı oğlu olması beyinlere yeritiliyor. Kendisinin Hristos, yani Tanrı olması ise çarmıha çekildikten sonrakı üç gün süresinde osirisleştirilmesiyle baş vermelidir. Bakmayarak ki o İncillerdece hazret İsa kendisinin “Tanrı oğlu” hisab edildiyini duyunca buna çok kızıyor ve bunu yasak ediyor.
Osiris sevgilisinin yalvarışlarına göre diriltilmişdi, hazret İsa annesinin yalvarışlarına göre. Fark sadece bundaydı. Başka sözle, İncillerin müellifleri hrıstianlık adıyla aslında kadim Mısırın Osiris inancını beşeriyyete sırımışlar. Sadece, yeni formada ve Mısırdan kenarda. İsrail topraklarında.
Barnava İncilinde de hazret İsa annesiyle, havarilerle vedalaşmak için kısa bir süreyle onların karşısında peyda oluyor. Ama diriltilerek değil; o İncile göre çarmıha çekilmemişdi ki, diriltilsin. Eğer Kurani-Kerimde Allah hazret İsanın çarmıha çekilmediyini bildirmeseydi böyle de düşünenler olabilirdi ki, herhalde Barnava yalan söylüyor; olabilsin askerleri getiren İuda gecenin karanlığında aradan çıkmış, hazret İsa da tutuklanmamak için ne kadar “ Ben İudayım, İsa değilim” demiş olsa da inanmamışlar, askerler onu alıb gitmiş ve çarmıha çekmişler. Ama bize önemli olan Allahın Kurani-Kerimde bildirdikleridir. Hazret İsa çarmıha çekilmemişdir. Demek ki hakikaten de onun yerine benzerini çarmıha çekmişler.
Peki, melekler hazret İsayı ne kadar yükseklere kaldırmışlar? On kilometre yükseklikte atmosfer bitiyor da, o yüzden soruyorum. Şimdi radikal birisi derhal diyebilir ki, “Böyle soru günahtır. Bunu yalnız Allah bilir. Günaha batırma kendini”. Yahu kardeşim, benim akibetimi Allahla bana bırak, sorunun cevabını biliyorsan söyle. Allah tabii ki herşeyi biliyor, semavi Kitabları göndermekte maksadıysa bize bilmediklerimizi bildirmektir. Dokkuzuncu gezegende yağmurun yağıb yağmamasından konuşmuyorum ki bilmyeyelim. Öyle şeyler var ki onlar hakkında ta ilk okuldan haberdarız. Sen kendin okumadın mı? Bilmiyor musun on kilometre yukarıda hava diye bir şey yok, insan da nefes almazsa ölecek? Hazret İsa da beşer evladı olduğu için atmosferden yukarılara çıkarılınca havasızlıktan ölmez miydi? O yüzden böyle düşünmek mümkün mü ki, o gece belki Yerden belli bir yükseklikte günümüzün kosmik uzay orbital istasyonları türünden veya UFO dediğimiz arac gibi bir şeyler olmuş, Roma askerleri hazret İsayı tutuklamağa geldiklerinde o, pencereden dışarı atlayınca melekler onu kaldırarak o uzay aracına götürmüşler onu? O aracın görünmemesi için de hadise gecenin karanlığında baş vermiş yani.
Kaldırıcı meleklerin sayısının dört olması da acaiptir. Bir tek melek Allahın kudretiyle dünyaları, alemleri dağıta bilecek gücte olduğu halde bir beşer evladını kaldırmak için dördüne ne ihtiyac varmış acaba? Hem de onların melek olduklarını nerden bilmiş Barnava? Hatta adlarını bile bildiriyor. Yoksa o karışıklıkta peyğamberi kaldırmazdan önce Barnavayla tanış olmuşlar mı? “Tanış ol, ben melek Mikailim, bu melek İsrafil, bu melek Rafail, bu da melek Cibril. Taassüf zamanımız azdır, İsayı götürmeye gelmişiz, Kısmetse görüşürüz. Hadi hoşca kal”.
Hayır, sadece tanımış onları... Aaaa!.. Pes vallahi!.. Nerden tanıyacakmış? O hadiseye kadar onları gördüğü barede bir bilgi yok ki. Olsaydı son derece bahtiyarlık içinde bildirmez miydi?
İncilde yazılmışdır ki, İsa peyğamber bir gün üç havariyle yüksek bir dağ başına kalkarak orada hazret Musayla ve hazret İlyasla görüşüyor. Hayli söhbet ediyorlar. Birden göklerden “Bu benim oğlumdur, buna inanın” diye ses geldiğinde havariler korktuklarından bayılıp yıkılıyorlar, hazret İsa onları sesleyerek kendilerine getiriyor. Ama artık ne Musa peyğamber varmış, ne İlyas peyğamber. Kaybolmuşlar çoktan. Sonra hazret İsa onlara diyor ki, bu hadiseni kesinlikle hiçbir kese demesinler.
Neden söylemeli değillermiş? Hazret Musa ve hazret İlyasla görüşmek, konuşmak ne zamandan yasak olmuştu?.. Yoksa yasak edilmeli olan şey göklerden gelen sesdeki “benim oğlum” sözleriymiş? Ama hakikaten de o sözleri Allah demiş olsaydı ne olur-olsun onları gizlemeye hakları var mıydı?
Bu hiç. Benim bu hadisede de merak ettiyim yine de bu ki, neden o görüş toplumun içinde değil de, yüksek dağlar başında olmalıymış? Neden yani? Dağlar başında atmosfer tezyiqinin aşağı olmasıyla mı, yoksa havanın seyrek olmasıyla mı bağlıdır, bir türlü anlayammadık. Uzak alemlerden dağın başına kadar gelen peyğamberler bir az daha aşağı ine bilmiyorlar mı? Veya eğer Yeryüzünde dağlar olmazsaydı o görüşe gelmeyecektiler mi? Firavun Coserin veya Keopsun piramitlerinin başında mı, İskenderiyye Fenerinin veya Babil kulesinin tepesinde mi görüşeceklerdi yoksa? Yeter ki toplumddan uzak ve yüce yer olsun yani.
Eğer o görüşden ümumiyyetle hiçbir kes haber tutmalı değilmişse neden hazret İsa bir değil de, iki değil de, üç havariyle çıkmış o dağın başına? Yalnızbaşına gitmek daha mantıklı olmaz mıydı? Veya madem ki hazret Musayla hazret İlyas anındaca yok ola bilmişlerse, dağ başında değil de, şehir içinde veya bir köy kenarında görüşmeye gelselerdi gerek olduğu andaca yine de yok ola bilmeyecek miydiler?
Belki de aslında ne Musa peyğamber, ne de İlyas peyğamber olmamış o dağ başında. Olabilsin İsa peyğamber havarileri hipnoz haline salmış, onlar da sanmışlar ki, karşılarındakı üç adamdan birisi hazret İsadır, birisi hazret Musa, birisi de hazret İlyas. Üç havarinin dağa kaldırılmasında da maksat buymuş; heresinin karşısında üç adam olmalıymış hipnoz halinde. “Görüş” bitince hazret İsa onları sesleyerek hipnoz halinden çıkarmış, onlar da görmüşler ne hazret Musa var, ne hazret İlyas. Bir İsa peyğamberdir, bir de kendileri. Yani eğer üç değil, iki havari kalkmış olsaydı dağ başına, o zaman havarilerden her birisi iki adam görmüş olacaktı karşılarında; İsa peyğamber ya hazret Musayla, ya da hazret İlyasla söhbet etmiş gibi olacaktı. On iki havarinin hepsi kalkmış olsaydı, o zaman her havari İsa peyğamberle on bir eski peyğamberin konuştuğunu görmüş olacaktı. Son derece ağır hastaları sağaltarak ayağa kaldıran, anadangelme körün gözlerini açan, klinik ölüm geçirmiş Lazarı bir emriyle “dirilten” İsa peyğamber için üç havariyi hipnoz altına salmaktan da kolay ne ola bilirdi?
Tabii, eğer hakikaten da dağ başında böyle bir görüş olmuşsa. Olmamışsa, daha iyi, çünki o zaman bunca izahıma da ihtiyac kalmıyor. Ama olmuşsa, onun izahı yalnız böyle olabilir zannindeyim. Tabii ki doğrusunu Allah bilir. Benim bildiyim ancak bu kadardır.
Hakkında çok şeyleri bilmeli olduğumuz ama, nedense çok az bilgi verilmiş olan en önemli meselelerden birincisi Ademle Havvanın cennetten kovulması meselesidir, çünki “bu dünya” adlı bütün belalarımızın, bütün sıkıntılarımızın temelidir o müthiş hadise. Bildiğimiz sadece bu ki, önce Adem yaratılmış ve cennete salınmış, sonra Allah görünce ki o, teklikten sıkılmaya başlamış, o yüzden Havvayı da yaratmış ki, ona refika olsun., “istediğinizden yiyiniz-içiniz cennette ama, bu ağaca dokunmayınız” demiş, sonra şeytan gelmiş onların yanına ve onlara vesbese vermiş ki “Allah sizin iki ebedi melek olarak cennete kalmanızı istemediği için bu ağaca dokunmayın” demiş, onlar da onun sözüne inanmışlar ve ağacın meyvasından yemişler, buna göre de Allah onlara kazablanmış ve onları cennetten kovmuşdur. O kadar yani.
Evvela, burada ince bir şey var ve çok düşündürücüdür: nice yani Allah sonradan (!) görünce ki Adem yalnızlıktan sıkılıyor? Bunu önceden görememesi mümkün mü yani? Allah herşeyin ilerisini-gerisini hakkıyla bilen sonsuz kudret sahibi değil mi?
Ama fakt faklığında kalıyor: Havva Ademden çok sonra yaratılmışdır. Adem cennette bir süre yaşayacaktı, teklikten sıkılacaktı, ondan sonra Havva yaratılacaktı. Aynı zamanda yaratılmalarına ihtiyac duyulmamış yani. Ademin teklikden canı sıkılmış olmazsaymış yaratılmayacakmış yani. O zaman akıla bu geliyor: madem ki Ahirette cennetlerde ikisi değil de, onların yanısıra daha yüzbinlerce insan da olacakmış, sekiz katlı koskoca cennetler için iki insanın az olması kararına da mı sonradan varılmışdır? O yüzden mi cennetten çıkarılmışlar? Çünki cennetler mekanı saf, kutsal olduğu için orada nesil artırılmaz, cinsel ilişkiler olamaz o mekanda, bunun için fani, sahte, maddi Kainat yaratılmalıydı ve Ademle Havva maddi dünyaya gönderilmeliydiler. Ama o zaman da Ademle Havva “Ne yaptık ki bizi cennetten çıkardın da bu murdar dünyaya getirdin? diye Allahı kınarlardı. Artı, bu, Alahın herşeyi ilericeden ölçüb-biçmesi vasfına da şüphe uyandıra bilirdi; yani “hani, önce cennetler yalnızca ikimiz içindi, sonra Allah fikrini değişti ve cennetlerde yüzbinlerce insanın yaşamasını istedi, halbuki Allah fikrini değişmez ve yanlış yapmazmış”...Gibi...
Odur ki Ademle Havva suçlu durumuna düşürülerek cennetten kovulmalıydılar ki, kovulmaları için Allahı değil kendilerini suçlasınlar ebediyen. Suçlu durumuna düşürülmek ise çok kolay bir iş: falan ağaca dokunmamak yasağı koyulacak, şeytan gönderilerek onlara vesvese verecek, onlar da şeytana uyarak ağaca dokunacaklar. Kurani-Kerimde bildirilmiyor mu, peyğamberlere şeytanları düşman eden Allahtır? ” İşte Biz böylece her peyğambere insan ve cin şeytanlarını düşman ettik...” ( Enam suresi, 112). Adem de ilk insan olmakla ilk peyğamber değil mi?
“Tazıya tut, tavşana kaç” prensipi.
Dokunduysanız, bitti. Yasağa karşı çıkmışsınız. Demek suçlusunuz, Artık cennette yaşayamazsınız bu bedenle. Hadi, çıkınız, defolunuz cennetten!
Neden yaşayamazlarmış yeni bedenle? Çünki o ana kadar örtülü kalmış övret yerleri açılmış artık. Utandıklarından yaprak tutmuşlar üstüne... Yani o zamana kadar cinsel orqanları yokmuş anlaşılan. Ağaca dokununca oluşmuş.
Bakınız, o büyük hadisede başka bir değişiklikten değil, yalnızca örtülü övret yerlerinin açılmasından söz edilmişdir. Öne çekilmişdir bu makam. Neden mi? Çünki cennetten kovularak maddi dünyada nesillerin artırılması cinsel orqanların peyda olmasına, örtülü övret yerlerinin açılmasına bağlıydı. Aksi halde maddi dünyaya kovulmalarının ne anlamı olabilirdi ki? Nesiller yalnız övret yerleriyle dünyaya gelmiyor mu? Demek ki Ahirette cennetlerde insanların çok ola bilmesi için Ademle Havvanın o yasak edilmiş ağaca dokunmaları şart imiş; isteseler de, istemeseler de bir yolu bulunacak ve dokundurulacaklarmış o ağaca ki, övret yerleri aşılmış olsun.
O zaman şeytanın onlara vesvese verirken dedikleri hankı anlama gelmiş oluyor? “Allah sizin iki melek olarak ebediyyen cennette kalmanızı istemediği için size o ağaca dokunmayı yasak etmişdir”. Birinci mana odur ki, hadi, dokunun ağaca ki cennette ebedi kalasınız, cennetten çıkarılmayasınız, İkinci mana ise dolayı mantıklıdır: yani sizin cennette kalmanızı istemiş olsaydı ağaca dokunmayın demezdi, madem ki demiş, demek eninde-sonunda ona dokundurulacaksınız.
Sonunda dokunmuş olmadılar mı? Bu yüzden de cennetten kovulmadılar mı?
Ademle Havva saf, temizkalbli oldukları için birinci manaya uymuşlar ve ağaca dokunmuşlar, meyvasını yemişler. Peki ikinci manaya varmış olsalardı dokunmayacak mıydılar ağaca?
Şübhe yok ki yine de dokunacaklardı. Çünki dokunmuşlarsa, demek, Allahın yazdığı öyleymiş. Yazılana pozu yok ya. Her şey ilericeden ve onlardan habersiz kurulmuş senaryoya uyğun baş vermeli değil miydi? Allahın isteyine nasıl karşı gelebilirlerdi? Tabii ki görünürde böyledir ki, ağaca dokunmakla Allaha karşı gelmişler. Ama bütün baş verenler Allahın yazısıyla baş veriyorsa o zaman Ademle Havva ağaca dokunmalarıyla Allaha karşı mı gelmişler, yoksa Allahın yazdığıyla mı hareket etmişler?
Ama böyle anlaşılıyor ki, guya şeytan Allhdan gizlice cennete girmiş ve onları yoldan çıkarmışdır. Böyle şey olabilir mi? Allah bütün sonsuzlukta ne baş verdiğinden ilmiyle haberdar değil mi? Ağactan bir yaprak bile Ondan habersiz düşe bilir mi?
Burada bir soru da çıkıyor: o yasağı koyan da Allah, şeytanı onlara vesvese vermek için gönderen de Allah, onları ağaca dokunduran da, öyleyse neden Allah onlara öfkelenmiştir?
Azizlerim, Kurani-Kerimi Allahın Adlarından birisi olan Hak Ana Kitabdan melek Cibrile söylemiştir. Rahman ve Rahim Adlarıyla gönderilmiştir o Kitab. Dikkat ediniz: Allahdan “O” diye söz ediliyor. Ve de Allahın önüne geçemiyorlar Mübarek Adlar olsalar bile. Ta-Ha suresinin 129-cu ayesine dikkat yetirmek kifayettir: “Eğer Rabbinin verilmiş bir sözü ve tayin ettiği bir süre olmasaydı, hemen (kafirler) azaba uğrarlardı”. Burada Allahın yazdığı ecel saatini Mübarek Adların kafirler için değişe bilmediklerinden söz ediliyor. Değişe bilselerdi hemen mahvederlerdi kafirleri. Yani Allah sonsuzlukta olan ne varsa herşeyin cemidir. Mübarek Adlar ise ayrılıkta bütün Allah demek değildir. Kurani-Kerimde “Biz” kelmesiyle Mübarek Adların cemi bildiriliyor, cem halde bile Allahın yazdığına karşı gelemiyorlar yani. Ve Kurani-Kerim tümüyle Allahın Ana Kitabda yazdıkları olduğu için demek ki, Mübarek Adın Ademle Havvaya ve şeytana kızması da ilericeden o Ana Kitabda yazılıydı. Bu da onu gösteriyor ki, Mübarek Adın haberi yokmuş şeytanın cennete gizlice girerek Ademle Havvayı yoldan çıkaracağından. Herhalde böyle düşünmek zorundayız, çünki haberi varıymış dersek bu o demek olacak ki, ilericeden bilgisi olduğu halde onlara yalandan kızdığını göstermişdir. Bu ise mümkün olacak şey değildir; Mübarek Ad kızmışsa, demek ki hakikaten de kızmışdır.
Şeytanlar cinler kavminden Allaha düşman olanlardır. Kıyametten sonra lanetlenerek ebediyyen azap çekmek için cehennemin dibine atılacaklar. Cinler alevden yaratıldıkları için alev alevi yakarak ona nasıl azap verecek, biz bilemeyiz. Cinler dumansız alevden yaratılmışlar, cehennem alevinin ise dumanı var. Yani bunlar biribirinden farklı alev türleridir anlaşılar, O yüzden, yani bu farklılık yüzünden alevi tadmış olacaklar muhtemelen.
Cinlerden Allaha iman getirerek müsliman olanlar da vardır. Allah bu barede Kurani-Kerimde bilgi vermişdir. Ama Kıyametten sonra onların nereye yerleştirilecekleri barede malumat yoktur. Şübhe yok ki cehenneme atılmayacaklar, çünki imanı olan hiçbir varlığı Allah cehenneme atmaz. O zaman nereye?
Cennetlerde ise insanlar ebediyyen yiyib-içib dinlenecekler. Güzellikleriyle göz kamaştıran bakire kızlar, iri gözlü huriler dolaşacaklar etraflarında... İstediğimiz her meyvadan, her yemekten var orada. Yeter ki isteyesin, hemen önüne getirilecek...
İçmeli suyun herzaman bir numaralı problem olduğu kızmar arap coğrafyasında en büyük arzuları kölgeliklerde böyrüüste uzanarak doymak bilmeyen midelerini doldurmak ve mümkün olduğundan da artık karılara sahiplenmek olan cahil insanlara cennetteki asıl hayatın bu şekilde takdim edilmesinde taaccüplü bir şey yoktur. 1400 yıllar öncesinin arap insanı için böyle ebedi mükafat kazanmak fevkalade bir bahtiyarlıktı. Biribirinden güzel kızlar, boğazacan türlü-türlü yemek-içmek, şırşır akan serin pınarlar, kızmar güneşi örten kölgelikler...Başka ne lazımdı ki insana?.. Yalnız masallarda, rüyalarda olabilirdi böyle şeyler araplara. Böyle ebedi rahatlık için başkalarının canını almağa, kanını içmeye, boğub öldürmeye deyerdi yani.
Hasan as-Sabbah adlı birisi müsliman insanın tasavvüründeki böyle cennet hayalini son derece ustalıkla, hilekarcasına kullanarak bin yıl önce dünyada ilk terör devletini kurabilmişdi. Önce İranda, dağlar başındakı Alemut kalesinde cennetin küçücük bir “benzerini” kurmuş, kendisini de imam ilan ederek kalenin gizli odalarından bazen aylarla çıkmayarak kendisini katı bir sır perdesine bürümüştü. Şiilerin yüzyıllarca zühur edeceğini bekledikleri gizli imamla konuşuyormuş guya, ondan emrler alıyormuş. Yakın adamlarıysa köyleri, şehirleri gezerek fanatizme meylli gencler arıyorlardı. Yararlı bildikleri gencleri kendilerinin haberleri olmadan tiryak vasıtasıyla bayıltır ve Alemuttakı cennete götürürlermiş.
Huşu başına gelince adam kendisini hakikaten cennette biliyormuş. Şaşırıp kalıyormuş. Her taraf gül-çiçek, yeşillik, bülbüllerin sesi, sulu-sütlü pınarlar, son derece güzel kızlar dans ederek ona şerap sunuyorlar... Ve bir kaç saatlık bahtiyarlıkdan sonra içtiklerinden yine bayılmış oluyor ve Hasanın adamları onu cennetten götürerek nereden getirmişlerse o yere de bırakarak kayb oluyorlarmış... Şimdi bir anlığına tasavver ediniz o delikanlının halini kendisine geldiğinde. Cenneti görmüş ya adam!.. Rüyada mı?.. Hayır, hayır! Kendi gözleriyle görmüş! Bak, yakasındakı bu karanfili de cennetteki huri takmış!.. Allah Allaaaah!..
Kime söylesin!.. Kim inanır ona? Deli demezler mi?.. Ama görmüş ya!.. Vallah-billah görmüş!..
Adam çıldıracak hale geliyormuş. Cenneti bir de görmek için yanıb yakılıyormuş. Canından keçmeye hazır olurmuş bunun için. Çünki artık dünya gözünde bir heç olurmuş... Belli bir zaman sonra haman adamlar da guya bundan haber tutarak onun yanına geliyorlar ve derdini “öğrendikten” sonra ona akıl veriyorlar ki, yeni imamın yanına gitsin, onun çaresi yalnız ondadır. “Onun emrinde olacaksın ki, Ahirette cenneti görebilesin”.
Ve tamam. Artık Hasan as- Sabbah için yeni bir terörçü hazır. “Öl” derse ölecek, birisini “öldür” derse hemen öldürecek. Hem de canla-başla. Ne kendi canına, ne öldüreceyi adamın canına of demeden. Hatta Büyük Selcuklu sultanı Melikşahın meşhur baş veziri Nizam ül-Mülkü de öldüre bilir. Baş vezir onca korumalarıyla evinin bahçesine girdiyi yerdece. Asla ölümden korkmadan üstüne atılarak hancarla deşik-deşik edebilir onu. Neden mi? Çünki imam Hasan as-Sabbaha o dünyadan gizli imam emretmiş onun öldürülmeyini. Onu öldürürse imam Hasanın talimatıyla gizli imam onu cennete, kendi yanına alacakmış... Hatta iki yıl sonra sultan Melikin yemeyine de zehir kata bilir, sarayın mutfağına bir yol bularak. Korku diye bir şey kalmamış gözünde. Fikri-hayali yalnız ve yzlnız o cenneti bir de göre bilmekti.
Ama nerden bilsin ki, haman o Hasan as-Sabbahın hele genclik yıllarından o sultanda da, o baş vezirde de acığı varıymış. Nizamül-Mülk bir zamanlar onu sarayda işe götürmüşdü, o da mühasabat işlerinde arama-deneme yaparak görmüşdü ki, vezirler hazineyi sömürmektedirler. Ama bu barede sultana malumat vermek istediği zaman sayfaların tamamen karıştırıldığını görmüşdü, o yüzden sultanın ve saray adamlarının karşısında rezil duruma düşmüşdü. Sultan da onu böhtançı diye saraydan kovmuşdu.
Sayfaları sultan karşısına çıkmazdan az önce Nizamül-Mülkün kendisi karışdırıbmış ki, hazine soyğunçuluğunun üstü açılmış olmasın, yoksa hiç şübhe yok ki sultan hepsinin boynunu vurdururdu.
Üstünden seneler geçmiş olsa da Hasan as-Sabbah bunu unutmamışdı demek ki. Öcünü almak için yanıyormuş.
Hasan as-Sabbah tiryak usulüyle topladığı terörçülerle yakın-uzak ölkelerin ahalisini öyle dehşete getirmişdi ki, genellikce de hükümdarlar, saray adamları geceler de rahat uyuyamıyorlardı; Hasanın korkubilmez fanatikleri her an hiç beklenmedik yerdence çıkıb üstlerine atıla bilirlerdi. İyi ki Hasanın nizami ordusu olmamışdı, yoksa beyinleri yıkanmış fanatikler ordusuyla dünyada ilk ve en kaddar terör imparatorluğu da kurulmuş olacaktı. Hasandan müthiş korku halkların dilinde “Alibaba ve kırk harami” adlı masala da yansımışdı. O masaldaki haramilerin pilav kazanlarıyla, altınlarla-pırlantalarla dolu mağarası bak haman o Alemut kalesindeki “cennet”iydi; o cennete girebilmek için “Simsim, açıl” demek lazım imiş, yoksa mağaranın kapısı açılmıyormuş. Neden mi? Çünki tiryaki bitkilerden olan “Susam” sözündenmiş “Simsim”.
Arap tasavvürünce cennetteki şah yemek pilavdır. Bir dindarın öldüğünü obrazlı olarak demek gerekse “falanca şimdi cennette peyğamberle pilav yiyor” derler ta kadimlerden. O yüzden halk masal yarattığı zaman mağaranın tasavvürümüzdeki sıradan bir mağara omadığını bildirmek için altınların yanısıra bolluca pilav kazanları “dizmiştir” yalnız tiryak-haşhaş vasıtasıyla girilebilinen bu cennete; orada istediğin kadar pilav ve mer-meyva yiyebilirsin. Güzel bakire kızlar, iri gözlü huriler meselesi de unutulmamışdır; mağaranın ruhsal sahibi son drece güzel bir kızdır, mağaradkı durum ona sorulur...Mağaranın hurisi yani...Hurisiz cennet olamaz ki...
Pilav kazanları...Mer-meyva...Huri... Cennet değil de nedir?
Yani Hasan as-Sabbah yegane tarihi şahsiyyettir ki, bütün semavi Kitabların yalnız tasavvürlerde yarattığı cennet hayalini real hayattaca gerçekleştirib belli adamlara göstermekle onu görenlerden kendisine canlarını feda edecek radikal kamikadzeler ordusu yarata bilmişdi. Sağlığında iki bin kadarıymış. Tabii ki tahmin edildiğine göre. Aslında ne kadarmış, bir tek Hasanın kendisi biliyormuş. O ise bir sır dağarcığıydı. Ve büyük bir sır dağarcığı gibi de geldi gitti bu dünyadan.
O radikal dindarların bu günkü radikal dindarlardan genel farkı da buydu ki, onlar cenneti kendi gözleriyle “görmüşlerdi”. Dünya-alem yığılası olsaydı onları artık hiçbir şeyle dünya hayatına bağlaya bilmezdi. Hasan derin zekasıyla önemli bir şeyi derketmişdi semavi Kitablardan; insana cennet kısa bir süre için gösterilmeliydi. Orada yiyib-içmeli, sonra güzel kızlarla gönlünce eylenmeli, ama kızlara sahiblenmek için kızışınca bayıltılarak oradan çıkarılmalıydı. Cennetin tadı ağızında kalmalıydı. Bahtiyarlık ellerinden alınmalıydı. Nice ki Ademle Havva asıl cennette bir süre kaldıktan sonra oradan çıkarılmışlardı, o bahtiyarlık ellerinden gidince de Yer yüzünde ağlaya-ağlaya kalmış, bir de cenneti görmek için ölene kadar yanıb yakılmışlardı, bak öyle bir hale getirilmeliydi Hasanın cennetini gören insan.
Hayret etmemek elde değil!.. Dinin bu genel mevzusunu kendi terör devletini kurmak için nice de ustalılka kullanmışdı adam!.. “Buna nice akıl erdirebilmişdir?” sorarsanız, zerrece doğru olduğuma şübhe etmeden “Kesinlikle dinde önemli olan genel bir hususu --- gizliliyin esas şart olduğunu derk etmişdi, gizliliyin.”, diye cevab veririm.
Allah yolunda savaşanlar da aslında Ahirette cennetle mükafatlanmak için savaşmıyorlar mı? İlk bakışta canımızı Allah için feda etmek temennasız olarak savaşmak gibi görünüyor ama, bunun için cennet ummak temenna değil mi? Eğer savaşın bedeli olarak bizlere cennet vaat edilmiş olmazsaydı, Allah sadece “Sizi Ben yarattığım için savaşmanızı emr ediyorum” demiş olsaydı, ne kadarımız Allah yolunda savaşardık? Ümumiyyetle savaşırmıydık mı? Veya Allah sadece “Benim için savaşınız ki, Ahirette ebediyyen Beni göre bilesiniz” demiş olsaydı, insan için bu, yeterli olur muydu? “Beni kimin yarattığını görmek tabii ki acaip güzel bir hiss ama, savaşarak canımı vermekte menfaatim ne olacak?” derdi,”Sadece, ebediyyen Allahı görebileceğiz, o kadar mı?”İnsanın gönül dünyasını hakkıyla bilen Allah odur ki ona bütün maddi ve manevi sıkıntılarının yok edileceği, ellerini ağdan karaya vurmadan ve ter dökmeden ebediyyen zevki-sefa içinde olacakları bir alem vaat etmeliydi. Kef içinde yaşayarak, kölgeliklerde güzel cennet kızlarının ahatesinde dinlenerek Allahın Mübarek Hüsnü-Camalını görebileceği bir alem... Böyle bir şey vaat edilirse, o başka. Madem ki kafirlerle savaşa atılırsa bütün sıkıntılarının yok olacağı bir alemde yaşayacak, hem de Allahın Mübarek Hüsnü-Camalını görecek, bunun için tabii ki canını her an kurban verebilir genc yaşlarındaca. Bin yıl da bu fani dünyada bunca adaletsizlikler içinde yaşayası olsa da eninde-sonunda ölümü tadmış olmayacak mı? Ondansa genc yaşlarındanca kafirlere karşı savaşa katıl, cennetin en yüksek katında ebedi bahtiyarlık dolu yerin olsun.
Yani insanın yaratılmağındakı esas maksata --- Allaha kavuşmağa, Allahı görmeğe insan cennet zevki-sefasıyla heveslendirilmişdir. Cenneti sevin ki Allahı görebilesiniz. Ama cennetten önce Allahı sevmelidirler ki, cennetin zevki-sefasını severek hem de Allahı görmek istesinler. O yüzden Allah için savaşmak cennet için savaşmak demektir, cennet için savaşmaksa ebedi zevki-sefa için. Bu da o demektir ki, Allah için savaşmak ebedi zevki-sefa içindir. Sadece, o zevki-sefa içinde Allahın Mübarek Hüsnü-Camalını da görebilecekler.
Cennet vaat edilerek Allah yolunda savaşmak gibi son derece büyük ideyanı kısaca böyle anlatmak mümkündür: insanların bir kısmını öldürmek için diğer kısmına cennet vaat edilmişdir.
“Bak evladım, dersini iyi okursan okulu bitirdiğinde sana son model bir araba hediyye edeceğim” gibi... Veya “O dayı çok kötü birisi, çocuğum, al bu taşı vur onun tepesine, kaç, sana bak bu koskoca pastayı vereceğim”... “Baba, ağzım sulandı, şimdi ver pastayı”...”Hayır, taşı onun tepesine vur, sonra”...
Ama cennetler son derece büyük bir mükafat ve vaad eden de alemlerin Rabbi olduğu için o teşbihi aklımıza bile getirmiyoruz. Bunu düşünmekten bile korkuyoruz.. Ama neden? Teşbihte hata olmaz ki.
Hem de cennetlerin başdöndürücü hayali beşer evladının beynine ta ilkin çağlardan öylesine temelli oturmuş ki bu dünyada akıla gelebilecek mükafatların en son haddi diye ondan da üstününü aklı alamıyor. Ondan da üstünü daha “icat” edilmemiş yani. Nesimi “Cenneti-didar imiş maksudi ehli-merifet, Bir nefes Onsuz gerekmez cenneti-ala bize” demişse de onu kabüllenememişler. Adam demiş ki, sizlerin maksatı cennete düşmektir ama, bize öncelikce gerek olan Allahtır, Onsuz bir nefes bile cennette gerek değildir bize. Önce Allah, sonra cennet yani... Yalan mı demiş?
Cennet mükafatı son derece büyük mükafat olsa da ona sahiplenmek çok kolay. Sadece, Allahın emrlerini yerine getireceksin, namazını-orucunu bırakmayacaksın, o kadar. Ama cennetlerin en üst katına düşmek istiyorsan, o ayrı. Bunun için ya kabir evine kadar okumak, ya da kafirlerle savaşmak lazım. Kabir evine kadar okumak, ilim sahibi olmak çok zor ve uzun iştir, her adam buna katlanamaz. İlim öğrenmek de bir zevk meselesi,zevkler ise muhtelif oluyor. Ama şehit olmak en kısa yolu. Kafirlerle savaşacaksın, öldürüldüysen derhal cennetlerdesin, hem de en yüksek katlarda. Ve de ebediyyen.
İşin merak doğuran tarafı bu ki, insan oyle hisab edecek ki, guya kendi kararıyla savaşa atılmışdır. Bak burası o kadar önemli ki, din alemi bunun üstünde kaderiler ve cebriler diye iki kola ayırmışdır. Kaderiler insanın kendi kaderinin kendisinin amelleriyle yazıldığını düşünüyorlar, cebrilerse herşeyin ilericeden Allah tarafından yazıldığını. Ben cebrilerdenim ama, konumuz bu olmadığı için, sadece, onu diyeyim ki, insanın yani dindar olmasına kendisi karar vermiş mi ki, savaşa atılmak kararını da kendisi vermiş olsun? Hidayet veren yalnız Allah değil mi? Allah hidayet vermezse kimse iman sahibi ola bilir mi? Kafirlerle savaşan bir dindara zamanında Allah hidayet vermezseydi o da kafir olarak dindarlara karşı savaşanlar destesinde olmaz mıydı? İnsanı dünyaya getiren de Allah, ona ecel saatini yazan da Allah,ona hidayet vererk dindar olmağına karar veren de Allah. O halde eline kılıç verib kafirlere karşı savaştıran da Allah değil mi? Guya Allah cenneti vaad etmeden de savaştıra bilmez miydi dindarı? Tabii ki savaştıra bilirdi, Onun kudreti sonsuzdur. Ama savaşmak kararını dindarın kendisinin verdiğini hisab etmesi önemlidir Allah için. Bunun içindir ki, cenneti vaat etmiş insana ama, şart koymuş önünde: savaşacaksın kafirlerle, yoksa göremezsin cenneti. İnsan da hisab etmiş ki, demek savaşmak veya savaşmamak benim kararıma bağlı hiç şüphesiz. Ve diyelim gitmiş savaşa, öldürülmüş. Mesela, Ühüd savaşında şehit edilmiş sahabelerden birisi olarak. O şehitler o gün savaşa gitmemek kararı vermiş olsalardı gitmeyecek miydiler? O gün ecel yazısından kaça bilecek miydiler? Her bir ölüm Allahın ilericeden yazdığı ecel saatine bağlı değil mi? Allah demiyor mu ecel saati geldiğinde onu ne bir an ileri, ne de bir an geri çekmek mümkün değil? Eğer dindarın hangi an, hangi şekilde ve hangi yerde şehit edilmeli olduğu ilericeden yazılıysa, demek ki kafirin de o şehiti hangi an, hangi şekilde ve hangi yerde öldüreceği ilericeden yazılıydı. Böylece o savaşın bütünlükte ne zaman, hangi yerde ve ne şekilde baş vereceği yazılıydı ilericeden göklerdeki Ana Kitabda. Yani o savaştakılar isteseler de, istemeseler de o gün o saatte Ühüd savaşına katılmalıydılar Allahın bir yazısı olarak. Bunu Kurani-Kerim ayesi tasdik ediyor. Ühüd savaşında öldürülen sahabeler için üzülen müslimanlar hazret Muhammede “ Neden bizi o savaşa götürdün? Savaşa gitmeyib evimizde otursaydık onlar da sağ kalacaklardı” diye kınadıklarında bakınılz Allahdan hangi aye geliyor: “De ki: Eğer siz evlerinizde olsaydınız, üzerlerine katledilmeleri yazılmış olanlar yine çıkar, ölüp yatacakları yerlere muhakkak giderlerdi“. (Sure 3, ,aye 154). Yani Allah açık-aşikar bildiriyor ki, o savaşa gidib gitmemek sizlerin isteğinize bağlı olan bir şey değildi. Gitmemeğe karar vermiş olsaydınız da o savaşa mutlaka gittirilecektiniz, öldürülenler de öldürüldükleri yerdece öldürüleceklerdi.
Hiç bu ayenin derinliğine vardınız mı?
Bu ayede neler-neler varmış! Akıl alamıyor, bir gidiyor, bir geliyor. Sanki denizin dibine dalmışsın ki kiymetli inci götüresin, elin tam ona yetişince sanki sırlı bir kuvve seni ondan uzaklaştırıyor, suyun üzüne çıkarıyor, yine baş vuruyorsun denizin dibine, yine elin ona dokunmağa azcık kalmış uzaklaştırılıyorsun ondan kendinden asılı olmadan. Böylece, ayenin mana derinliğine tam giremiyorsun ve hakikat zühurla gayb arasında kalmış gibi oluyor. O gah görünüyor, gah yok oluyor.
Arif olmayanlar için tabii ki.
Alamut kalesi alınmaz kaleydi, tüm Avrupa ve Asyayı neredeyse 160-170 yıl içinde devamlı olarak müthiş bir kortkuyla sarmış bu kale onu almak isteğen ne kadar ordunu perişan etmişdi!.. Hasan as-Sabbah kendi acaip devletini kurmak ve onu idare etmek için gereken ikametgahını seçmek meselesinde de çok akıllıca tavranmışdı; yüksek dağ başında yerleşen kaleye yalnız çok ensiz bir yol kalkıyordu, onu da canlarını her an Hasan için of demeden feda edebilen iki bin kadar radikal terörçüler koruyordu. Nihayet, 1256-cı yılda Cengizhanın torunu Hulaku han kaleyi muhasereye alarak kaledekilere teslim olmağı emrediyor, kalenin o zamankı reisi Rükneddin Hürşah teslim olsa da fedailer yine de direnmekte devam ediyorlar. İş böyle olunca moğollar dağın altından yüzlerce tunel kazıyarak içlerine petrol ve barut dolduruyorlar ve yandırarak patlatıyorlar. Yalnız bundan sonra kalede direniş bitiyor. Ve acaip haşhaşiler devleti kendi varlığına nokta koyuyor.
Aslında bu devletin çöküşü moğolların kaleye hücumundan çok-çok evvellerden başlamışdı. Ta Hasan as-Sabbahın ölümünden sonra tarikat lideri ve kalenin de reisi olmuş İkinci Hasan zamanından. Çünki o, devletin başkanı olduktan sonra o zamanaca son derece sert, asketik bir hayatın yaşandığı ve dini rituallere fanatikce bağlılığın olduğu bir kalede eyş-işrete izin vermiş ve ve tarikat adamlarına namazın-orucun mecburi olmadığını ilan etmişdi. Halbuki Hasan as-Sabbah doğmaca oğlunu acımasızca öldürmüşdü şerab içdiğini görünce. Farkın ne derecede büyük olduğunu tasavvür edebiliyor musunuz? Tabii ki o civardakı köylerde yaşayan ve genellikce de ismaililerden oluşan halk da kaledekilerin hayatındakı bu büyük değişiklikden haber tutmuş ve kaledeki sır, yani tiryak-haşhaş-susam-simsim vasıtasıyla insanların cennete salınma meselesinin de üstü zamanca açılmışdır. Açığa çıkmış bu sır da sonunda ağızdan-ağıza geçerek efsaneleşmiş ve halk bu efsaneler toplusundan muhteşem bir masal ortaya çıkarmışdır “Alibaba ve kırk harami” diye. Bakınız, Alibaba haramilerin mağaraya “Simsim” diyerek, yani tiryak “kullanarak” girib-çıktığını gördükten sonra mağaranın sırrını biliyor ve sonra kendisi de mağaraya o usulle girib-çıkıyor. Haramiler bunu bilince anlıyorlar ki, mağaranın o zamanaca herkese gizli olan sırrı açığa çıkmışdır, odur ki derhal onu bulmak ve öldürmek kararına geliyorlar.
Demek ki moğolların gelişinden çok öncelerden halk kaledeki cennet fırıldağından haber tutmuşdur. Hem de haber dakik kaynakdanıymış. Neden mi? Çünki Alibaba haramilerin mağaraya hangi yolla girib-çıktığını öğrenmekle yetinen birisi değildir; onun kendisi de bu usulle mağaraya girib-çıkanlardandır. Yani kalede eyş-işrete öyle kurşanmışlar ki, gizliliyin son derece titizlikle korunmalı olduğunu unutmuşlar görevliler ve kaledeki cenneti göstemek için getirilmiş birisi veya birileri orasının asıl cennet olduğundan şübhelenmişler. Kim ki o cennettece bundan şübhelenmiş, tabii ki, onu kaledece öldürmüşler. Alibabanın kardeşinin öldürüldüğü gibi mesela. Masala göre, “Simsim, açıl” sözlerini unuttuğundan mağaradan çıkamamış, haramiler de onu mağarada görünce öldürmüşlerdi. Ama kalenin sırrını oradaca bilmiş ve oyuna getirildiğini bildirmiş birisiymişse... kaleden sağ bırakılması mümkün müydü? Tabii ki öldürülecekti... Ama kim ki orasının asıl cennet olmadığını bilmiş ama ağzını sıkı tutmuşsa, kaledekiler yeni bir terörçü hazırladıklarını tahmin etseler de o, kaleden çıkarıldığında orada gördüklerinin fırıldak olduğunu yakınlarına, tabii ki, anlatmışdır... Alibaba gibi...Ve sır açığa çıktıktan sonra fedailer hakikaten de cennetde olduklarına halkı ne kadar inandırmağa çalışsalar da yavaş-yavaş artık ne halk, ne de sonralar o cennete götürülenler böyle bir şeyin doğruluğuna inanmamışlar. Yani inancın üstünden gizlilik perdesi kaldırılınca o inancın doğruluğuna inanc da bitmişdi...
Nice yani Ühüd savaşına gitmek istemezseniz de gidecektiniz? Gitmek istemeğeni zorla mı götüreceklerdi?.. Hayır. Malumdur ki, o savaşa sahabelerden gitmek istemeğenler de olmuşdu; bahaneler getirerek gidemeyeceklerini bildirmiş ve kimse de onları gitmeğe zorlamamıştı. Hatta savaştan dönen sahabelerden onlara küsenler de olmuştu savaşa katılmadıkları için. Demek “istemezlerse gitmemelerinin mümkün olamayacağı” meselesi savaşa katılanlar içinmiş. Yani madem ki, savaşa katılmışlar, demek savaşa katılmalıymışlar. Acaip olan da işin bu tarafı ya. Savaşa katılmayanlar bunu istemedikleri için Medinede kalmalı olmuşlar. Ama savaşa katılmış olanlar istemeseymişler bile savaşa katılmaya bilmezlermiş. Neden mi? Çünki onların “üzerlerine o yerlerdece katledilmeleri yazılmışdır” ilericeden. Aye diyor bunu, ben demiyorum. Bu o demek değil mi ki, Kainatta baş veren herbir hadise Allahın ilericeden yazdığı ve kaçınılması asla mümkün olmayan bir emrdir, herbir hadise o hadisenin iştirakçılarının onu isteyib-istememeyinden asılı olmadan mutlaka baş vermelidir? Hadisenin iştirakçıları ister canlı olsun, ister cansız, farketmez. Bakınız, bu konuda cansız alem için başka bir ayede ne diyor: ”Sonra göğe, o bir duman halinde iken teveccüh etti, sonra ona ve Yer için buyurdu ki: İsteyerek veya istemeyerek geliniz. Onlar da isteyiciler olarak geldik, dediler”. (Sure 41, aye 11). Madem ki isteyerek de, istemeterek de mutlaka gelmeliler, gelmek zorundalar, o halde istememek boşuna inattır, gelişinizi katiyyen engelleye bilmez. Adalet Mahkemesinde de gönlümüzden geçen bu “istemek veya istememeklere” göre muhakeme edileceğiz. Hadiseler, ameller ilahi yazıdır, bizim irademizden asla asılı değildir. Ama gönlümüzden geçenler bize aittir, bize bağlıdır. Ya zararımızadır ya hayrımıza. Bu ayede bu açıkca gösterilmişdir: “Ve siz nefsinizde olanları açıklasanız da veya gizleseniz de Allah Teala sizi onunla muhasebe edecektir”. (Sure 2, aye 284). Odur ki semavi Kitabların beşer hayatındaki rolünü doğru anlamak lazımdır. Eğer insanı imana getiren, ona hidayet veren Allahtırsa, yani imanlı olmak insanın iradesine bağlı bir şey değildirse, demek ki, semavi Kitablar insanı imana getirmek için değiller. İmana getirilecekleri halde ona Allahın neden hoşu gidib gitmediğini bildirmek, onu Allahın yoluyla yürütmek içindir.
Ama yani imana getirildikten sonrakı talihimizi de Allah ilericeden alnımıza yazmamış mı?
Onda demek ki, semavi Kitablar sadece insana Allahı tanıtan, ilahi alem barede malumat veren ve amellerden hangisinin cezaya, hangisinin ise mükafata layik olacağını bildiren bir açıklamadır ki, Ahirette Adalet Mahkemesinde demeyelim “ben bunu bilmiyordum”. Yoksa hayatımızı onu okuyarak değiştire bileceğimiz için değildir. Çünki neyise değişe bilmek bizden asılı olan şey değildir. İrademizden asılı olmadan yazılmış ve göklerden idare olunarak icra ettirilen amellerimiz irademizden asılı olmadan yazılmış ve göklerden indirilen o Kitablardakı bildiriler esasında terazide tartılacak, o tartı sonuçunda da ya cennete, ya da cehenneme gönderileceğiz. O Kitablar olmazsaydı biz ilahi alem baresinde hiçbir şey bilmeyecektik, bu konuda bilgisizlik bakımından hayvandan sadece bir kademe üstün bir varlık olacaktık, aklımız var ve konuşabiliyoruz diye. Böyle cahil insanların Ahirette ikinci defa diriltileceği zaman nice sonsuz bir şaşkınlık içinde olabileceğini düşüne bilir misiniz? Biribirilerine bakarak “Bize ne olmuş?..Bunca büyük insan seli neden toplanmıştır bu derin kuyunun etrafına?.. Hepsi de dizleri üste çökmüş halde neden o kuyuda yanan büyük bir aleve bakmaktalar?.. Orası ne öyle?.. Bunlar atılmak mı istiyorlar alevin içine?..Hayır, bak, bazılarını boyunlarından tutup atıyorlar alevin içine!.. Suçları neymiş acaba?.. Yoksa yemek için pişirecekler onları orada?.. Digerlerini nereye götürüyorlar öyle?..” diye sorar, hiçbirşey anlamazlardı. Ama Ahiretin hakikiliyi barede o Kitablardan malumatımız olduğu için artık ikinci dirilişte hiçbir şeye şaşırmayacağız. Göreceğiz ki bildirenler doğruymuş. Cehenneme atılanlar suçu kendilerinde görecekler, çünki kötü amelleri bir tarafa dursun, tekce Allahı inkar etmekle ebedi alevler içine atılacakları bildirilmişti onlara. Cennetlikler de onların havalarına uymadıkları için Allaha şükür edecekler.
Hem de semavi Kitablar gönderilmeliydi ki, beşeriyyetin yarıdan çoğunun neden adam gibi normal yaşatılmadığına ilahi açıklama getirilmiş olsun. Yoksa “Bunca Kudret sahibi olan Allah küçücük Yer yüzündeki bütün insanları adam gibi yaşatmakta yani bu kadar mı acizdir?” diye düşünebilirdi insan. Odur ki Yer yüzündeki bunca adaletsizliğe, dökülen günahsız kanlara, kötükalblilerin sultanlar gibi firavan yaşatılmağına, iyikalblilerin ise rezil ve miskin ömür sürmelerine hakk kazandırılmalıydı. İnsanlar bilmeliydiler ki, aclık, sefalet, adaletsizlik kendi kendiliğinden baş vermiyor; dünya hayatını Allah bilerekten böyle dolaşık kararlaştırmış ki, “birimizi diğerimizle imtihan etsin”.Ahirette ise herşey bambaşka olacak. Bu dünyada miskin olanlar o yüzden sabırlı olsunlar, Allahın aciz olduğu fikrine düşmesinler, Onun yapamayacağı hiçbir şey yoktur.
Tabii ki Allahın yapamayacağı hiçbir şey yoktur. Ama öyle şeyler var ki, Allah onları ebediyyen yapmaz. Mesela, cennetlikleri cehenneme atamaz veya cennet ve cehennemi yok edemez, Allahı inkar edenleri cennete sokamaz, cehennem odunu söndüremez. İsterse yapar ama, asla yapmaz. Çünki vaadinde doğrudur, kararını değiştirmez.
Ama yani ebediyyen yapılması istenmeyen bu gibi şeyler yapılması mümkün olmayan şeyler olmuş olmuyor mu? Ve ebediyyen yapılması mümkün olmayacak bir şeyin yapıla bilinmeği nice malum olabilir ki? Bütün insanların güzelce, adam gibi yaşatılmaması da o sıradan. İsterse herkesi bu dünyadaca bahtiyar edebilir. Ama o zaman insanları imtihan ede bilmez diye etmiyor. Bu da o demek oluyor ki, insanların hepsini bahtiyar edemiyor.
Bahtiyar edebilir. Ama bahtiyar ede bilmiyor... Acaip mantıktır!.. Ama hakikattır.
İnsanların birisini diğeriyle imtihan etmek zaruriyeti kötülüklere hakk kazandırmak anlamına gelmiyor mu? Mesela, sen birisini öldürdüysen, malını-mülkünü ele geçirdiysen, bunda Allahın suçu yok ki. Kalbin böyle istemiş diye Allah sana o ameli yazmış ki, Adalet Mahkemesinde seni bununla suçlasın. Sonuç itibariyle o ameli Allah sana yazmışdır, ondan kaçamazsın ama, o ameli sen istemişsin, o yüzden yazmıştır. O ameli sana yazmış olmazsaydı gönlünden böyle kötü bir niyyetin geçtiği gizli kalacaktı ve gönlümüzden geçenlere göre muhakeme olunacağımız Adalet Mahkemesinden tertemiz çıkacaktın ve bu temizliyinle de cennetlikler sırasına katılmış olacaktın. Bakmayarak ki vesvese veren şeytan ebediyyen cennete bırakılmayacak, Allah yine de razı olmaz ki kalbinde bunca kaddarlık olan birisi kalbleri ideal temiz olan cennetlikler sırasına katılmış olsun. Tabii ki o kötülük ebediyyen cennette aşkara çıkamaz, bir kimseye de belli olamaz, şeytan oraya ebediyyen giremeyecek diye. Ama Allah ki haberdardı onun kalbinden.
Yani amellerimiz kalbimizdeki iyilik ve kötülüklerin görüntüsüdür. Meselenin böyle izahı amellerimizi Allah yazmış olsa da onlara göre insanın kendisinin mesuliyyet taşımalı olduğunu boynumuza yüklemiş oluyor. Yani eğer usta senin evini beşkatlı inşa etmişse ustada suç yok ki. Sen beşkatlı istemişsin, o da beşkatlı inşa etmişdir.
O zaman biz, hakikaten de, nankörleriz, nice güzel bir dünyada yaşadığımızın farkında değiliz. Kim naz-nimet içinde, firavanlık içinde yaşamak isteyecekse , sadece, fırıldakçılık, üçkağıtçılık, dolandırıcılık etmek, yetim malı yemek, başkasının helalca malını-mülkünü garet etmek isteyecek, o kadar. Derhal ilahi alemden bu istekler nezere alınacak ve yerine getirilecek. Yeter ki isteyesin. Çünki cehennemleri insanlarla doldurmak lazım. Ama iyiniyyetli, temiz kalbli olarak yaşamak iste... oooooh... Dur bakalım. Cennete girmek o kadar da kolay mı yani? Seni sürüm-sürüm süründürelim, ömür boyunca bir dünya sıkıntıları sırtına yükleyelim, yediğin-içtiğin ekmeği-suyu burnundan getirelim, milleti de rezil hayatına baktırıp güldürelim eğlendirelim, sonunda imanından dönmeyecek olursan cennete girebilirsin. İmtihan edilmek şarttır yani.
Aaaa!.. Ahirette, cennetlerde cennetliklerin kendi aralarında ne konuşacaklarını, birisinin diğerine diyeceği “Bizi semum yelinden O korudu” sözlerine kadar herşeyi ilericeden bilen Allahın bu dünyada temizkalbli birisine hidayet vermesi için onun imtihandan nice çıkacağını beklemesi ne demektir yani? İlericeden onun nice yaşamalı olacağını Kendisi ona yazmamış mı? Herşeyin ilerisini-gerisini ilmiyle bilen değil mi ki, o bedbahtı ömür boyunca sıkıntılar içine sokuyor?
Acaba, kötülüklerin kötü kalbimize göre yazılmış olduğu izahı olmazsaydı insanların bu yarımvahşi yaşamına başka nice izah getirilecekti? Bence bundan da üstün izah kimsenin aklına gelemez. İlkin iki insandan sonrakı bin yıllar içinde insanlar çoğalıp arttıkca tabii ki temel ihtiyacları olan yemek ve su kıtlığı problemiyle karşı-karşıya kalacaklardı ve bu ihtiyaclarını gidermek için biribirilerinin malına ve canına vahşi bir instinktle kastedeceklerdi. Canları ve malları için korku içinde yaşayan iyikalbliler elbette “Bu ne vahşiliktir? Allah nereye bakıyor? Yok mu bizim Sahibimiz” diye ilahi adalet arayışına çıkacaklardı. Bak o kritik zamanlarda haman o zulüme uğramış bedbahtlara göklerden semavi Kitablar indirilmiş ve onlara en ali teselli ilacı olan “sabır” adlı ilac verilmiştir. Zulme, adaletsizliye, vahşiliye karşı sabırla, temkinle dayanmaları için. Onlar da rahatlamışlar, çünki o Kitablarla kesinlikle inandırılmışlar ki, sabırlı olsalar o dünyada ebedi zevki-sefa içinde yaşayacaklar, zalimlerin sefa ömrü ise bu dünyadakı ömürleri kadardır, Ahirette ebedi azap içinde olacaklar.
Yani iyi yaşatılanların kötü olduklarını Allah bildiği için onları iyi yaşatıyormuş ki, Ahirette kötü yaşasınlar. Kötü yaşatılanlarsa iyi adamlardı, iyi oldukları için Allah onları kötü yaşatıyor ki, Ahirette iyi yaşasınlar.
Allah Allah!.. Bu nasıl bir mantık yau!..
Ama başka nice izah verile bilirmiş ki? O büyüklükte Allah diyemez ki, maalesef epeyce çoğaldınız diye sizi başlı-başınıza bırakmıak zorunda kalmışım, kim güclüyse veya hilekar üçkağıtçıysa diğerlerinin mallarını yesin.
Kendi karnını zorlukla doyuran bir fakir epeyce çoğalmış koyun-kuzusuna yem bulmadığında, tabii ki, onlardan bir kısmını ya satmak, ya kesmek zorunda kalacak ve ona “neden koyun-kuzun bunca asalmış?” diye sorduklarında asla sıkılmadan “Ne yapayım? Yemlerine param yetmedi” diyecek. Tam da normal bir cevap ve herkes de onu anlayacak. Ama herşeyin sahibi olan Allahın yemek ve su yetmezliyi bahanesi asla inandırıcı olamazdı. Ama yani Yer yüzünde sıklık olmasın diye doğal afetlerle --- deprem, sel, bulaşıcı hastalıklarla ve de bitmek bilmeyen savaşlarla insanların sayını dengede tutan O değil mi? Aynı çağda trilyonlarca insan ne dünyamıza sığır, ne de onlara yemek ve su yetebilir.
Günümüzde Afrikada milyonlarla insan aclık ve içmeli su sıkıntısı yaşıyor, bu sebepten her gün ne kadar insan ölüyor. Bunu neyle izah etmeli? Bu da mı imtihandır? Gida yok, su yok, ne yapacak insan? Yemeden – içmeden yaşamak mümkün mü? Hırsızlık mı etmelidirler? Silahlanarak komşu ölkelere mi saldırmalıdırlar? Diyebilirler ki, onların çoğu Kurani-Kerimi kabüllenmeyen kafirlerdir diye Allah onları cezalandırıyor. Kardeşim, Rokfellerler, Morqanlar, Rotşildler, İlon Masklar, Bill Geytsler Kurani-Kerimi kabüllenmişler de, haberimiz mi yok? Dünyadakı var-devletin yarıdan çoğu Kurani-Kerimden nefret edenlerin ellerinde cem olmamış mı? Yoksa kafirlerin cezalandırılması prensipi yalnız yoksul kafirlere mi aittir?
Ya belki Afrikada göklerin nezaretinden gizlice olarak fazlasıyla insan üretilmiştir, o yüzden qida ve su sıkıntısı yaşanıyor orada? Ama eğer ağaçtan bir yaprak bile Allahtan habersiz düşmüyorsa beşeriyyetin sayındakı milyorlarca gizli artımdan habersiz olabilir mi Allah? Herhalde onların ruzisinin yeteceği de hisap edilmiş ki, onları da dünyaya getirmiştir Allah. Hatta her kuşun da ruzisini hisap ederek vermiyor mu? O zaman neden ruzilerini vermiyor? Tabii ki genellikce de kış aylarında ruzi bulmadığından ölen kuşlar da az değil ama, insan kuş değil ki. Bedeninde Allahtan bir parça taşımıyor mu?
Kurtuluşu herzaman göklerden bekleyen beşeriyyete son olarak hazret Muhammed gönderilmiştir Allahın elçisi olarak; Allah onun adını da ilericeden bildirmiştir eski İktablarda “Ahmet” olarak.
Peyğamberler gönderilecek diye mi beklemiş onları beşeriyyet, yoksa beklemişler diye mi gönderilmişler peyğamberler?.. Herşey ilericeden yazıldığı için beklemezlerse bile gönderileceklerdi. İlk peyğamber Adem olmuş, ona kadarsa insan olmamış, demek ki, o, beklenilmeden gönderilmiştir. Ve demek ondan sonrakı peyğamberler gönderileceklermiş diye beklemiş onları beşeriyyet, çünki her gelen kendisinden sonrakının gelişini bildirmiştir. Hem de intizarla, hasretle bekletilmişler insanlar. Hangi yolla mı? Adaletsizlikler, vahşilikler, putlara tapınmalar çoğaltılmak yoluyla. Beşeriyyet firavanlık içinde, adam gibi yaşatılmış olsaydı peyğamberlerin gelişine ihtiyac duyra mıydı?
Ümumiyyetle, herşeyin ilericeden yazılmış olmasına kahinlerin Firavunu “ yenice doğmuş yahudi çocuklarından birisi büyüdüğünde senin mahvine sebep olacak” diye haberdar etmeleri son derece tutarlı sübut değil mi yani? Hakikaten de, bundan 30-40 yıl sonra hazret Musayla yahudilerin ardınca giden Firavun ordusuyla birlikte denizde boğulmuyor mu?.. Veya yahudilere son peyğamberimizi daha çocuk iken “kendi evlatlarını tanıdıkları kadar tanıtan” alametleri ve de dünyaya geleceği tarih beşeriyyetten gizli tuttukları eski Kitablarında yazılmamış mı? Onun doğduğu tarihi ve alametlerini bildikleri için şehirleri, köyleri dolaşarak onun nerede, hangi kabilede doğduğunu deli gibi aramıyor muydu yahudiler? Talmud kitabından adının da “Ahmet” olacağını bilmiyor muydular?
Daha da merak edilecek mesele evveller semavi Kitabları olmayan, puta tapınan kurayşilerden birisi olan Abdül-Müttalibin çocuğa “Muhammed” adını vermesiydi. Ondan kırk yıl sonradan ta bu günümüzedek “La ilahe illallah, Muhammeden rasulillah” diye bu adın Allahla yanaşı çekileceği için mi vermiş bu adı torununa? Tesadüfen ona “Hamid... Mahmud...Ahmet” sözleriyle aynı kökten olan bu adı değil de , mesela, “Osman...Hamza...Bekir...Bilal” diye tamamen başka bir ad vermiş olsaydı o çoçuk son peyğamber olmayacak mıydı büyüdüğü zaman? Yoksa Kurani-Kerimde bu adın geçtiği yerlerde değişiklik mi edecekti Allah? Değişiklik edileceği halde önceki Kitablarda son peyğamberin adının Ahmet olacağı bildirişinin doğru olmadığına nice hakk kazandırılacaktı?
Çocuğa “Muhammed” adı verdiğinde kurayşiler şaşırmışlardı. Çünki ne kabileleri içinde, ne de putları arasında bu adda olanı yokuymuş... Demek ki, insanların amelleri gibi adları da ilericeden göklerdeki Ana Kitabda yazılmıştır. Amellerimizi kendi isteklerimizle yaptığımızı sandığımız gibi hangi çocuğa hangi adın verilmesi de anne-babaya kendi arzusuna bağlıymış gibi görünmüş olsa da Allahın emriyledir. Herbir çocuğun adının nice olacağını onun annesinden, babasından, dedesinden, ninesinden önce Allah tayin etmişdir. Hem de o çocuk dünyaya gelmezden çok-çok daha öncelerden. Abdül-Müttalibin ad verdiği çocuğun adının “Ahmet” olacağı da çok-çok öncelerden Ana Kitabda yazılıydı ki, bin yıllarca öncelerden eski Kitablarda bildirilmişdi.
Allah hazret Muhammedle peyğamberliye mühür vurmuşsa da Kıyametten önce mehdi sahib ez-zamanın zühuru ve İsa peyğamberin gelişiyle beşeriyyetin göklerden beklentisine ara verilmemesine “çare” bulunmuştur. Çünki Kıyametin ne zaman baş vereceğini yalnızca Allah bilir. Bundan başka şiiler on ikinci imamın zühurunu, şiiliyin kollarından olan ismaililer yedinci imamın zühurunu, diğerleri de diğerlerini beklemişler ve beklemekteler. Göklerden beklenti varsa demek ki beklenen gelecek. Zühurun ne zaman baş vereceği önemli değil. Yeter ki beklesinler. Beklenti varsa o beklentiden kendi maksatları için yararlanmağa çalışan sahtekar din adamları da mutlaka olacak.
Acaba, Hasan as-Sabbah hazret Muhammedle aynı çağda yaşamış olsaydı, “cennet göstermek” icatıyla ve adamları ilahi alemle konuşmtuğuna inandırmak gücüyle neler yapabilirdi? O çağda ne Alamut kalesi varıydı, ne ismaililik tarikatı, o yüzden tabii ki gizli imamla konuşmuş olmayacaktı. Mesela “Bir cennet huruyla veya bir melekle konuşuyorum Alamutun dağlarında, beklediğiniz son peyğamber benim” demiş olsaydı inanır mıydı yine de insanlar ona?
Diye bilirler ki, Allah izin vermezdi böyle bir şeye. Öyle mi? Yani Allahın izniylemiş mi Alamut kalesinde gizli imamla konuşması veya konuştuğuna inandırması, cennet modelini genclere tiryak vererek göstermesi?!
Hazret Muhammedle aynı zamanda Yemende Müseylime adlı birisi de kendisini son peyğamber ilan etmişdi; o da Allahtan ayeler aldığını iddia ediyordu ve etrafına da çok sayıda taraftar toplaya bilmişdi. Allah ona niye izin vermişdi peki? Eğer onunla savaşda halife Ebubekr onu değil o, halife Ebubekri yenmiş olsaydı, “güclü kimdirse haklı da odur” prensipiyle bu gün onu mu son peyğamber kabul edecektik? Ama Müseylime yenildi ve o yenilgisiyle de sahtekar olduğu belli oldu, böylece de hakiki peyğamberin hazret Muhammed olduğu tam tasdikini bulmuş oldu. Ama yani Rasulillahın hakiki olmağı o savaştan bir kaç yıl önceler Mekkeni savaşsız fethiyle ve de ardınca Hüneyn savaşındakı parlak zaferiyle sübuta yetirilmemiş miydi? Öyleyse Müseylime macerasının ortaya atılmağına göklerin ne ihtiyacı varıymış? Başta Müseylime olmakla ona inanmış on binlerce adam da o macera sonunda cehenneme atılsınlar, cehennemi doldurmak işine yarasınlar diye mi?
Yahudilere göre bütün peyğamberler yahudiler içinden çıkmışlar, çünki bütün beşeriyyetten akıllıymışlar, o yüzden Yer yüzündeki bütün halklara öğüt-nasihat veriyorlarmış. Akıl aşıp taşıyormuş yani. Ama biz müslümanlar biliyoruz ki, Allah herbir kavme onun kendi içinden peyğamberler göndermiştir. Kendi içlerinden. Demek ki, Bibliyadakı peyğamberler yahudilerin kendi içlerinden yahudilerin kendilerine öğüt-nasihat vermek için gönderilmiş olanlardır. Başka halklara gönderilmiş peyğamberler barede malumat yok ki Bibliyada. Ama bunu kabüllenmezler, çünki o zaman başka bir soruya cevap vermek lazım gelecek: neden bir halk içine bunca peyğamber göndermiş ki Allah? Yolunu azmayanlara peyğamber gönderilmesine ihtiyac yokmuşsa bir halk içine bunca peyğamber gönderilmesi o halkın akıllı olduğunun mu göstericisi olmuş oluyor? Akıllı halk olamaz, kardeşim. Akıllı insan olur. Çünki delisi olmayan halk yok dünyada.
Tarih boyunca Allahın vahid hakikatına o kadar izahlar, yorumlar, tahminler, tahrifler edilerek beyinler öylesine karıştırılmıştır ki, günümüzde neyin doğru neyin yanlış olduğunu anlaya bilmek her yiğidin harcı değildir. İslama kadarkı bin yıllar içinde Orta Asyada, Deşti-Kıpçakta, Kafkaslarda türk dedelerimizin bir kısmı museviliyi ve hristianlığı kabüllenmişler. Çünki biz türler araplardan da, yahudilerden de, yunan-romalılardan da binlerce yıl öncelerden Gök Tanrı inancında olmuşuz ve bu inanc bilinçaltımıza mühür gibi vurulmuştur. Yaradanın bir olması inancı bizim kemiklerimize kadar girmiştir yani. Odur ki hristianların amansızca takip edildiği miladın ilk çağlarında “Kutsal George” adını, yani “George kut”u Korkutlaştırmışız. Türk olmayanların da bir kısmı o hristian havarisinin getirdiği inancı kabül ederek kendilerine “George” demişler, dilimizde “Gürcü” olarak seslenmiştir o halkın adı. Hatta bu gün de o halkın devletinin adı “Georgia” adlanmaktadır. Van etrafında taborlarda çingene hayatı yaşayan haylar da o inancı kabüllenmişler ve bu gün de kiliselerine “Greqorian apostol kilisesi” demekteler. Bizler ise arapların gelişiyle İslamı kabül ettik diye “George kut” inancımız hatıralarda masallara dönüştü. Daha doğrusu, masallarımıza yemek-içmek meclislerimizde qopuz çalan Dede Korkut gibi getirdik ki, müdrik aksakal gibi yiğitlere ad versin, destan söylesin, çalsın okusun, eğlendirsin bizi. Ve moğol hücumlarından sonra da o masalları “Kitabi Dede Korkut”ta topladık. Aslındaysa o, müzisyen değildi ki. Ozanıydı. Bu gün de onu ozan hisap ediyoruz ama, “ozan” sözünü yanlış anlamışız. Kardeşlerim, ozan “yozan” demektir. Yani rüyalara tabir veren, uykularda görüleni yozarak gelecekten türlü-türlü haberler veren. Yusuf peyğamber gibi yani. Yusuf peyğamber rüyaları yozarak gelecekten verdiği haberleri saz, qopuz, def, tambur çala-çala vermiş olsaydı onu da mı müzisyen bilecektik?
Bir de var “Mücizegösteren George”. George ve Qregori aynı ad olduğu için ona “Mücizegösteren Qreqori” de diyorlar. Qreqori, yani Kara gor. Onu kutsal Georgeyle karıştırıyorlar bazen. Her ikisi de kutsal hisap ediliyor ve araplar ikisine de Cercis peyğamber diyorlar. Ama Georgekuttan binyıllarla önceler Orta Asya efsanelerinin kahramanı olan mücizegösteren Georgenin hristiyanlıkla asla alakası yoktur. Türk tayfalarından birisinin başçısı hamile kadınıyla birlikte öldürülmüş ve taş mezar olan sarkofaqa koyulmuş, mezardaca kadının betninden bir oğlan çocuğu doğmuştu. Bir atın onu amzirdiğini gören çoban onu alarak çadırına getirmiş, ona kendi evladı gibi bakmıştı. Mezardan bulunduğu için de ona “Goroğlu” demişler. Büyüdüğünde çok kuvvetli birisi olmuş, acaip kuvvetiyle de akılalmaz kahramanlıklar göstermişdi. Zaman-zaman Ural dağlarını aşıb geçerek Avrupaya sepelenmiş türkler bu efsaneni de kendileriyle Deşti-Kıpçak çöllerine, oradan da tüm Avrupaya yaymışlar. Taciklere “Guruqli” gibi geçen “Goroğlu” romalılara “Gerkules”, yunanlara “Heraklis” gibi geçmiştir. Bu kutsal gor efsanesi Orta Asya türklerinin hatırasında öylesine derin iz bırakmış ki, Cengizhanın ünlü komutanlarından Subuday bahadırı Harezmşahı takip etmesiyle “Köroğlu”laştırdıklarında Köroğluyla Goroğluyu aynı kahraman gibi vermişler destanlarında. Türkmanlar. Biz Kafkasya türkleriyse Köroğlunun mayasına Goroğluyu katmamışız. Onun yerine hristianlığın ilkin çağlarında Kafkasyaya gelen kaçak-misyoner “ George kut”u halkın müdrik aksakalı olarak “Dede Korkut”laştırmışız. Yemek-içmek meclislerinde eline qopuz verib çaldıra-çaldıra destan söyleterek.
Bu “Kutsal gordan çıkma Goroğlu” efsanesi hafızamızda derin iz bırakmış diye Nuh tufanından sonrakı ilkin çağlara ait Tekgöz efsanesini de Dede Korkut kitabına getirmişiz, Cengizhan savaşları dönemine ait olan Bayındır han – Gazan han hikayelerini de. Nereden nereye yani. Ama Dede Korkutun hristian Georgekut olduğunu diyememişiz. Subuday bahadırın Harezmşahı tutuklamak için Amuderyayı geçerek onun ardınca türkman çöllerindeki, İran-İrak-Kafkaslardakı üç yıllık macerası halk ağzında muteşem “Köroğlu” destanı yaratmışdıysa da destanda onun bir moğol komutanı olması kesinlikle bildirilmemiştir. Çünki Subudayla Cebe gittikten sonra moğol düşmanı olan sultan Celaleddin Tebriz tahtına oturmuşdu. Tabii ki onun hakimiyyeti devrinde Köroğlunun moğol olduğunu kim diline getirmiş olsaydı kafası gidecekti. Beş yıl sonra diğer moğol komutanı olan Çormakun noyonun Tebriz tahtını ele geçirmek için geldiğini duyunca Celaleddin kaçarak aradan çıkıyor. Çormakun noyonsa Subudayla Cebeden farklı olarak halkla çok amansız reftar ediyor, ona tabe olmak istemeyen Genceni ve Tovuzu temeline kadar dağıtıyor ve nihayet Derbendi de alarak bütün Azerbaycana sahib oluyor. Bu sefer de halk onun bunca kaddar, zalim olduğu için sevimli kahramanı olan Köroğlunu böyleleriyle bir sıraya koymak istememiş, o yüzden Köroğlunun moğol olduğunu gizli tutmuşdur. Ardınca da Cengizhanın torunu olan Hulaku han İlhaniler diye yeni bir moğol imparatorluğu yaratarak Tebriz tahtına oturmuş ve bedbaht Köroğlunun kimliyi o zamandan çağımıza kadar sekiz yüz yıl içinde gizli kalmağa mahkum olmuştur. Dede Korkuta dönmüş Georgekut da hikayelerimizde aynı gizliliği yaşamalı olmuştur. Önce arap işğalleri, ardınca Kazneviler, sonra Selcuklular, Atabeyler-Eldegezler hakim olmuşlar tahrif edilerek “İran” haline salınmış Eren topraklarına, alp erenler yurduna. Hepsi de islam devletleri. Halk da müslüman. Dede Korkutun hristian misyoner, apostol-havari olmasına kim inanırdı? Hristiyan olduğu kabüllenmiş olsaydı bile kim onu severdi? Haçlı seferlerinin yüz yıllardı Orta Doğuyu kana boyadığı çağlarda ise onu seven birisini “haçlıların casusu” hisap ederek idam da edebilirlerdi hiç şüphesiz. Eldegezlerin ardınca gelen moğol hakimiyyeti devrinde de onun hristiyan olduğu bildirilemezdi; Batı hanın önce rus şehirlerine, sonra da Doğu Avrupaya hücumlarına göre hristiyanlar onlara da düşman olmuşlardı. Gök Tanrı inancında olan moğolların kazabına tuş gelmemek için en uyğun yol Dede Korkutun şaman gibi gösterilmesiydi; hristiyan olduğu bildirilmese de hiç değilse gelecekten haber vermek kabiliyyeti kalmış olacaktı bu yolla. Şamanlar da def-tambur çala-çala gelecekten türlü-türlü haberler veriyorlar ya. O yüzden.
Ve o çağlar moğolların kudretinin zirvede olduğundanıydı ki, yalnız Dede Korkut değil de, Köroğluyla da alakalı bütün hikayeler hristiyanlık, yahudilik ve muhammedilikten uzak tutulmuşdur. O hikayelerdeki adam adları da eski türk adlarıdır.
Herşey nice de temeline kadar karıştırılmışdır!
Neden mi? Çünki bulanık suda balık avlamak kolaydır... Önce Ademle Havva cennete salınacak, ardınca şeytan sokturiulacak onların yanına ki, onları yoldan çıkarsın... Önce hazret Muhammede son peyğamberlik verilecek, ardınca büyük bir ebu cehl-ebu leheb sürüsü ona karşı çıkarılacak, bu azmış gibi bir tarafdan da yalançı peyğamber Müseylime işe karıştırılacak... Önce hazret İsa gönderilecek, ardıncaysa yakın havarilerinden İuda ona ihanet etmek için görevlendirilecek...
Hristiyanlığın ilkin çağında Saul adlı birisi varıymış. Şehir-şehir, köy-köy gezerek hristiyanları takip etmekle görevliymiş. Günün birinde çöllükten geçirken gök yüzünde son derece parlak bir ışık görmüş ve göklerden gürültülü bir ses işitmişdi: “Saul! Saul! Neden Beni takip ediyorsun?!”
Adam korkusunda bayılarak yere yıkılmış, kendisine geldiğinde dili söz tutamamışdı.
Böyle bir şey olabilirmi?.. Tabii ki olabilir. Allah ne isterse yapabilir. Kudreti sonsuzdur. Ama neden şehirler, köyler dışında baş vermiş ki bu acaip hadise? Neden halkın gözünden-kulağından uzaklarda ıssız çöllerde ne isterse yapabilir kudretli Allah? Neden?
Nuh peyğamber Yer yüzündeki her hayvandan bir çift yığmış gemisine. Yarımdünya gemiymiş mi o gemi? Yer yüzündeki o kadar hayvanın heresinden bir çift ne zaman ve nice toplaya bilmiş o? Unuttuğu veya tutamadığı hayvan türü kalmış mı acaba? Hem de vahşi hayvanlar onun neyine lazımmış ki, onlardan da toplayacakmış? Akılın alabildiği bu ki, yalnızca ev hayvanlarının heresinden bir çift götürmüş gemiye. Deve, koyun, inek ve keçiymiş ev hayvanları tufandan önce de. Bunların heresinden iki çift olarak bir zaman Allah insanlar için gökten indirmişdi. “Gökten indirmişdi” o demek değil ki, mutlaka uçan bir uzay aracıyla Yer yüzüne bırakılmışlar. İbrahim peyğamber oğlunu Allaha kurban vermek istediği zaman koç uzay aracıyla mı indirilmişdi? Hiç yerdence peyda olmamış mıydı? O hayvanlar da öyle “indirilmişler”.Tufan öncesi Nuh peyğamber de onlardan gemiye almış ki, nesilleri kesilmesin sular altında kalarak... Tabii ki Nuh ve ailesine tufandan sonra kendilerinin yaşaması için gerekiydi o hayvanların etleri-sütleri. Başka birileri olmayacaktı ki tufandan sonra. Nuh ailesinden türeyecek beşeriyyete ise o hayvanların nesli kesileceği takdirde Allah yine istediği zaman o hayvanlardan sekiz çift indire bilirdi.
İndirmek ister miydi?
Yau kardeşim, ben nerden bilebilirim bunu? Tufandan önce istememiş miydi? Lazım bilmişdi ki indirmişdi. Tufandan sonra da görünce ki, deve-keçi-inek-koyun diye bir şey kalmamış ama adamlara ev hayvanlarının eti ve sütü gerektir, merhamet göstererek indirmek isterdi yine de herhalde...
Saul o acaip hadiseden sonra en katı hristiyanlardan olmuş, şehirleri-köyleri gezerek hristiyanlığı tebliğ etmiş, yorulmak bilmeden esasen de yunanları-romalıları monoteizme inandırmağa çalışmışdır. Ve bu hizmetine göre de hristiyanlar onu kutsallaştırmışlar adına “apostol Paul” diyerek. San Paul, San Paolo, kutsal Pavel haman o Sauldur yani.
Tabii ki daha düne kadar amansızca takip ettiği, bir çoğunu ceza olarak şahsen kamçıladığı hristiyanların yanına giderek birdence onların inancını kabüllendiğini bildirmesi için Saulun böyle acaip bir mücizeye ihtiyacı varıydı; o zamanlar yakalanmamaları için belli evlerde gizli şekilde toplanarak ibadet eden hristiyanlar onu aralarına haince sokulmak isteyen birisi hisap edebilirlerdi. Ona kim inana bilirdi ki? Ama mücizenin hakikaten de baş verdiğine de inanmaları lazımıydı. Bunu ise hristianlığı aşırı bir coşkuyla, yorulmak bilmeden tebliğ etmesiyle göstermeliydi.
İlk yıllarda yahudilikte olduğu gibi hristiyanlar için de sünnet meselesi önemliydi. Olmazsa olmaz yani. Bu tür düşünenlerin başında havari Peter duruyordu. Buna göreydi ki, sünnet olmak istemeyen Avrupa halkları ilk hristiyan tebliğatçılarını dinlemek bile istemiyorlardı ve bu yüzden yahudilik gibi bu yeni dini inanc da milli olmak tehlikesiyle karşı-karşıyaydı. Ama ilk olarak havari Paul tebliğatında sünnetin değil de, İsayi-Mesihe olan inamın önemli olduğunu vurğulayınca hristiyanlık yavaş-yavaş İudeya sınırlarını aşmağa, yunan ve romalılara açılmağa başladı. Yani sünnet meselesinde Peterle Paulun araları açılmış olsa da Paul için önemli olan şey hristiyanlığın küçücük bir coğrafyada ilişerek kalmaması, onu başka halkların da kabüllenmesiydi.
Ama yani gökte mücizeyi göstermiş olan varlık Paul muydu? Hayır. Allahıydı. Demek ki hristiyanlığı başka halkların da kabül etmesi Paul için değil, Allah için önemliydi; hristiyanlık dünya dini seviyyesine kalkmalıydı. Peter kilisenin “köşe taşı” gibi çok önemli havari olmuş olsa da bu işe o kadar da yaramıyordu, çünki İudeya Roma imparatorluğunun kolonilerinden birisi olsa da Peter Roma vatandaşı değildi. Roma vatandaşlığı olmayan herhangi birisi Romanın çoktanrılı dinine karşı tebliğatta bulunmuş olunca ise onu kayıtsız-şartsız çarmıha çekerlerdi kanuna göre. Paul ise Roma vatandaşıydı. Tebliğatı zamanı tutuklanırsa onu asla çarmıha çekmezlerdi, kanuna göre bir azcık kamçılayarak bırakırlardı.
Peki, apostol San-Paulun tebliğatı sonucinda ne olmuşdu? Hristiyanlık dünya dinine çevrile bilmişdi... Ama... ama bu tebliğata göre miladdan sonrakı bu iki bin yıl içinde dünyadan gelmiş gitmiş ve bu gün de yaşamakta olan milyarlarca hristiyan hazret İsayı Allahın oğlu olarak kabüllenmemişler mi? Adalet Mahkemesinde büyük günah sahipleri olarak ağır cezayla cezalandırılmayacaklar mı? Öyleyse Paul çöllükten geçtiyinde ona göklerden parlak ışık gösterilerek gürültülü sesle korkutulmasında göklerin maksatı buymuş mu yani? Cehennemlere ardı-arası kesilmeden günahkar insan akışını temin etmiş görevli olmuş olmuyor mu o kutsal zat?
Kurani-Kerim indirilmiş olmazsaydı kimse onları günahkar hisap etmeyecekti. Ama bakınız ayelerde ne diyor Allah. “ Ve dediler ki, Rahman kendisine veled ittihaz ediverdi. Andolsun ki, pek çirkin bir şey olarak gelmiş oldunuz. Az daha ondan dolayı gökler çatlayacak ve yer yarılacak ve dağlar yıkılıp yerlere geçeceklerdi. Rahmana veled isnat etmelerinden dolayı. Halbuki veled ittihaz etmek Rahman için layik olamaz”. ( Sure 19, ayeler 88-92).
Tabii ki Allah bize Kurani-Kerimde yeteri kadar değil, lazım bildiği kadar bilgi vermiştir. Mesela,biz katiyyen bilmiyoruz İbrahim peyğamber helalca karısını Firavuna neden kızkardeşi gibi takdim etmişdir. Firavun da onun sözüne inanarak Sara hanımı sarayına almışdır. Ama ne diye almıştır? İş mi vermiş sarayda ona? Belli değil. Üstünden sükutla geçilmişdir. Yani bu barede düşünmeyin, ne önemi var... gibi. Ama yani düşünmemek elde mi? Herjangi bir adam helalca karısını birisine takdim ettiğinde “karımdır” demez mi? O karı onun amcasının, daysının, halasının, teyzesinin kızı olmuş olsa da veya o karı onun baba bir, anne ayrı kızkardeşi olmuş olsa bile. Karın ise artık karın o senin, kardeşim. Eğer Mısırda kardeşin kardeşle evlenmeği yasak olmuşsa, o ayrı; herhalde adam kızkardeşiyle evliydi diye ya utanmış bunu itiraf etmeğe, ya da yasaklara karşı geldiği için cəza alabileceğinden korkmuş. Ceza verilemezdi, çünki onlar Mısırın adamları değildiler ki. Sumerlerin Ur şehrinden kaçıb Filistin taraflara, orada da aclık olduğu için Mısıra gelmişlerdi. Hele zengin değildi İbrahim peyğamber; karısı saraya alındığı için Firavun tarafından zenginleştirilecekti. Kızkardeşiyle evliliğin üstü açılınca sadece ikisini de çıkarırlardı Mısırdan ki, kardeşle evlenenler Mısırda yaşayamazlar.
O halde demek ki sadece utanmış olabilir bu evliliği itiraf etmeğe. Ama o zaman Firavunun yanına Sara hanımla gitmekte ne maksatı varıymış? Bilmiyor muydu onu takdim edeceği zaman yalan söylemeli olacaktı? Peyğamber de yalan söyler mi? Hem de böyle son derece mahrem bir meselede. Firavuna Allahın tek olduğu bardede öyüt-nasihatler vermiş diye biz öyle kabüllenmişiz ki, karı-falan meselesi ikinci dereceli meseledir, önemli olan odur ki Firavunun başına akıl koymuş olsun. Ve o öğüt-nasihatleri okuyarken asla düşünmüyoruz ki, Firavun nice bir diktatör olmuş ki, hiçbir devlet kulluğunda çalışmayan, hiçmbir malı-mülkü olmayan, nerelerden nereye kaçb gelen sıradan bir insanı sarayına kabül etmiş, onu sabırla dinlemiş, hatta kendi inancın tamamen ters gelen sözlerine göre onu cezalandırmamış, karısını saraya bile almışdır. Bu günün diktatörleriyle böyle bir şeyi bir anlık tasavvürünüze getirmeye çalışın. Hatta bir müddet sonra Sara hanımın onun karısı olduğunu öğrendiyinde de onlara hiçbir cismani ceza verdirmemişdi, sadece ikisini de Mısırdan kovmuştu. Koskoca Firavunu aldatmış ama, Firavun onu cezalandırmamışdı. Hayret edilecek bir şey!
Mesele nice açığa çıkıyor? Bir müddet sonra sarayda bulaşıcı bir hastalık peyda oluyor; bu, Sara hanımın saraya alındıktan sonra baş verdiği için ondan şüpheleniyorlar, kadın da itiraf ediyor ki, İbrahim peyğamberle kardeş olsalar da karı-kocaymışlar. Firavun da İbrahim peyğamberi çağırttırarak kızıyor ona “Neden karı-koca olduğunuzu demediniz bana?” diye. Yau kardeşim, bu sorunun firavunlukla, zulümkarlıkla, dioktatörlükle, dinsizlikle-falanla zerrece alakası yok. Sokaklarda yatıb kalkan bir derviş de ona böyle bir durumda aynı soruyu verebilirdi. Karısını “karımdır” diye takdim etmeğen herhangi bir erkeğe verilmesi mutlak olan ve beyinlerde acaip şüphelere yol açdığı için hayretten doğan son derece doğal bir soru bu. Böyle biliyoruz ki, Firavun kendisine tanrı diyen birisiydi ve İbrahim peyğamberin Allah barede dediklerini asla kabül etmemişdi, çünki yolunu azmışlardanıydı. Ama kardeşim, onun dediklerini nice kabüllenebilirdi ki? Koskoca devlet başkanına helalca karısını takdim ederken yalan söyleyen birisinin peyğamberliyine, ilahi alem barede dediklerine nice inanabilirdi bedbaht?!
Allahın içimize üfürdüğü, bize emanet ettiği ruhun ne sayaq bir şey olduğunu bilmek tabii ki bizleri herzaman düşündüren genel bir sorudur. Küçük mü- büyük mü o? Renkli mi-renksiz mi? Kanatlı mı-kanatsız mı? Asla bilemiyoruz. Hazret Muhammede sormuşlar, Mübarek Ad demiş ki “ Sana ruhtan sual ederler.. De ki: Ruh Rabbimin emrindendir. Size ise ilimden ancak az bir şey verilmiştir”. ( Sure 17 , aye 85).
Nokta yani... O kadar...
Her şey barede bilgi Allaha mahsusdur. Ama insan başka canlıların içinde olduğunu merak etmemiş ki. Kendi içindeki emanet barede bilgi almak istemişdir. Sormağa, öğrenmeye hakkı yok mu? Bilmek istiyor içindeki ne öyle. Ömür boyunca taşıyor ya. Bilmesin mi ne taşıdığını?
Hayır. Olmaz. Bu barede bilgi sırlı tutulmalıymış... Acaba Kurani-Kerimi nakl eden Mübarek Ada bile açıklamamış mı Allah bu bilgiyi? Yoksa açıklamış ama, bu bilgiyi insanlara vermesine yasak mı koymuşdur? Sırlı tutulma sebebi ne ola bilir acaba? Allahın Kendisinin gizli tutulmasıyla alakalı ola bilir mi? Allah hiçkimseye görünemez, tasavvür edilemez, derkedilemez, tahminlere sığamaz bir Varlık olduğu için mi? Veya böyle olmalı diye mi? Madem ki ruhumuz Allahtan küçücük bir parça olarak bize emanet edilmişdir, ruhumuzun nice bir şey olduğunu bilirsek, o bilgiler esasında Allahın da nice bir Varlık olduğunu enazı tahmin edebilirdik herhalde. Mıknatısdan kopan ufacık bir parçanın nice bir şey olduğunu öğrenerek böyük mıknatısın da aynen öyle bir şey olduğunu bildiğimiz gibi mesela. Bilgisizlik yüzündendir ki, insan ta kadim zamanlardan böylü düşünmüşdür ki, madem ki hayvanlarda akıl ve gönül yoktur, demek ki ruh denen şey akıl ve gönül birliğidir, tahminen tavuk yumurtası büyüklükte olan bir nur parçasıdır ve beynin arka hissesinde yerleşiyor. Bu günün yapay zeka icat etmiş insanı onu ne hisab edebilir acaba?
Beynimize ilahiden yerleştirilmiş çip!.. Herbir amelimizin ilericeden yazılarak ecel anımıza kadar hayatımızın proqramlaştırıldığı biyolojik bir çip!..Ömrümüz boyunca gönlümüzden geçenler de o çipe yazıldığı için Adalet Mahkemesinde hiçbir gönül sırrımız gizli kalmayacak ve biz gönlümüzden geçenlerle mühakime edileceğiz. İnsan o mahkemede neyise gizlemek isterse de bu yüzden mümkün olmayacak Ellerimiz herşeyi söyleyecek. “ Bugün onların ağızları üzerine mühür basarız ve bize elleri söyler ve neler kazanır olduklarına dair ayakları şehadette bulunur”.( Sure 36,,aye 65). Neden ellerimiz söyeleyecekmiş? Kardeşim, şehadet parmağımızın ucundakı izlerin dünyadan bunca gelib geçmiş insanların hepsinde farrklı olması boşuna mı düşünülmüşdür zannediyorsun? Ruh dediğimiz o çipteki yazıların açılması için parola gerekmez mi? Şehadet parmağımız da neremizde? Elimizde değil mi?
Acaip burası ki, o çiplerde emellerimiz ve gönlümüzden geçenler ilericeden yazılmış olsa da onlara göre tam mesuliyet bizim boynumuza yüklenmiş olacak. Çip hangi bedendeyse onun sahibi de o beden olmalıdır. Alındaysa o çiplerdeki amellerin icrası zamanı yettiğinde o amelin yazısı emr olarak beynimize veriliyor ve biz hipnoz altındakılar gibi kendi irademiz dışında hareket ediyoruz, bize ise öyle geliyor ki guya aklımıza ve gönlümüze göre hareket ediyoruz. Ama yani akıl ve gönül birliği değil mi ruh denen şey? O halde aklımıza ve gönlümüze göre hareket etmek ruhumuzda, yani o çipte ilericeden yazılmış proqrama göre hareket etmek demek olmuyor mu?
Koyun-kuzuların beyinlerine çip yerleştirerek çobanların onları mesafeden idare edecekleri zamanlar çok da uzakta değil bu günün ilmi inkişafına bakarsak. Onu sürüdeki bütün hayvanların beynine yerleştirmeğe ihtiyac yok aslında; Bir tek koyunun beynine yerleştirmekle onunla koyunun anlayabileceği tefekkür dilinde konuşacaklar, o koyun da bütün sürüye çobanın emrlerini koyun dilinde iletecek. Koyunlara cehennemi manqal alevi gibi de anlatarak korkutmak mümkün olacak ki, hiçbir koyun başka koyunun önündeki ota tamah salmasın, her koyun kendi önündeki otu yesin, ot yoktursa isyan etmesin, ac yatsın o gece, sabırlı olsun. Yoksa başka koyunların otlarını yerlerse çekileri artacak, yağlanıb piylenecekler, sahibi de manqalı gür yakacak, sonra da onların etini şişlere çekib manqalın üstüne dolduracak ki amellerinin cezası olarak cehennemde yansınlar.
Ashabi-Kehf... Mağara sahibleri... Takiplerden kaçarak dağlarda bir mağaraya sığınan ve bir gece yatıb üç yüz yıldan sonra uyanan adamlarla bir köpek...Ne kadarmış sayıları? O korkunc hadise Kurani-Kerime kadar o etrafda yaşayanlara belliymiş, onlara “yatmıç ölüler” derlermiş, o yüzden o dağa çıkmağa korkarlarmış. O yüzden mağarada ne kadar adam olduğunu dakik bilememişler. Beş mi, yedi mi, on mu, belli değildi. “Kehf” suresinde buna açıklık getirilmişdir:” Diyeceklerdir ki, onlar üçtür, dördüncüleri köpekleridir ve diyeceklerdir ki, beştir, altıncıları köpekleridir. ---Bu iki söz --- gayba taş atmaktır. Ve diyeceklerdir ki, yedidirler, sekizincileri de köpekleridir. De ki, onların adetlerini en iyi bilen Rabbimdir.Onları ancak pek azı bilir. Artık onların hakkında zahiri bir mücadeleden başka münakaşada bulunma ve onlara dair bunlardan hiçbirinden bir fetva da isteme.” (Sure 18, aye 22).
Bildiniz mi sayılarını? Üç ya beş olduklarını diyenler “gayba taş atıyorlar”, yani bilmedikleri sözü söylüyorlar. Ama yedi olmaları da tasdik edilmiyor, o da gayba taş atmak gibi geliyor. Yalnızca gayba taş atmak meselesi “üç-beş” tahminiyle “yedi” tahmini arasında olduğu için böyle kabül etmek mümkün ki, herhalde sayıları yedi olmuş... Acaip ya!.. Bunca sade bir şey neden bunca dolaşıklığa düşürülmeliymiş ki? Yediyse yedi, sekizse sekiz, dokuzsa dokuz diye direk bildirmek mümkün değil mi yani? Cennetlerin koruyucu meleklerinin sayının on dokuz olduğu direk bildirildiği halde Kurani-Kerimin indirilmesinden en çoğu üç yüz yıl önce baş vermiş bir hadisedeki, hem de herkesin merak ettiği bir hadisedeki adamların sayısı neden tahminlerle-gümanlarla çıkarılmış olmalı ki insanlar tarafından? Ne mühüm bir sır var ki adamların sayısında? Eğer, mesela, Bizans Dış İşler bakanı o mağaradakı adamların sayı barede muhabirin sorusuna cevabı bu şekilde vermiş olsaydı derdik ya cevapı bilmiyor, ya da biliyor ama bildirmek istemiyor, o yüzden diplomatik cevapla sorudan yan geçmişdir böylece. Ama bunu herşeyden haberdar olan Allahın Mübarek Adı diyor, bilgisinin olmaması mümkün mü yani? Demek ki direk bilgi verilmek istenmemişdir; cevap ayenin içinde ama, anlayana.
Diyelim hiç kimse anlamadı. Veya “adamların sayı yirmi beş imiş”, dedik. O mağara hadisesinde ne değiştirecek ki bu sayı? Yedi adam uyumuş, on yedi adam uyumuş veya elli yedi adam uyumuş, ne farkı var yani? Uyumuşlar da, uyanmışlar da, çoktan da ölüb gitmişler bu dünyadan. Önemli olan hadisenin manası değil mi?
İyi ki mehdi sahib ez-zaman diye büyük bir beklentisi varmış beşeriyyetin. Umut edelim ki, çok sırların yanısıra mağara sahiplerinin de sayısına dakik bir açıklama getirecek. Gönül isterdi ki, o, hazret Musanın yahudileri Mısırdan çıkarmazdan seneler önce iki denizin birleştiği yeri neden aramasına da bir açıklık getirmiş olsun. Kurani-Kerimde bu barede beş küçük aye var ama, arama sebebi katiyyen belli değil. Hazret Musayla ilgili diger hadiselerin bir sıra surelerde defalarca tekrar bildirilmeğine bakmayarak bu hadise barede yalnızca bir defa malumat verilmiştir ve hadisenin sebebinin bildirilmemesiyle de sanki bunun o kadar da önemli bir hadise olmamağı tasavvürü yaranmışdır akıllarda. Halbuki ayelerden de belli oluyor ki, hazret Musanın kendisi için iki denizin birleştiği yeri bulmak son derece önemli bir iş imiş. Budur o ayeler: “Ve yad et ki, bir vakit ki Musa genc refıkına demişti:Ben iki denizin cem olunduğu yere varıncaya kadar durmayacağım, yahut uzun bir müddet geçireceğim. Vakta ki iki denizin birleştiği yere ulaştılar, balıklarını unuttular. O vakit ---o balık--- denizde bir yarığa doğru yolunu tutmuşdu. Vakta ki, geçip gittiler ---hazreti Musa--- genc arkadaşına dedi ki: Bize kuşluk yemeğimizi getir, biz bu yolculuğumuzda muhakkak ki yorğunluğa uğradık. ---O genc de--- dedi ki:Gördün mü? Kayaya çıktığımız vakit ben şüphe yok balığı unuttum. Onu söylemeği bana şeytandan başkası unutturmuş olmadı. O denizde yolunu acib bir surette tutmuştu. Dedi ki: İşte bizim aramakta olduğumuz da bu ya. Hemen izleri üzerine uyarak geri döndüler”. ( Sure 18, ayeler 60-64).
Yani sanki adam o yeri, sadece, bir macera hevesiyle aramış, bulmuş ve bulunca da hemen geri dönmüşdür. Ama ehemiyyeti olmayan bir şeyi Allah Kurani-Kerimde bildirir mi? Öyleyse neden haber veriyor bu ayeler?
Bakınız, Firavuna mücizeler gösterdikten sonra Firavun İsrailoğullarının senelerce Mısırdan çıkarılmasına izin vermemiştir. Ama kesinlikle demek mümkündür ki, bu beş ayede bildirilen hadise onun Mısıra dönüşünden öncelerin, peyğamberliye kadarkı yıllarının hadisesidir. Neden böyle diyorum? Çünki iki denizin birleştiği yere vardıktan sonra geri dönünce Allahtan bir rahmet verilmiş ve “bir ilim” öğretilmiş birisini bulmuşlar. “Rast gelmemişler” ona. Bulmuşlar onu. Yani böyle bir ilimli adamın olmağından haberdarmışlar, aramış bulmuşlar. Ve Musa ona demiş ki “ öğretilmiş olduğundan bana bir vesilei irşat öğretivermeliğin üzere sana tabi ola bilir miyim?”( Sure 18, aye 66). Peyğamberlik o zamana kadar verilmiş olsaydı Musa ilmi Allahtan değil de, bir insandan öğrenmeye ihtiyac duyar mıydı?
Son derece düşündürücü ayelerdir. O ilim hangi ilim imiş ki, Musa onu öğrenmeğe bunca merak etmiş, iki denizin cem olduğu yeri bulunca o adamı arayıp bulmağa ihtiyac duymuş ve ilminden öğredeceyi halde hatta ona tabi de olacakmış? Cevap ayelerde gizli tutulmuş manadadır. Aklım ala bildiği kadarınca o gizliliyi açıklayayım: Demek Musa iki denizin cem olduğu yerin nerede olduğunu dakik bilmiyormuş, onu bulmak için uzun müddet lazım gelecek olursa bile durmayacakmış. O ne coğrafya alimiydi, ne seyyahıydı, demek neyse başka ve çok da önemli bir maksatı varıymış. Çok aradıktan sonra denizde bir yarık görünce duruyorlar. Her yeri arıyorlar, tadkik ediyorlar ya, o yüzden o yarık da onların dikkatini celb ediyor. Hem de öylesine merak ediyorlar ki balıklarını bile yere bıraktıklarını unutuyorlar. Tabii ki hala farkında değiller o, aradıkları yerdir. Yarığa bakıyorlar; sahilden denizin içerisine doğru uzanan, denizi yarmış gibi görünen toprak bir yoluymuş o. Tabii ki o yol dümdüz olomayacaktı, kaya gibi çıkıntısı ve de çəkek yerleri de varıymış. Unuttukları balık daha yenice avladıkları balıkmış kionlardan habersiz atıla-atıla kendisini yarıkdakı çökekliklere sala bilmişdi; Çökekliklerde su varmış anlaşılan ve de o toprak yarık o kadar da ensiz değilmiş ki, o anlarda balık çökekliklerdeki suyu daha yakın hisab etmişdi, aksi halde kendini yarığa değil de denize salmağa çalışardı. Ama denizin içine doğru uzanan ve de denizden bir kadar hündürde olan toprak yoldakı çökeklerde su nereden olabilirdi?.. Musayla arkadaşı geçib gidiyorlar. Ama yanından mı geçib gidiyorlar? Fikir öyle verilmiş ki, sanki yanından geçib gidiyorlar. Bu tür kabüllenmek adamı esas manadan uzak tuta biliyor. Gizlilik de bundadır. Sanki asla önem vermemişler o yarığa. Ama önem vermemiş olsalardı balığı ellerinden yere bırakarak unutur muydular? İki denizin cem olduğu yeri arayan adamlar denizin içine doğru uzanan bir yarığa girmeden, bakmadan durur mu? Onlar dinlenmeğe gelmemişler ki. Sahiller boyunca araya-araya gelmiyorlar mı? Demek yarığa doğru geçib gitmişler ve oradakı kayalığa çıkmışlar. Ac ve yorğun oldukları için bir azcık nefeslerini dermek için oturmuşlar ki, yemek yesinler, o andaca hatırlamışlar ki balığı yarığın ta başındaca unutmuşlar. Bakmışlar ki balık nerde? O artık “denizde acib bir surette yolunu tutmuşdu”.Yani artık denize kavuşmuşdu. Az önce yarığa doğru yolunu tutmuşdu, yarıkdaydı, demek denizde su yavaş-yavaş kalkarak yarığın kayalıktan aşağıdakı kısmını örtmeğe başlamışdı, o yüzden balık artık denizdeydi.
Yani denizde kabarma hadisesi baş vermiş ve yarık altta kaldığından iki deniz birleşmişti. Bunu görünce Musa bu yüzden diyor “işte bizim aramakta olduğumuz da bu ya”. Aramakta olduğu neymiş? İki denizin cem olduğu yer. Demek o toprak yol, o yarık küçücük bir uzantı değilmiş, ta karşı sahile kadar uzanan bir yol imiş ki, iki denizi tamamen biribirinden ayırmış olsun. Çıktıkları kayalığa kadarkı yol su altında kaldığı gibi, tabii ki, kayalıktan karşı sahile kadar olan yol da su altında kalmalıydı. Ama o yolu daha geçmemişler diye gidemezlerdi, hem de kabarma ne kadar sürecekti ve o müddette suyun seviyyesi ne kadar kalkacaktı bilmiyorlardı, o yüzden geldikleri sahile taraf “izleri üzerine” acilen geri dönüyorlar. İzleri üzerine, yani su yenice kalkmağa başladığı için altta toprak yol daha görünmekteymiş ki, yolun o karartısıyla geri dönmüşler.
On yıllar sonra Mısırdakı yahudileri haman bu yerden, bu toprak yoldan mı geçirmış hazret Musa? “Evet” derlerse o zaman son derece acaip bir soru çıkacak ortaya: Öyleyse nerden bilmiş ki, zaman geçecek ona peyğamberlik verilecek ve Allah ona yahudileri Mısırdan “denizi geçmekle çıkarmak” emrini verecek? Allahın emri aynen böyle olacaktı: “Ve andolsun ki Musaya şöyle vahyettik: Kullarım ile beraber geceleyin yürü ve onlara denizde kuru bir yol aç, yetişilmekten korkmazsın ve havf eder olma”. (Sure 20, aye 77). Bilmemişse bir zamanlar birisini öldürdüğü sebebinden Firavun korkusu canından bir türlü çıkmadığı halde onu Medyeni bırakarak Mısıra dönmeğe ne mecbur etmişdi? Bilmiyor muydu Mısıra dönüşü sırasında gece çöllükte ona peyğamberlik verilmiş olmazsaydı Mısıra vardığında Firavunun adamları onu tutuklayarak Firavunun yanına götüre bilirlerdi cezalandırılmak için?
Peyğamberliğin verilmesi Allahın işidir, o yüzden onun aklına bile gelemezdi elçi olacağı. O zaman Firavun onu cezalandırmak istemiş olsaydı neyle yakasını kurtaracağına umutluymuş?! Yoksa iki denizin cem olduğu yere vardıktan sonra bulduğu ilimli adamdan tilsim gibi, sihir gibi bir şeyler öğrene bilmişdi ve Allah da görmüşdü ki, adam Mısıra dönmekte kararlıydı, ona peyğamberlik vermişdi ki sihirle, tilsimle değil de, ilahi mücizelerle gitsin Firavunun yanına?Yani tilsim, sihir öğrenmişdiyse peyğamberlik verilmiş olmazsaydı tilsimle, sihirle mi gidecekti Firavunun karşısına yahudileri çıkarmağıma izin ver diye? Hayır. O,sahir değildi. Ve ilim sahibi olan adamla da yolları ayrılmıştı onun sabır imtihanından çıkamamışdı diye... Ama bu da var ki ayrılıklarına kadar enaz bir ay müddetinde birlikte olmuşlardı. Çünki, bakınız, önce bir gemiye binmişler, adam gemini yararsız hale getirmiş. Sonra hayli gitmişler, adam bu sefer bir oğlan çocuğunu katletmiş. Sonra yine gitmişler, bir bölge ahalisinden yemek istemişler, onlar vermemişler, adam sonra yıkılmakta olan bir duvarı doğrultmuş, karşılığında ücret de almamış-falan. Yani aşağı yukarı bir ay kadar lazım bu acaip işlere. Yani birlikte yeyib içtikleri, yatıp kalktıkları o müddette Allahın ona verdiği ilimden hiç mi bir şeyler öğretmemiş Musaya? Allahın ona öğrettiği ilmi başkalarına vermemekle günah işlemiş olduğunu bilmiyormuş mu? Ve ayrıldıktan sonra bir de hiçbir zaman görüşmemişler mi? Bu barede malumat da yok.
Adam herhalde çok acaip birisi olmuş; yaptığı iyiliklere de, kötülüklere de öngörücülüğüyle hak kazandırmış ama, ahaliden yemek isterken onların vermeyeceklerini ilericeden göre bilmemişti. Bilmiş olsaydı ister miydi?
Diyelim hazret Musa iki denizin cem olduğu yeri peyğamberlik verildiğinden sonra aramağa çıkmıştı. Yani peyğamber olduğu halde o acaip adamı aramış bulmuşdu ki, ilmi Allahtan değil de ondan istesin. O yer yahudileri denizden geçirmek için gerekmişse ki dayaz yer olsun, elinde mücizeli asa varken dayaz yeri aramağa ne ihtiyac varmış? O asa yalnız dayaz yerlerde mi denizi iki yere bölmek gücündeymiş? Denizin derin yerlerinde yol açmağa gücü yetmiyor muydu?
Hazret Musanın Medyende yedi yıl yaşadıktan sonra Mısıra geri dönmek istemesini sadece böyle de anlamak mümkündür: adam kayınata evinde daha yaşamak istememiş. Tabii ki son derece mecbur olmadığında kayınata evinde yaşamağı kendi kururuna yediremez hiçbir damad. Üstelik damad eğer ta çocukluğundan Firavunun sarayında naz-nimet içinde yaşamış, Firavunun resmi evlatlık verdiği çok hürmetli, saygılı, sözügeçen birisiyse. Köle gibi zulüm altında yaşayan İsrailoğullarının umut yeri, güven yeriydi, bir dertleri olduğunda ona derlerdi. Firavunun evlatlığı olduğu için saray adamlarından da yakınıydı Firavuna. Birdence acımasız talih onun bütün üstünlüklerini elinden almış ve onu Mısırdan kaçmağa mecbur etmişdi. Bir kızla evliliğinin karşısılığında başlık parası veremediği için kızın babasının koyunlarına yedi yıl çobanlık etmeli ve evi olmadığı için de onun evinde yaşamalı olmuşdu. Tabii ki o yedi yıl içinde artık evin doğması olmuşdu, isterse daha senelerce,hatta ömrünün sonuna kadar da yaşaya bilirdi kayınatagilde.
Ama istememişdi. Geri, Mısıra dönmek istemişdi. Ama Firavunun ona olan öfkesinin bitib bitmediğinden haberi yoktu ki. Öfkesi geçmiş olmazsaydı ne olacaktı? Koskoca Firavun ya. İdamını emrederse hemen idam edecekler. Firavundan da büyük birisi yoktu ki Mısırda. Ama bununla bile Musa dönmekte kararlıydı. Neden? Çok-çok büyük bir maksatı mı varıymış ki, o maksatına yetebilmek için Firavunla korkunc olabilecek görüş riskini göze almıştı?
Tabii ki anlamamış değildi ki, Firavun onu afederse bile daha onu saraya yakın bile bırakmaz, ona itimat göstermezdi. O da kendi tayfasına, İsrailoğullarının yanına gitmeli olacaktı. Sarayda hürmetini kaybetmiş olsa da İsrailoğulları yanında yine de bir lider durumunda olacaktı. Ama Mısırda bir tek hükümdar varıydı, o da Firavunuydu, hem de kendisini tanrı hisap ediyordu, Mısır insanlarından bir kısmını ikinci bir hükümdarın idare etmesine izin verir miydi? O yüzden Musa bir müddet sonra yahudileri mutlaka Mısırdan çıkarmak zorunda kalacaktı, çünki Firavunun yanında yaşadığı yıllarda ondan görüb götürdüğü esas şey tekbaşına idareçilik prensipi olmuşdu. Eğer Medyenden Mısıra yahudilere lider olmak maksatıyla dönüyorduysa, demek, bunun için yahudilerin Mısırdan çıkarılması esas şartıydı.
Ama kölelerinin Mısırdan çıkarılmağına Firavun izin verir miydi? Tabii ki hayır. Peki, onları gecelerin birinde Firavundan gizli olarak haman o arayıb bulduğu iki denizin cem olduğu dayaz yerden geçirirse...Denizde kabarma bitince su çekilecek, toprak yol deniz seviyyesinden yukarıda olacak ve yahudiler o yolla karşı sahile geçecekler ve böylece Firavunun aklına bile gelmeyen bir şekilde Mısırı terketmiş olacaklar.
Ama yahudilerin hepsi onu dinler miydi, onun sözüyle yurd-yuvalarını terk eder miydi? Daha peyğamber seçilmemişdi ki, mücizeleriyle onları peyğamber olduğuna inandırsın ve sonra da “Mısırı terkedin!” deyince onlar bu emrin Allahtan geldiğine şüphe etmesinler. Hem de o zaman Mısırı çok daha hevesle terketmiş olurlardı, bir zamanlar İbrahim peyğambere vaad edilmiş bereketli toprakları Allahın vermek istediği vakit gelmişdir diye. Yani eğer yahudilere liderlik etmek için onların Mısırdan çıkarılması şart idiyse onların Mısırdan çıkarılması için de ona peyğamberlik verilmesi kaçınılmaz şartıydı. Birisinin hakikaten de peyğamber olduğunu ise yahudiler ancak ve ancak mücizelerini görürlerse kabül ederlerdi. Sihirbazların sihriyle tilsimiyle falanla değil, Allahın mücizeleriyle gelmeliydi o adam.
Acaip de budur ki, bununla bile Musa Mısıra dönmeğe karar veriyor ve karısıyla kardeşiyle Mısıra taraf yol alıyor. Ve...
Sen bir işe bak!.. Ne hikmetse Mısıra yeter-yetmez gece çöllükte yanar ağacdan Allah ona sesleniyor!.. Ona peyğamberlik veriyor!..Hatta şahidler de varıymış bu hadisede. Yanar ağaçtan uzakta oldukları için ağaçtan ona neler söylendiğini, asanın yılana çevrilmeğini görmemişlerse de, uzakta yanar bir ağacın olduğunu ve Musanın ona taraf gittiğini görmüşler. Birisi helalca karısıymış, birisi de doğmaca kardeşi ve Musaya yardımçı olarak tayin edilmiş Harun... Aslında şahide ihtiyac da yokuydu artık; çünki kim onun peyğamberliğine inanmazsa mücizelerini gösterecekti ve adam inanacaktı. O kadar net yani. İnandırınca da artık onun İsrailoğullarına her bir emri Allahın emri olacaktı. Allaha karşı gelmek isterler mi? Allah o dünyada cehenneme atmaz mı onları?
Peyğamber olmadan da Mısıra varmış olsaydı yine de İsrailoğullarının yanına gitmezden önce Firavunun yanına gitmek mecburiyyetindeydi ki, bir zamankı böyük hatası için --- saraya yakın birisini öldürdüğü için ondan özür dilesin. Bunu yapmaya bilmezdi, Firavun bunu büyük saygısızlık hisab edierek çok kazablana bilirdi. Tabii ki Musa çocukluğundan ona babalık etmiş birisinin huyunu yeterince biliyordu; herbir evlat ona kızmış babasının gönlünü nice almağı, onun öfkesini nice yumşaltmağı bildiği gibi o da Firavunun öfkesini yatıştıra bileceğinden eminiydi hiç şüphesiz. Üstelik arada yedi yıllık uzunca bir ayrılık olmuştu. O hata çoktan geçmişte kalmıştı. O geçmişte ki “O zamanlar cahil idi”.(Sure 26, aye 20). Ama artık peyğamber gibi gidecekti Firavunun yanına. Afedilmek için, özür dilemek için değil, yahudileri Mısırdan çıkarmak talebiyle gidecekti. Yahudilerin lideri statüsündeymiş gibi... Yani Firavun anlamalıymış ki, Allah onun yanına gitmeği emretmiş diye gelmişdir, kendisine kalırsa gelmezmiş. O yüzden eğer Firavun yahudileri Mısırdan çıkarmak talebine kızmış olarsa yanlış hareket etmiş olacak, çünki o, sadece, Allahın emrinin icraçısı gibi, Allahın elçisi gibi gelmiştir. Elçiye ise dokunmazlar. Böylece, gencliğindeki o büyük hatası arka planda kalmış olacaktı, çünki bu taleb o hatasının yanında dağlarca büyük bir “hata” idi.
Hakikaten de, Firavunla görüştüğü zaman Firavun ona geçmişteki hatasını,sadece, hatırlatmakla geçiyor. “Seni çocuk iken içimizde büyütmedik mi? Ve aramızda ömründen senelerce kalmış olmadın mı? Ve o yaptığın fiilini yapıverdin, o halde sen nankörlerdensin”.( Sure 26, aye 18-19) diyor. Çünki artık önemli olan konu yahudilerin Mısırdan çıkarılma konusudur ve aklının alamadığı bir Varlık --- Alemrerin Rabbı bunu emrediyormuş. Demek ki, Mısırlılar Firavunu ilah bildikleri halde çocukluktan evladı gibi büyüttüğü Musa onu değil de, alemlerin Rabbını ilah olarak tanıyor. Onu kızdıran, çileden çıkaran da buydu. O yüzden diyor ki “Andolsun, eğer benden başka ilah ittihaz etmiş oldun isen elbette seni zindana atılmışlardan kılarım”. ( Sure 26, aye 29). Tanrının Firavun değil, alemlerin Rabbi olduğunu Firavunun sarayındaca ve onun kendisinece ilan etmek ve halkı da buna inandırmak Firavunun saltanatının sonu demek olardı. Çünki Mısır devletçiliğinin temelinde Firavunun ilah hisab edilmesi duruyordu. Başkasının değil.
Sonuç itibariyle hazret Musa yahudileri Mısırdan çıkarma talebinin Allahtan geldiğine mücizeleriyle hakk kazandırmış olmuşdu. Firavun bu yüzden ona diyor: “Ey Musa! Sen geldin mi ki bizi sihrinle yurdumuzdan çıkarıveresin?” ( Sure 20, aye 57). Yani sihrin olmazsaydı sana öncelerden öfkemiz kaldığı halde gelib de yahudileri Mısırdan çıkarmak talebinde buluna bilir miydin? Demek ki, hazret Musanın mücizelerini sihr olarak kabül ettiğinden böyle bir kanaate varmışdır: herhangi sihirbaz diger sihirbazlara galip geleceği halde kendi gösterdiklerini sihr değil de ilahiden bir mücize gibi beyan ederek kendini peyğamber olarak tasdik edebilir. Belki de attıkları iplerin asa tarafından birer-birer yutulduğunu görünce sihirbazların kumanda almışlar gibi birdence hepsinin secdeye kapanmaları Firavunda bu işlerin hakikiliyine şüphe uyandırmışdı. Çünki Firavun bunu görünce onların önceden Musayla razılığa geldiklerini tahmin etmişdi, “Ben size izin vermeden evvel siz ona iman ettiniz. O sizin büyüğünüzdür ki, size sihri öğretmiştir” diyerek. (Sure 20, aye 71). Tabii ki Firavun da oradakı insanlardan birisi olarak o acaip mücizeyi görünce hayretler içinde kalmışdı. Sihirbazlar da mücizenin etkisi altında bir kadar donub kalmış olsalardı, hemen secdeye kapanmaktansa önce “bu nasıl bir şey?” diye baş verenleri şaşkınlık içinde anlamağa çalışmış olsalardı, insan tabiatına uyduğu için çok daha inandırıcı olabilirdi. Orada olan herkesden daha çok merak etmeli olan da onlar olmalı değildiler mi? Çünki sihirbazlarıydılar, ekmek paralarını şehirlerin köylerin bazar ve meydanlarında sihirbazlık oyunları göstermekle kazanıyorlardı, Firavunun ve saray adamlarının sözleriyle Musayı da kendileri gibi bir sihirbaz biliyorlardı. Hatta gösteriden önce Musa onları buna göre kınamışdı da. Demişdi ki, “ Yazıklar olsun sizlere! Allaha karşı yalan yere iftirada bulunmayın, sonra sizi azab ile helak eder ve muhakkak ki, iftira eden hüsrana uğramışdır” (Sure 20, aye 61). Demek ki, onun attığı asa yılana çevrilerek onların attıkları ipleri yutunca bunu çok daha üstün bir sihr olarak kabül etmeliydiler ve manasını anlamağa çalışmalıydılar. Ama onlar ne yapmışlar? Hemen secdeye kapanmışlar “Biz Musanın Rabbine iman ettik” diyerek. Sanki ilericeden kaybedeceklerini biliyorlarmış, o yüzden kaybettikleri an ne yapacaklarına hazırmışlar. Sanki hepsi birlikte karara almışlar ki, Musanın yalançı olmadığını böyle nümayişkarane göstersinler. Ama niye yani? Musa yenileceği takdirde Firavun onu cezalandıracaktı diye mi? Ama Firavun onlara vaad vermişdi ki, Musaya galip gelecek olursanız saraya yakın adamlardan olacaksınız. Öyleyse onları böyle bahtiyarlk bekliyormuşsa Musa onlara çok mu lazımıydı? Hem de amacları yalnızca Musayı Firavunun kazabından kurtarmak olmuş olsaydı sadece bilerekten ona yenileceklerdi, bununla da iş bitmiş olacaktı. Ama onlar Musanın Rabbine iman ettiklerini bildirmişler oraya toplanan bütün insanların karşısında. Bu ise o demekiydi ki, artık onlar için Firavunun ilah olmağı bitmişdir. Bu sözleriyle Firavuna ve devletçiliğe karşı gelmiş oldukları için çok ağır cezalandırılacaklarını biliyorlardı hiç şüphesiz; Firavun onların ellerini-ayaklarını çarpazlama kestireceğini bildirdiğinde umurlarında bile olmuyor bu ağır ceza. Yani böyle olacağını göze almışlardı, buna da hazırıydılar.
Sihirbazlık göstermeğe gelmezden önce mi imana gelmişler acaba?! Şahsen ben bu kanaattayım. Firavun Mısırın her tarafına adamlarını göndererek meşhur sihirbazları topladığı müddütte tabii ki herkes haberdar olmuştu yıllar sonra Musanın saraya dönüşünden. Hem de nice dönmüşdü? Peyğamber olarak. Allahın elçisi olarak. Firavundan da İsrailoğullarını Mısırdan çıkarmasına izin istemişdi. Sihirbazlar İsrailoğullarından imişlerse bu beklenmedik habere sevineceklerdi tabii ki. Hem de inanacaklardı onun peyğamber olduğuna; herzaman kalblerinde onları zulümden kurtaracak bir peyğamberin gelişi beklentisiyle yaşıyorlardı. Madem ki, Firavunun sarayında mücizeler göstererek kendisini peyğamber ilan etmişdi, beklenilen kurtarıcının Musa olmadığını kim sübut edebilirdi? O yüzden sihirbazlar Musanın mücizesini kendi gözleriyle görüb onun asla ve asla sihr olmadığını anındaca anlamışlar diye artık gereksiz yere şaşkınlık oyunu çıkarmak istememişler, hemen secdeye kapanmışlar. Firavun da dinsiz-imansız olsa da çocuk değildi, koskoca Mısırı idare eden bir hükümdarıydı, onların bu acele hareketinden şüphelenmeye bilmezdi. Firavunun izni olmadan, o bir soru sormadan saray adamları bile bir kelime diyezdi onun karşısında. Ama sihirbazlar hiç onun iznini de beklememişler secdeye kapandıklarında. O yüzden Firavun kızmışdı: “Ben size izin vermeden evvel siz ona iman ettiniz. O sizin büyüğünüzdür ki, size sihri öğretmişdir. Artık sizin elleriniz ve ayaklarınızı çarpazlama olarak elbette keseceğim ve elbette ki, sizi hurma dallarına asacağım ve elbette ki bileceksinizdir ki, hangimiz azapca daha şiddetli ve daha devamlıdır”. (Sure 20, aye 71).
Ve sihirbazların cavabına bakınız: “Dediler ki: Elbette seni bize gelen ayetlere ve bizi yoktan var etmiş olana tercih edemeyiz. Artık sen ne ile hüküm edecek isen hüküm et. Sen ancak bu dünya hayatında hükmedersin. Muhakkak biz Rabbimize iman ettik ki, bizim için hatalarımızı ve bizi üzerine zorladığın sihrden dolayı yarlığasın. Ve Allah hayırlıdır ve ebedidir.” (Sure 20, aye 72-73).
Zalim diktatör Firavunun gözünün içine baka-baka böyle bir nitk söylemeğe cürat etmeleri için derin iman sahibi olmaları gerekirdi. Ama imana geldikleri daha hiç bir-iki dakika olmamış ki.Nice derinleşe bilmişdi bu kadar!
Eğer Musa sahir olup da sihirbazlarla konuşarak galip gelmiş olsaydı sonralar eninde-sonunda eninde sonunda bu hile aşkara çıkacak ve yahudiler onu yalançı peyğamber hisap ederek arkasınca gitmeyeceklerdi. Hatta Allah adına yalan konuştuğu için onu öldüre de bilirlerdi. Ama kafirler diyecekler “O hile nice aşkara çıkabilirdi? Aşakara çıkara bilecek olanlar yalnızca sihirbazlarıydı, onların da hepsini Firavun idam ettirmişdi”.
Ama Musa onların idam ettiriliceğini ilericeden bilemezdi ki.
Bundan başka, eğer Musa sihirbaz imişse günün birinde herhangi diger çok bilgin bir sihirbaz onu yenebilmez miydi? O zaman mücizelerinin yalnızca sihr olduğu ortaya çıkmış olmaz mıydı?
Bu sefer de diyecekler ki, “o hadiseden sonra Mısırda bilgin sihirbaz kalmış mıydı ki? İdam edilmiş olanlar Mısırın her yerinden toplatılmış ünlü sihirbazlar değildiler mi?”
Peki, sihirbazlar toplantıya gelmezden önce imanlıymışlarsa niye Musanın karşısına çıkmışlardı?
Gelmemek ellerinde değildi ki. Firavunun adamları toplayarak getirmişdi onları. Gelmezlerse kafaları giderdi. “Bizi üzerine zorladığın sihrden dolayı” dediklerinden de bu belliydi. Yani biz gelmezdik, sen Firavun olarak bizi zorla getirmişsin. Ama gelmeklerinde de pişman olmamışlar. Hazret Musanın sihr değil de, asıl mücize gösterdiğini gözleriyle görerek imanlarında doğru olduklarına emin olmuşlardı. Bu yüzden Firavuna yakın olmak saadetinden de, canlarından da geçmişlerdi. Üstelik Allaha iman getirdiklerini peyğamberin ta kendisine, onunla göz-göze durarak beyan etmişler. Asıl iman sahibi olanlar için bundan da büyük bahtiyarlık olabilir mi? Her ümmet için o ümmete gönderilmiş peyğamber şahadette bulunmayacak mı Ahirette Adalet Mahkemesinde? Demek o Mahkemede onların hakikaten de iman sahibi olduklarına direk hazret Musa şahidlik edecekti.
Hazret Musa kendi talihine yazılmış büyük missiyanı --- yahudileri Mısırdan çıkaracağı, hem de mutlaka denizin içinden geçirerek çıkaracağı missiyasını ilericeden intuitiv olarak hiss edebilir miydi? Hemen “olamaz” deyib de geçmeyelim. Az mı duymuşuz uçağa, gemiye, asansöre binmeğe acaip korkusu olanların günün birinde uçağa, gemiye, asansöre bindikleri zaman başlarına facia geldiğini? Bu, alınlarına yazılmış olan facianı ilericeden hiss etmek değil de nedir acaba?
Peki, diyelim Musa gelecekte baş vermeli olacak bir hadiseni ilericeden intuitiv olarak hiss ettiği için o hadisenin icraatına ilericeden dayaz bir yer aramağa başlamışdı. Ama onunla birlikte aramk işine koşulan arkadaşına da demişdi mi bu barede? Arkadaşı sormaya bilir miydi o yer neyimize lazım ki, onu günlerce, haftalarca yorulmak bilmeden aramaktayız? Sormuş tabii. Cevap ne olmuş?
Belli değil. O beş ayede aramakta maksat zerrece bildirilmiyor. Sekiz-on yaşlı çocuk da değillerdi ki, diyelim sadece iki denizin biribiriyle nice cem olduğuna bir çocuk hevesiyle merak etmişler diye aramışlar o yeri yorulmadan. Yaşlı-başlı adamlarıydılar, başka işleri-gücleri yokuymuş mu zamanlarını boş bir hevese hasretmişler? Eğer orayı görmek maksatsız olmuşsa, sadece büyük bir hevesten doğmuşduysa neden bulunca hemen geri dönmüşler? Günlerce, haftalarca onun için aramışlar ki, bulunca hemen geri dönsünler mi?
Belki Medyende yaşadığı yıllarda Firavundan gizlice akrabalarıyla ara-sıra görüşe bilmek için Firavunun adamlarının aklına bile gelemeyecek kese bir yol lazım imiş ona? Ve bulduktan sonra o yolla gizlice girip-çıka biliyormuş Mısıra? Ama o halde bu yolla gelecekte yahudileri Mısırdan çıkardığında deniz yarılsın diye asayla denize vurması ne demek oluyor? Sadece, kabarmanın çekilmeğini bekleyeceklerdi, toprak yol görünecekti, o kadar. Geçip gideceklerdi o yolla karşı sahile. Firavunun ordusu onları beklemedikleri halde yakalamışsa, o ayrı. Ama eğer Musa o yoldan defalarca Mısıra giriş-çıkış yapmışsa tabii ki denizde olan kabarma ve çekilme saatlerini bilmemiş olmazdı. Öyle bir zaman yahudileri sefere çıkarmalıydı ki, denizin sahiline yettiklerinde artık kabarma biterek çekilme başlamış olsun.
Sorular... Sorular... Görüyor musunuz, tekce hazret Musanın İsrailoğullarını denizden geçirmesinden çok-çok önceler iki denizin cem olduğu yeri aramış olması barede beşce aye ne kadar soruları beraberinde getirmiş oluyor? O yüzden diyorum ki, ne zamansa Yer yüzüne gelecek mehdi sahib ez-zamanın bu gibi sorulara cevab vereceğini beklemekten başka çaremiz yok. Elbette, Allah eğer isterse ona bilmediklerimizi açıklar. İstemezse Kıyametecen de bu sorular cevapsız kalacak.
Beşeriyyetin tamamen dinsiz olacağı bir zamanda gelecek o. Ve beşeriyyeti tamamen dindar edecek. Adalet olacak Yer yüzünde. Beklentilere göre. İnsanlar herzaman kimleriyse beklemeli ya. O yüzden bekletiliyorlar. Çünki beklemeden duramıyor beşeriyyet. Adamlık mutlaka göklerden gelmelidir. Göklerden gelmezse, bize kalacak olursa, bihude. Bizden adam olamaz.
Beynine yeritilmiş ruh dediğimiz çipe, yani talihine bunca büyük ve kutsal bir program yazılmış o adam ne bahtiyarmış! Ve çiplerine onun güzel devrinde yaşamak programı yazılmış olanlar da ne kadar bahtiyramışlar!.. Ama kendisine “mehdiyim” diyen birisini görünce de hemen tutup dövüyorlar. Kardeşim, mehdiyi dövmek için mi bekliyorsunuz?.. Hayır, hayır. Sadece, sahtekar olup olmadığını bilmek için dövüyorlarmış. Eğer dövülecekse, demek sahte mehdiymiş. Beşeriyyeti kurtaracak olan birisi bir avuç adamın elinden yakasını kurtaramaz mı yani? Kurtaramıyorsa, demek mehdi o değil.
O halde asıl mehdi de mutlaka dövülmekle karşılaşmalı olacak. Ama o zaman bunlar onu değil, o bunları dövmüş olacak.
Allah aşkına, beşeriyyet bu kafayla nereye gidiyor? Yani biz, hakikaten de mi, bu kafayla Kainatın eşrefiyiz, yoksa hayvan türlerinden birisi?
Peki, Hasan as-Sabbahın haşşaşiler tarikatının inancının mayası sahtekarlıkla yoğrulduğu için herşey son derece gizli tutulmalıydı ki, sır açığa çıkmasın. Bu anlaşılandır. Ama hakikaten de Sonsuz Kudret sahibi olan Allah ilahi alem varlıklarının beşer evladıyla temaslarını neden bunca gizli tutuyor acaba?
Bedir veya Hüneyn savaşlarında kafirleri öldüren sahabeler cennetliklerdir, çünki o savaş emrini peyğambere Allah vermişdir. Hasan as-Sabbahın emriyle kafirleri öldürmüş olan fedailerin Ahirette yerleri neresi? Cennet mi, cehennem mi? Diyebilirler ki, kafirleri öldürmüşlerse yerleri cennet olacak herhalde. Ama mesela, Nizamül-Mülk gibi dindar ve çok ilimli birisini öldüren adam cennetlik olabilir mi? Müsliman da müslimanın kanını dökür mü?
Ama onun da öldürülmek emrini aynı dini lider --- Hasan as-Sabbah vermiştir. Diyecekler Hasan sıradan bir insanıydı, peyğamber değildi ki Allahtan almış olsun o emri. Sadece, insanları inandıra bilmişdi ki, guya gizli imamla konuşuyor, emrleri o veriyor, ona da emrleri veren Allahtır.
Ama hazret Muhammed de kırk yaşına kadar Mekkenin sıradan bir insanıydı, sonra ise insanları inandıra bilmişti ki, melekle konuşuyor, o melek de emrleri Allahtan alıyor.
---Ama o, asıl peyğamberiydi.
---Eeee... Hasan da ismaili şiilerine göre asıl imamıydı. Gizli imamla konuşuyordu.
---Ama ismaililik diye bir tarikat yok ki Kurani-Kerimde.
---Diğer tarikatler var mı ki?
---Ama Hasanın gizli imamla konuştuğunu gören, duyan olmamış ki.
---Peyğamberlerden hangisinin melekle konuştuğunu gören olmuş ki?
---Ama hazret Muhammed Allahla konuştuğunu bütün Arabistanı itaate getirmesiyle sübut etmiş oldu.
---Tamamiyle doğru. Ama Musa peyğamberin bütün Mısırı itaate getirememesi onun Allahla konuşmadığını göstermez ki.
---Onun görevi ayrıydı: yahudileri Mısırdan çıkarmak. Ve çıkardı da.
---Demek Hasanın da bütün İranı itaate getirememesi onun gizli imamla konuşup-konuşmadığının göstergesi olamaz. Görevi radikal fedailer yetiştirmekmiş ve yetiştire de bildi. Hem de kendisine kadar ilahio alemle konuşmuş olanların hepsinden farklı olan tamamen yeni bir usul ile: cenneti hayallerde tasavvür ettirerek değil de, real şekilde “göstererek”. Dağ başındakı bir kalede oturarak toplam iki bin kadar fedai yetiştirmekle bütün dünyayı büyük bir korku içinde tuta bilmek göklerle bağlı olmayan bir işe hiç benzemiyor. “Hasan as-Sabbah” adı geldiğinde padişahlar da, çobanlar da, ihtiyarlar da, çocuklar da korkularından şeytana lanet diyorlardı.
---O korku ilahi aleme gerekmiş mi?
---Bütün semavi Kitablar beşeriyyetin canına korku salmak için indirilmemiş mi? Allah bunu açıkca bildirmiyor mu muhtelif ayelerde? Mesela, diyor ki, Kurani-Kerim “Aziz, Rahim olan Allah Teala tarafından indirilmiştir. Ta ki bir kavmi korkutasın ki, onların ataları korkutulmamıştır. Artık onlar gafil kimselerdir.” (Sure 36, ayeler 5-6).
---O kitablar insanları dine getirmek içindir.
---İnsanları dine getiren Kitablar değil, Allahtır. Allah hidayet vermezse ne kadar Kitab okumuş olsan bile imanlı olamazsın. Kitablar ise hidayet verilmişlere iyilikle kötülüğün ne olduğunu anlatmak içindir. Hasan as-Sabbahın ise haçlı seferlerinin erefesinde ortaya çıktığını unutmak lazım değil. Selcuklular Bizansı Anadoluda mağlup etmişlerdi diye bütün Avrupa nefret püskürmeğe başlamışdı müsliman alemine. Beşeriyyetin çalkanmağa başladığı bir zamanda gönüllerde müthiş bir korkunun olmağına ihtiyac varıymış herhalde.
---Ama ismaillik yanlış.
---Diğer tarikatlere göre, evet, yanlış. Ama ismaililere göre en doğru olan tarikat ve diğer bütün tarikatler de onlara göre yanlış. Diğer tarikatlerin herbirine göre de diğer tarikatlerin herbirisi yanlış. Hatta Kurani-Kerime göre önceki semavi Kitablar tahrif edilmişler. Tevrata inanalara göre İncil ve Kurani-Kerim yanlış. İncile inanalara göre Kurani-Kerim yanlış. Bu yanlışlıklar içinde de bütün beşeriyyetin beyni hakikat arayışıyla iyice karışmıştır. Daha doğrusu, beyinler gereksiz, lüzumsuz gizliliklerle bilerekten karıştırılmıştır. Çünki beyinler karıştırılmalı ki cehennemlerin doldurulmasına bahane olsun. Herkes hakikatı açık-aşkar görüb kabüllenerse cehennemlere atılmağa bir insan bulunmaz. Biz, bu maddi alemdeki herşey gibi Rahmana kul olarak yaratılmış zavallılar, Kiyametecen sürecek Kainat mikyaslı bu büyük ilahi oyunda göklerden oynatılan bedbaht oyunçularıyız. Ve bu oyunun senaryosunu zerrece bile değiştirmeye asla ve asla kadir değiliz. Yalvarışların, duaların hiçbir ehemiyyeti yoktur, hiçbir şeyi değiştiremez onlar; yalnızca umut içinde bekletmeğe, teselli vermeğe yarar. Ne nice yazılmışsa öyle de olacak. İzahı ne olur olsun, bahtiyarlık bu dünyada genellikce kötü insanlara yazılmışdır. Talihler yazıldığında bahtiyarlık bir avuc milli piyango biletleri gibi sepelenmiş, kimin bahtına çıkmışsa sultanlar gibi yaşamışlar. Ama ne sırrıymışsa talihliler esasen murdar adamlar olmuşlar... Herhalde iyiler onların yaşayışına bakarak “keşke ben de onlar gibi murdar olsam” desinler diye...
Beşeriyyet ta evvelinden kalbnide korku olanlara ve kalbinde korku olmayanlara bölünmüştür. Semavi Kitab indirildiği zaman kalblerinde korku olanlar ona iman getirmişler. Korkuları olmayanlar ise o Kitablardakıları masal hisap ederek firavan yaşamakta devam etmişler. Neden verilmiş ki o firavanlık onlara? Semavi Kitabdakıları boş, manasız masallar hisap ettiklerine, korkusuz yaşadıklarına mükafaat olarak mı? Korkanlar için miskin, rezil hayat, korkmayanlar için bahtiyarlık! Ama aksine olmalı değil mi? Veya korkmayanlar için de bir Kitab indirilmeli değil mi?
Nice ki birisi güzel demiş: bir zaman gelecek ki, uykuda olanlar için de tarih yazılacak, çünki bütün tarih uyaklar için yazılmıştır.
Ama hayır. Korkmayanlara Kitab indirilemez. Çünki imana gelmiş olurlarsa cehennemler doldurulamaz. Hem de onlara nice Kitab gönderilmiş olsa da hiçbir hayırı olmaz. “ Muhakkak o kimseler ki kafir olmuşlardır, onları korkutsan da korkutmasan da onlar için müsavidir, onlar imana gelmezler.” ( Sure 2, aye 6).
Çünki korku yok canlarında, korku. Hipnozçunun tesirine de her adam düşmez. Tesir altına düşmeyen adama hipnozçu ne yaparsa da onu hipnoz uykusuna salamaz. Nice ki demir tozunu, şeker tozunu, bakır tozunu, tuzu iyice karıştırıp mıknatısı ne kadar yaklaştırsanız da o karışık içinden yalnızca demir tozunu kendisine çekecek. Çünki diğer tozlardan yalnızca demirde mıknatısa yaklaşmak “hevesi” var ilahiden... Veya canında dua-cadı korkusu olan gider falçının yanına. Falçı da onu tam tesiri altına alar. Kendi ayağıyla kurtun yanına giden kuzuyu kurt yemesin de ne yapsın? Kurt acıkmıştır, yemek lazım ona, kuzu da gelmiş ki ye beni. Yemesin mi?
Bakınız aye ne diyor? “Kuranı sana indirmedik ki, meşakkate düşesin. Ancak korkar kimselere bir öğüt --- olmak üzere indirdik ---.” (Sure 20, ayeler 2-3).
Korkar kimselere indirilmiştir yani. Yalnızca canında korku olan kimselere. Başkaları için değil demek ki.
Herbir şeyin ilericeden yazıldığını, bizim ise sadece icraçı olduğmuzu sübut eden daha bir tutarlı delil vardır. Hadiselerin zamanı bakımından ayeleri üç tipe bölmek mümkündür: hazret Muhammede kadarkı hadiseler, hazret Muhammedin peyğamberliği devrindeki hadiseler ve hazret Muhammedden sonrakı zamanlara ait hadiseler. Geçmişteki hadiseler çoktan olub bitmişler diye tabii ki, göklerdeki Ana Kitabda yazılıydı, Mübarek Ad o hadiseler baredeki ayeleri o Kitabdan naklediyor peyğambere. Ama bunun yanısıra Kıyamet ve Ahiret hadiseleri baredeki ayeleri de o Kitabdan naklediyor, o hadiseler ise kim bilir ne zaman baş verecek. Hem peyğambere kadarkı, hem de ondan sonrakı ayeler Ana Kitabda hazır halde yazılıymışsa, peyğamberlik devrindeki ayeler yazılmış olmaya bilir mi? Ona, mesela, ruh barede, Kıyametin zamanı barede, ganimetler barede sorular verilmiş olmalı değil miydi ki, onlara cevap olarak ayeler indirilmiş olsun? Veya “Rum mağlup oldu” ayesinin indirilmesi için Rumun, yani Bizansın Sasanilere yenilmesi lazımıydı. Bu savaş 619-cu yılda baş verdiğine göre Rumun yenilgisi Ana Kitaba 619-cu yıla kadar nice yazılabilirdi? Ama böyle düşünürsek bu o demek olacak ki, peyğambere kadarkı ve peyğamberden sonrakı herşey Ana Kitaba ilericeden yazılmış olduğu halde yalnızca peyğamber devrine ait sayfalar boş bırakılmış ki, o devrin hadiseleri baş versin de ondan sonra yazıya alınsın melekler tarafından. Ama Kıyamet zamanındakı insanların, Ahirette cennet ve cehennemlerdeki insanların biribirilerine neler diyeceklerini bile haber veren Allahın son peyğamberin başına neler geleceğini ilericeden bilmediği için yazıya almaması mümkün olacak bir şey mi? Son peyğamberin ne zaman zühur edeceğini, adının bile Ahmet olacağını yahudiler kendilerinden uydurmamışlar ki. Beşeriyyetten sakladıkları Kitablarda Allah onlara miladdan bin yıllarla öncelerden haber vermişti. Zühur edecektiyse demek ki Kitab da verilmiş olacaktı ona. Ve de o Kitabın göklerdeki Ana Kitabda olduğu ve hifz olunduğu da bildirilmiştir ayelerde :” O, şeref ve kadri pek büyük olan bir Kurandır. Bir mahfuz levhadadır”. (Sure 85, ayeler 21-22). Bakınız, “Bir mahfuz levhada olacaktır” demiyor, “Bir mahfuz levhadadır” diyor. Hem de Mekkede indirilmiş ayelerdir bunlar, yani peyğambere daha Kurani-Kerim tamamen verilib bitirilmemiştir, ilkin surelerin ayeleridir ama, o Kitab çoktan Ana Kitabdadır ve hifz olunmaktadır. Demek ki kafirlerin ona karşı çıkmaları, ona alay edercesine sorular vermeleri, onun hicreti, savaşları, münafiklerin hilekarlıkları, Rumun mağlup olması ve sonra galip gelmesi, Mekkenin fethi ve sair hadiseler miladdan da çok-çok ilerilerden göklerdeki Ana Kitabda yazılıymış ve herbirinin icra edilmek zamanı geldiğinde baş vermeliydi mutlaka.
Mesela, bir şehrin mahvedilmesi zamanı gelmişse o şehri dağıtan meleklerdir. Meleklere o şehri dağıtmak emrini veren ise Mübarek Adlardan birisi olan Haktır. Yani Mübarek Ad, Allahın Ana Kitabda yazılmış emrlerinin icrasını meleklere emreden Varlıktır. Ama aynen Ana Kitabda yazıldığı gibi emr vermelidir; O, Allahla beşeriyyet arasında olan müstakil bir Varlık gibi konuşuyor Kurani-Kerimde ama, Allahın yazdığına asla ve asla düzelişler, ilaveler edemez. Kafirlerin kötü amellerini görüb ne kadar kızmış olsa da onlar barede Allahın tayin ettiği yazının icra zamanının gelmesini beklemelidir. O zamanı bir an bile ileri veya geri çekemez. Eğer melek Cibril Onunla peyğamber arasında vasıtaçıysa O, Allahla melek Cibril arasında olan Varlıktır. Ayeleri peyğambere getiren melek Cibril olsa da Kurani-Kerim okunduğunda melek Cibrilin varlığı hiss edilmiyor; sanki Mübarek Ad peyğamberle direk konuşuyor ve O, Allahla peyğamber arasında olan vasıtaçı Varlıktır.
Ana Kitabda ilericeden mevcut olan Kurani-Kerimin Mübarek Ad tarafından peyğambere gönderilmesi o demektir ki, Mübarek Adın onu göndermesi de ilericeden Ana Kitabda yazılı emrlerdendir. Ana Kitabda Onun peyğambere vahiy etmesi yazılmış ki, o da o yazının icra zamanı geldiyinde peyğambere vahiy etmiştir. Yani Onun hazret Muhammede “Oku!” diye emretmesi Ona ait Allahın yazmış olduğu yazıların icra edilmesini melek Cibrile emretmesidir.
Ebediyyet ebedi uzanan bir andır. Ebediyyetin ne gecesi var ne gündüzü, ne ayları var ne yılları, ne ilerisi var ne gerisi. Akıcı zaman yalnız bizim maddi dediğimiz Kainat içindir; bu zaman Kainatın yarandığı günden ta Kıyamete kadardır ve ebediyyetle mükayesede sonsuzlukta küçücük bir zerredir. Her bir aye ilahi alemden gelmiş olsa da maddi aleme, Kainata indirildiğinen bu akıcı zamanımızın fevkinde değildir, içindedir, bu yüzden Kainattakı hadiselerden birisidir. Yani herbir aye gönderildiğinde de zaman kendi akışındaydı ve dünyamızda da, Güneşte de, Ayda da, diğer bütün sema cisimlerinde de büyüklü-küçüklü her türlü hadiselerin baş vermesi devam etmekteydi. Yani melek Cibrile peyğambere ayeler verilmesi emredildiğinde diger meleklere de Kainattakı diğer hadiselerin icrası emredilmekteydi; Galaksilerin hareketinden ta Yer yüzündeki ağactan bir yaprağın düşmesine, karıncanın yem taşımasına kadar. Yani Kıyamete kadar olan bütün hayat Ana Kitabda inceliklerine kadar yazılmış olanların icrasından başka bir şey değildir.
Bütün o yazılar Mübarek Ad tarafından vahiy yoluyla emredilmektedir. Biz böyle hisap etmişiz ki, vahiy denen şey yalnızca peyğambere veriliyor. Ama yani hazret Musanın annesi peyğamber miydi ki? Ona da vahiy yoluyla bildirilmiyor mu çocuğu suya bıraksın? Bakınız, diyor ki “Musanın validesine de ilham ettik ki, onu emzir, onun üzerine korkunca da onu denize bırak ve korkma ve mahzun olma, şüphe yok ki Biz onu sana geri döndüreceğiz ve onu peyğamberlerden kılacağız”. ( Sure 28, aye 7). Çocuğu Firavunun refikası bulduktan sonra “Musanın validesinin kalbi bomboş olarak sabahladı. Eğer inanalardan olsun diye onun kalbine bir rabıta vermese idik, az kaldı onu açığa vuracaktı”. (Sure 28, aye 10).
Bütün yaratılmışlara hareket için, amel için emrediliyor, aksi halde hareket diye bir şey olmaz. İnsan bütün diğer varlıklardan farklı olarak akıl sahibi olsa da o bile bunun farkına varmadan yaşıyor, hisap ediyor ki, guya herbir kendi hareketi kendi isteyiyle baş veriyor. Peyğamberlere ayeler de vahiyle emrediliyor, sadece, peyğamberlik yegane görevdir ki, vahiyle ona verilenleri mutlaka açıklamalıdır insanlara. Ama, mesela, Musanın sıradan insanlardan birisi olan annesine edilmiş vahiy ise annesi tarafından açıklanamazdı; ona insanlara bildirilmek için aye verilmemişdi. O, peyğamber değildi. Ona, sadece, çocuğu Nile bırakmak emri verilmişdi. O kadar. Ve tabii ki çocuğun yahudi çocuğu diye öldürülmediğini, aksine Firavun sarayında büyütülecek birisi olduğunu duyduğunda sevinmişdi ve hiç şüphesiz onu Nile bırakmak amelini Allahın emriyle değil, kendi aklıyla son çareymiş gibi bularak ettiğinden eminiydi.
İnsan ta eski zamanlardan sebebini bilmediği, izahını veremediği hadiselerden korkarak onları mücize hisap etmiş ve “Allahın emriyledir” diye noktasını koymuştur. Halbuki herşey Allahın emriyledir. Yağmurun yağması Allahın emriyle değil mi? Ama yağmur için önce denizlerde, okyanuslarda sular buharlanmalı, buharlar gökyüzüne kalkarak bulutlara çevrilmelidirler. Yani yağmura kadar buharın ve bulutun oluşması da Allahın emriyledir. Yağmura kadarkı hadiseleri biliyoruz diye biz yağmura mücize demiyoruz. Allahın emriyledir yağmur ama, sebebini biliyoruz diye asla mücize değildir. Musanın elideki asanın ise yılana nice çevrildiğini bilmiyoruz diye o, acaip mücizedir. Belki de bir gün ilim o kadar yüksek inkişaf edecek ki, bunun da izahını verebilecek ama, şimdilik sadece diye biliriz ki, o mücize “yed-i beyza”yla, yani “beyaz el”le alakalıydı, yoksa karaşın Musa sağ elini koltuğuna sokunca neden eli bembeyaz olarak çıkmalıymış koltuğundan? O elinde tuttuğu asa yere bırakıldığında asa yılana çevriliyormuş! İmadeddin Nesimiden bu barede bir beyt son derece dikkatçekicidir. Diyor ki : “Gel, beyan nekşini ger bilmek isterisen bu gün, Musayı anlarsan, ey sahir, yed-i beyzayı gör”. Yani demiş ki, yanar ağaçtan Allahın kendisini Musaya beyan etmek meselesini bilmek istiyorsan eğer, Musa elini koltuğuna soktuğunda onu bembeyaz olarak çıkardığının sırrını çöz, o zaman anlarsan Musayı, ey onun mücizesi karşısında donup kalmış sihirbaz.
Peki, nice oldu da yeni doğmuş yahudi çocuklarını öldürmek emri vermiş Firavun Nilden bulunmuş yahudi çocuğuna kendi emrini tatbik etmedi? Kurani-Kerimde bunun sebebi açıklanmamıştır. Sadece, “Firavunun refikası dedi ki, benim için ve senin için bir göz aydınlığı. Bunu öldürmeyiniz. Umulur ki, bize faideli olacaktır veya onu oğul ediniriz. Onlar ise farkında olamıyorlardı”. ( Sure 28, aye 9 ).
Neyin farkında olamıyorlarmış?.. O çocuğun büyüğünce Firavuna düşman olacağının.
Ama sorumun cevabı bu değil ki. Diyelim Firavunun refikası bir anne merhametiyle çocuğa acımıştır. Tamamen mümkündür. Annelerde bu duyğu ilahiden verilmiş en yüksek, en pak, en kutsal bir duyğudur ve beşer evladının başka hiçbir duyğusu bu duyğuyla mukayese bile edilemez. Ama Firavun bir devlet başkanıydı, soğuk akılla karar vermeliydi. Ne olmuş da kahinlerin bir yahudi çocuğunun gelecekte onu mahvedeceği haberdarlığını kulakardına vurarak refikasının gönlünü kırmamış, çocuğa “Moisey”, yani “sudan kurtarılmış” adını vererek onu sarayına almış ve ona hatta evlatlık vermişdi?
Tabii ki bu da Allahın yazısıydı, madem ki hadise böyle olmuşdu. Yani kaçamazdı alın yazısından. Ama onun da, refikasının da kalbine dolmuş sevginin sebebi olmalıymış. Öfkeli halde, istemeyerek almamışlar ki onu saraya. Tam aksine, büyük bir sevinc içinde, gözaydınlığı hisap ederek almışlar. Nice ki yağmurun, tufanın baş verme sebeplerini izah etmek onları Allah yazısı olmaktan çıkaramaz, çocuğun saraya alınma sebebini izah etmek de onun Allah yazısı olduğunu inkar edemez. Çünki ayelerden de göründüğü gibi, o çocuğun saraya alınmasına kadarki hadisenin emrini de, yani onun tabuta koyularak Nile bırakılması emrini de Allah vermiştir.
Bak esas dikkat yetirilecek hadise de bu olmalı sorunun cevabı için. Çünki Musanın annesi çocuğunu gizlice, mesela, Firavunun sarayı karşısına da koyarak gidebilirdi. Allah çocuğun saraya alınmasını yazmışsa Firavunun adamları onu oradan da götürüp Firavuna getireceklerdi ve o yine de sarayda büyütülecekti. Ama kalplerde olanları iyice bilen Allah onun Nile bırakılmasını emretmiştir. Nilden kurtarılacağı halde Firavunun da, refikasının da, saraydakı herkesin de ona aşırı sevgi, merhamet göstereceğini biliyordu Allah. Çünki yeraltı dünyanın, ölüler dünyasının hükümdarı hisap edilen ve çox sevilen Osirisin başına gelen facia da onun sandıkta Nile bırakılmasıyla bağlıydı!.. Doğma kardeşini bu yolla öldürmüş Set bin yıllardı mısırlıların lanet hedefiydi. Onu göz yaşları içinde yorulmak bilmeden arayarak bulmuş, onu diriltmesi için Allaha yalvarmış sevgilisi ise sevgi, sadakat, vefa, merhamet remziydi. Bu yüzden Firavunun refikasının kalbinde Nilden kurtarılmış çocuğa sonsuz bir sevgi, merhamet hissi uyanmışdı. Ve onu evlat edinmek isteyine Firavunun da karşı gelmeyeceğini biliyordu. Çünki eğer Firavun çocuğu öldürmek emri vermiş olsaydı o zaman onu bütün Mısırda Osirisi öldürmüş Set gibi zalim hisap edebilirlerdi. Sağ bırakacağı ve de evlatlık vererek ona sahipleneceği halde ise Osirisin Nilden bulduğu ölüsüne de sahiplenen sevgilisi gibi Firavunu da, refikasını da bütün halk sevecekti. Yani Allah gelecekte peyğamberlik vereceği çocuğun da diğer yahudi çocukları gibi öldürülmemesi için Firavunun kalbinde merhamet baş kaldırsın diye ona “Osiris” tuzağı kurmuştur. Firavun da merhameti tüzünden bu tuzağa düşerek sonunda bu merhametinin kurbanı olmuştur.
Üstünden yaklaşık 1300 yıl geçecek ve hazret İsanın Barnava haric apostolları bu “Osiris” tuzağının mahiyyetini anlamış olacaklar ki, hazret İsayı kalemleri ucunda “çarmıha çektirip üç gün sonra diriltmekle” onu Osirisleştirecekler. Anlamışlar ki, Barnavanın dedikleriyle inanc yaratmak olmaz; hazret İsa pencereden kaçınca dört melek onu göklere kaldırmış da, üç gün sonra onu indirmişler de, sonra tekrar göklere kaldırmışlar. Nolacak? İnsanların kalbini acıtacak ne var ki bunda? Büyük bir facia olmalı ki, insanlar ona kalben acımış olsunlar. Sandığa koyularak Nile bırakılıp öldürülmüş Osirise acıdıkları gibi. Elbette, Osiris, sadece, denizde çimdiği zaman boğulsaydı veya kayadan başına taş düşerek ölmüş olsaydı, sevgilisinin yalvarışıyla Allah onu diriltmiş olsaydı bile bu hikaye inanc meselesine çevrilemezdi hiç şüphesiz. Ama Osiris inancında azaplı ölüm, kardeş ihaneti, sevgililerin zorla ayrılışı dramatizmi var. Odur ki apostollar çarmıha çekilenin İsa olmadığını, ona benzetilmiş İuda olduğunu bilmiş olsalar da israrla İsanın çarmıha çekilmiş olduğunu yazmışlar. Üç gün sonra Osiris gibi “diriltmeliler“ ya. O yüzden ölmeliymiş. Hem de facialı ölmeliymiş ki, insanlar içten acısınlar ona, kalplerine büyük bir hüzn çöksün “İncil”i okudukca, üç gün sonra dirilmiş olduğunu okuyunca da yürekten sevinsinler “Hristos dirildi” diye haykırarak.
Bak şimdi oldu. Bu artık büyük bir inanc haline gelebilir... Maalesef, Yeruselim Nil sahillerinden çok uzakmış, yoksa apostollar İsayı da İncillerde Osiris gibi “bir sandığa koyarak Nile bırakırlardı” muhtemelen ki, ölümü de Osirisin ölümünün aynısı olsun... Ama sonuç itibariyle farketmez. Öldürülme usulü teferrüattır yani, yeter ki kalpdonduran bir ölüm olsun ve üç gün sonra dirilmiş olsun. Osiris inancında olan diger malzemeler de var: hain Set yerine hain İuda, gözyaşları akıtarak dirilmeyini yalvaran sevgili yerine göz yaşları akıtarak oğlunu görmek isteyen Meryem ana...
Nuh tufanı zamanı yağan selleme yağmur da Allahın emriyleydi tabii ki. Aravermeden uzunmüddetli ve de bardaktan akırmış gibi yağan yağmur deniz ve okyanuslarda suyun seviyyesini kaldırmış ve bütün topraklar su altında kaldığından beşeriyyet suda boğulmuştur. Sebep de buymuş ki, insanlar dinden uzaklaşarak Allahı unutmuş, putlara tapınmış imişler, Nuh peyğamber onları ne kadar dine-imana getirmek istemişse de onu dinlememişler. O yüzden hepsinin suda boğularak mahvedilmesi gerekiyormuş. Peki, yağmurun ara vermeden yağmasına sebep ne olmuştur? Sebepsiz hiçbir şey olmaz ki. Ve nice olmuş ki, yağan yağmurun miktarı buharlanan suyun miktarından o kadar çok olmuştur ki, bütün kürreyi-arzı su basmıştır?Buhar halinde göklere kalkarak bulutlardan su halinde yere düşen suyun miktarı en çoğu o buharın miktarı kadar olmalı değil mi? Ayelerde bu barede böyle yazılıdır: “Biz de gök kapılarını bir çok su ile açtık --- pek müthiş bir yağmur yağdırdık ---. Ve yeri de pınarlar halinde fışkırttık. Artık su, takdir edilmiş bir emre binaen birbirine kavuşuverdi”. (Sure 54, ayeler 11-12). Yani yalnız yağmur değilmiş suyun seviyyesini kaldıran. Yerden de sular “kaynamıştır”.
Göklerin kapısı mı var? Tabii ki bu mecazi anlamdadır. “Göklerin kapısını açmak” yağmurun haddinden ziyade çok yağmış olduğunu bildirmek için kullanılmıştır. Peki, birdence hem yerde, hem de gökte suların bunca “zühur etmesine” doğada neymiş sebep olan hadise?
Ben bunu böyle izah edebilirim: Yerin kendi oku etrafında 23 derece meylli dönmesi Nuh tufanından az önce baş vermiştir.
Tabii ki tufandan önceler de hem kuzey, hem de güney kutbunda eridiği zaman kürreyi-arzın toprak kısmını su altında tuta bilecek kadar su büyük buzlaklar halinde cem olmuştu şimdiki gibi. Ama Yer kendi oku etrafında birdence 23 derece meyllikle dönmeye başlayınca tufana kadarkı kutup yerleri değişmiş ve o yerlerdeki buzlaklar erimeye başlamıştır. Bir yandan okyanusların seviyyesi kalkmış, bir yandan da erimiş buzların suları buharlanarak gökten yağan uzunmüddetli yağmurlara sebep olmuştur.
Peki, meyllenmeye ne sebep olabilirdi?
Sema cisimlerinin kendi oku etrafında dönmeleri tabii ki etrafına döndükleri diğer sema cisminin cazibesiyledir. Ama bu izah yetersizdir, çünki Yer de Ayı cezbediyor ama, Ay kendi oku etrafında dönmüyor. Demek ki cazibeden başka bir sebep de olmalı kendi oku etrafında dönme için. Bence bu sebep sema cisimlerindeki yüksek dağlardır. Bir tek dağ silsilesi eğer gezegende diğer dağlardan çok yücedirse cezbeden sema cisminin cazibesi o yüksek dağa daha çok etkili olacak ve neticede o dağı kendisine çekmekle gezegeni kendi oku etrafında dönmeğe mecbur edecek. Ayda dağların hündürlüyü bir kaç kilometre kadar olsa da Yerdeki Comolunqma sıra dağlarındakı 9 kilometreye kadar yücelen Everestin diğer dağlardan hündürlüyü kadar fark yok aralarında. O yüzden Ay dönemiyor kendi oku etrafında.
Comolunqma dağları ekvatorda olmuş olsaydı Yer kendi oku etrafında meylilikle değil, sıfır dereceyle doğudan batıya dönecekti. Kutublarda olmuş olsaydı en uzak gezegen olan Pluton gibi kutupdan kutupa dönmüş olacaktı. Ama 29 derece kuzey enlem dairesindedir Comolunqma sıra dağları, o yüzden bana göre Yer kendi oku etrafında 23 derece meylilikle dönmektedir.
Tabii ki bu benim izahımdır. Ama bu meyllilik, hakikaten de, tufandan az önce baş vermişse? O zaman tufanın “suç”u hiç şüphesiz Everestdedir. Kendi oku etrafında sakince dönmekte olan dünyamızda birdence tufan başlamış ve bütün Yer yüzünü su basmışdı; bunun için Everestin birdence bütün diğer dağlardan çok-çok yüceliklere kalkması gerekiyordu. Birdence Everest hangi sebepdense “boy atmış” ve az sonra birdence kürreyi-arzı su basmıştı.
Herbir halde tufanın yaranma sebebi doğadakı hadiselerle alakalıydı. Ama o hadiseler niye tufan haddine yükselmeliymiş? Cevap kesindir: beşeriyyet tamamen dinsiz olduğu için suda boğulmalıymış. Bu da malumdur ki, tufana kadarkı insanlar o kadar artıb çoğalmışlar ki, karıncanın sayısı varıymış insanların yokmuş. Oğul babasını, kız annesini tanımıyormuş. Yaşamağa küçücük boş bir yer bulmak bile felaketmiş, Yer küresinin bütün toprak kısmı insanla kaynayıp taşıyormuş. Eğer bu gün dünyamızda insanın meskun olmadığı boş araziler meskunlaştığı arazilerden çok olduğu halde Afrikada milyonlarla insan erzak ve su kıtlığı yaşıyorsa, tasavvür ediniz ki, tufana kadar bu problem hangi haddeymiş. Acaba, o büyük ve bir türlü halledilemeyen problemi çözmeyin yegane yolu Nup peyğamberi üç oğlu ve üç geliniyle sağ-salim kurtarmakla beşeriyyeti bütünlükle kırmak imiş mi? Eğer böyleyse, demek ki, yedi insanı kurtararak hayatı sıfırdan başlamaktan başka çare bulmamış azametli gökler.
Ama milyarlarca insanı durup-dururken sularda boğmak için tutarlı bir sebep de olmalıydı.
Tutarlı sebep mi?.. Dinsizlikten, Allaha asi olmaktan da tutarlı bir sebep olabilirmi yani? Yerde, göklerde ve Yerle gökler arasında Rahmana kul olarak yaratılmışlardan birileri olan insanlar dinsiz olmuşlarsa, demek ki, Rahmana karşı isyana kalkışmışlar. Sahibine isyan eden kul ise mutlaka cezalanmalıydı. Peki, onca insan nice dinsizleşsin?
Nice mi?.. Sadece, onlara hidayet verilmeyecek. O kadar. Hidayet verilmezse kafirdirler artık. Kalpleri de kat-kat perdelerle örtülecek ki, Nuh peyğamberi dinlemesinler, işitseler de anlayamasınlar. Nice ki kafirlerin hazret Muhammedi anlamamaları istenmişdi. “Ve Kuranı okuduğun zaman seninle Ahirete iman etmeyenler arasına bir örtecek perde çekeriz. Ve onların kalpleri üzerine, onu iyice anlayamamaları için perdeler ve kulakları içine de bir ağırlık kıldık ve Kuranda Rabbini bir olarak andığın zaman nefret ederek arkalarını dönüp giderler.” ( Sure 15, ayeler 45-46 ).
Tamam. Allaha asi olacaklar artık. Demek ki öldürülmelerinde zerrece haksızlık olmaz. Ahirette cehenneme atılmalarının günahını da kendilerinde görmüş olacaklar. “O kafir olanlar çok kere arzu edeceklerdir ki, keşke müslüman olmuş olsaydılar”. (Sure 15, aye 2).
Cenneti de, cehennemi de bu dünyada olan koyunlardan farklı olarak insanların cennet ve cehennemi Ahirettedir ve ebedidir. Hem koyunların, hem insanların cennetinde yemek-içmek, cehennemindeyse yanmak var; yalnızca bu bakımdan aynı olabilirler yani. Koyunların cenneti yemyeşil otluk saheler ve şırhaşır akan sular, cehennemiyse alevlenen manqaldır. İnsanların da cenneti hertürlü yemek ve şırhaşır akan sular, manqallarıysa yedi katlı cehennemdir. Sadece, koyunlara manqal cehhennemi var, insanlara cehennem manqalları.
Koyunların da akılları olmuş olsaydı ve bizim akılda olmuş olsalardı onların da cehennemi yedi katlı son derece büyük manqallar olacaktı mı? Yoksa manqalları yedi katlı son derece büyük cehennemler mi olacaktı?
Acaba diyorum, Kurani-Kerim, karınları başlarına bela olan, şehvaniyete son derece heris ve içmeli su kıtlığı da yaşayan araplara değil de ilim öğrenmeye hevesi olan halklara, mesela, ingilizlere, almanlara, japonlara verilmiş olsaydı cennet nice tasvir edilmiş olacaktı? “Orada her türden okullar ve çok bilikli öğretmenler var. İlmin hankı sahasını öğrenmek isterseniz hemen size öğretecekler ve siz son derece ilimli olacaksınız” gibi mi? Güzel kızlar, iri gözlü huriler yine de dönsünler dolaşsınlar etrafımızda, istediğimiz her bir yiyecek de olsun. Ve hankı meyvayı istersek yine de hemen bize sunulsun. Neyi kötüdür ki? Ama önemli olan ilmimizin artırılması olsun. Ebediyyen yiyib-içib kölgeliklerde dinlenmekten ne çıkar? Ebedi olarak yiyib-içib kölgeliklerde dinlenmek için mi yaratmış bizi Allah?

Bir husus da çok düşündürüyor beni: cennette hankı yemekten istedikse hemen bize sunulacak. Bizim isteğimizle yani. Bu, Allahın Kudretinden bize verilecek kabiliyet payı mı olacak yani? Allah “Bir işin olmasına hükmetti mi, ona yalnızca “ol” der, o da hemen oluverir”. ( Mümin suresi, 68). Demek, yemek-içmek meselesinde bizlerde de mi öyle kabiliyyet olacak? Gönlümüz, mesela, elma istediyse, hayalimizden elma geçecek ve önümüzde derhal elma peyda olacak. Yani insan bir nev hayal gücünü kullanacak mı? Meyvaya “ol” diyeceyiz, o da hemen olacak mı?

Din alemindeki bunca anlaşılmaz gizlilikler de hayal gücümüzü mümkün kadar geliştirmek içinmiş öyleyse. Allahı görmeden Onun sonsuz Varlığına, melekleri, Kıyameti, Adalet Mahkemesini, Ahireti görmeden onların hakiki olduğuna hayallerimizde sarılarak zerrece şübhe etmeden inanmakla hayal gücümüzü geliştirmek için yani.
Kim bilir?..

S o n
mart , 2024.

--
MIRZA HACIYEV

 

SON EKLENENLER

Üye Girişi