Kullanıcı Oyu: 5 / 5

Yıldız etkinYıldız etkinYıldız etkinYıldız etkinYıldız etkin
 

ŞİNANAY HAVASI-TAHİR ALANGU

Kedilerin, köpeklerin bile dilini yuttuğu; İnsanların ağlamayı, gülmeyi unuttuğu bir devirde, ünlü bir davulcu varmış. Fakat davulunun çubuğu da, çomağı da yaslıymış. Ne şarkıya, türküye eşlik eder; ne de oyun havası çalarmış.


Günlerden bir gün, çocuklar toplanıp davulcuya gitmişler. "Davulunun çubuğunu, çomağını vursana, Ne olur bize bir oyun havası çalsana." diye rica etmişler. Davulcu, çocukları çok severmiş. Bu isteğe bir türlü "hayır" diyememiş. Davulunu boynuna asmış. Çubuğunu, çomağını eline alıp bir vurmuş, iki vurmuş. Üçüncüde, dağı taşı bir "ŞİNANAY HAVASI" doldurmuş. Gelin güzel çocuklarım, biz de ayak uyduralım. İyisini başımıza taç eyleyelim, kötüsünü uçurumdan aşağıya kaydıralım.
Görelim Keloğlan kimmiş. Suskunlar Ülkesinde neylemiş? Ağzı ballı Babacan, bu masalda ne söylemiş?


Eskiler sayıp söylerler, yeniler durup dinlerler ki; bir varmış, bir yokmuş. Varla yokun kimi aç, kimi tokmuş. Zamanın birinde, dünyanın bilmem hangi yerinde, insanların iyisi kötüsünden az, yolların yokuşu inişinden çokmuş. Hey hey iken bey bey iken. Koyunlar tüyü bitmedik kuzu, atlar boyu yetmedik tay iken. Denizler çekerek mekerek göl, şehirler ufarak teferek köy iken. Bilmem yarda, yamaçta; bilmem kırda, kıraçta. Ülkelerden bir ülke, şehirlerden bir şehir varmış. O ülkenin o şehrinde, o şehrin bir köy yerinde, aklı sivri kafası kel, sohbeti hoş, sesi güzel bir Keloğlancık yaşarmış.


Keloğlan iyiymiş, hoşmuş ama biraz oynakmış, hareketliymiş. Bir ipte, bir sapta durmazmış. Çat orda, çat burda görünürmüş. Onun belli bir yeri yurdu olmazmış.
Günlerden bir gün, gene aklına esip yollara yokuşlara düşmüş. Geceyi gündüze katıp dağlar aşmış, denizler geçmiş. En sonunda, Suskunlar Ülkesi derler bir ülkeye ulaşmış. Kimin yanma varsa kaçıyor, kime bir şey sorsa susuyormuş. Koskoca ülkede kendisiyle konuşacak bir tek kul bulamamış.


İnsanlardan umudunu kesince dönüp hayvanlara yönelmiş. Kedileri okşamak istemiş, tüylerini kabartıp geri kaçmışlar. Köpeklere ıslık çalıp oynaşmayı düşünmüş, kuyruklarını bacaklarının arasına kıstırıp uzaklaşmışlar. Horozları dinlemiş, ötmüyorlar. Bacaları gözetlemiş, tütmüyorlar. Çocukları aramış, bir teki bile gülüp oynamıyor. Pınarları taramış, gelinler kızlar gelip su dolduramıyor.


Aman Allahım! O güzelim köylü çoraplarının nakışları silinmiş, yüze gülmez olmuş. Binbir renkli dağ yamaçlarını andıran basmalar değişmiş, çadır bezleri gibi sararıp solmuş. Gönülden gönüle uzanan yollar tutulmuş, köprüler yıkılmış. İnsanlar birbirini sevip saymaz olmuş. Keloğlan ne yana varsa hiç kimse ağız dil vermiyormuş. Kime baş vursa eli böğründe kalıyor, sebebini bilmiyormuş.


O yana koş, bu yana seğirt derken gün bitip geceye dönmüş. Sokaklar iyice tenhalaşmış, evlerin ışıkları birer birer sönmüş. Keloğlan yorgun, bitkin ve umutsuz bir şekilde, bir ağacın dibine oturmuş. Bir uyku gelmiş, onu bu can sıkıcı hâlden alıp, hayal âlemine doğru götürmüş.


Az mı yatmış, çok mu yalan olmasın. Gün doğumunda uyanıp kendine geldiğinde, bir de bakmış ki ne görsün? Karşısında aksakalı göbeğinde, değneği nasırlı ellerinde bir ihtiyar duruyor. Önce inanamamış. Rüya mı görüyorum acaba diye düşünüp gözlerini ovuşturmuş. Sonra anlamış ki, bu gerçeğin ta kendisi. Silkinip kalkmış.

— İn misin, cin misin? Ne olursan ol, benimle konuş biraz. Bu ülkeden bahset. Bu insanların halinden haber ver diye ihtiyarın ellerine sarılmış. Güngörmüş, dem sürmüş dede, titrek ellerini uzatıp Keloğlanın omuzlarını okşamış. Sonra da oturup o ülkede olup bitenleri birer birer anlatmaya başlamış.


Meğer o ülkenin zalim mi zalim, hain mi hain bir padişahı varmış. Oldubitti devletin işini, vatandaşın aşını bir kenara bırakıp kendi bildiği gibi çalar, kendi istediği gibi oynarmış. Kuş tüyünden yataklarda yatar, arı sütünden şerbetler içer, som altından saraylarda yaşarmış. Haddini, hududunu aşan bütün masraflarını da vatandaşın sırtından çıkarırmış. Bunun için acayip bir vergilendirme sistemi getirmiş. Ağlayandan ağlama vergisi, gülenden gülme vergisi, oturandan oturma vergisi, yatandan yatma vergisi, konuşandan konuşma vergisi, danışandan danışma vergisi alırmış. Hatta yeni doğan çocukları doğum vergisine; yaşlanıp ya da hastalanıp ölenlerin yakınlarını da ölüm vergisine tâbi tutarmış.


Gel gör ki, ne kadar çok vergi toplanırsa toplansın, zalim padişahın harcamalarına gene de yetmemiş. Halkın kanı, iliği bitmiş; onun oburluğu, duyumsuzluğu bitmemiş. Gün gelmiş, yeni vergi yolları bulmadığı için vezirlerinden birini kesmiş. An gelmiş, zengin maden yataklarının yerini bilmediği için ötekini asmış. Asa kese, asa kese sarayında işe yarar adam da kalmamış.


En sonunda vezirlerden biri, can korkusu ile yeni bir gelir kaynağı daha bulmuş. Ülkenin balta girmemiş ormanları varmış. İçinde kurt izi, çakal izine karışır; binbir çeşit ağaç göğe ulaşmak için ha bire uzanıp birbiriyle yarışırmış. Vezir, bu ormanların nasıl gelir kaynağı olacağını şöyle ifade etmiş:

— Padişahım, ferman buyurursan köylü kulların ormana gidip birer kağnı odun keserler. Sonra da bu odunları götürüp pazarlarda satarlar. İşte tam bu sırada, eğri odun vergisi diye bir vergi koyarız. Pazarları dolaşır, alandan da satandan da eğri odunları nispetinde vergi tahsil ederiz, demesiyle, padişahın bu fikri benimseyip etrafa emirler yağdırması bir olmuş. Fermanı alan köylüler, atını arabasını alıp ormana doğru yola koyulmuş. Kesmişler, biçmişler; atlarını, eşeklerini, kağnılarını doldurmuşlar. Sonra da pazara götürüp satmaya başlamışlar. İşte tam bu sırada, eğri odun vergi kanunu çıkmış. Padişahın adamları pazar pazar dolaşıp alandan da satandan da avuç avuç toplamışlar. Ne yapıp yapıp, padişahın hâzinesini doldurmaya çalışmışlar.
Gel gör ki haydan gelen huya gidermiş. Dibi delik kazan su mu tutar; doyumsuza aş, ekmek mi yetermiş? Padişahın saçıp savurmaları bitmemiş. Zevkine, sefasına eğri odun vergi yasasıyla toplanan paralar da yetmemiş. İşte bu yüzden, vezirler yeni yollar düşünüyormuş. İnsanlar konuşma vergisi vermemek için susuyor, yürüme vergisi vermemek için duruyor, gülme vergisi vermemek için dişlerini sıkıyor, ağlama vergisi vermemek için yutkunuyormuş. Doğum vergisi vermemek için doğacaklardan, ölüm vergisi vermemek için öleceklerden korkuyormuş. Herkes acaba başımıza daha ne belalar gelecek diye kara kara düşünüp duruyormuş.
İhtiyar bunları söyleyip sözünü bitirmiş.


— Anladın mı seninle niye konuşmadıklarını, yanında niçin durmadıklarını oğul, demiş.
Keloğlan biraz düşünmüş. Aklına bir fikir gelmiş, gönlüne bir çare düşmüş.

— Bak dede demiş. Görünen o ki, bu ülkenin halkı ne yaparsa yapsın vergiden kurtulamayacak. Öyleyse boşuna kaçıp göçmeye gerek yok. En iyisi, hep bir olup padişaha bir oyun oynayalım. Hangi işe vergi konmuşsa biz onun tersini yapalım. Bugünden tezi yok, herkes ayaklarını bırakıp elleri ile yürüsün. Gülecek yerde ağlasın, ağlayacak yer de gülsün. Söze baştan değil, sondan başlansın. Taşlar, kayalar kurutulsun; yünler, pamuklar ıslansın. Yatakları yerden kaldırıp duvara serelim. Evlerin kapılarını kapatıp bacalardan girelim. Kediler tavşana, tilkiye; köpekler fareye sürülsün. Gündüzleri gözler kapanıp kör olsun, geceleri iğnenin gözü bile görülsün.
Bunu deyip Keloğlan susmuş. Aksakallı dede,

— Hay aklınla bin yaşayasın. Seni bize Allah gönderdi galiba diye alnından öpüp sonra sevinçle ve on sekizinde bir delikanlı gibi oraya buraya koşmuş. Gördüğüne söylemiş, görmediğine haber yollamış. Ağızdan ağıza, kulaktan kulağa bu haber dallanmış, budaklanmış. Koskoca ülke birdenbire değişmiş, birdenbire canlanmış.

Derken, çok geçmeden ülkede her şey tersine dönmüş. Padişah sarayın penceresinden dışarıya baktığında bir de ne görsün? Köylüler atlara, eşeklere ters binmişler. Yayalar ayaklarıyla değil, elleriyle yürüyor. Öküzler kağnıları ters çekmekte. Yeni doğan bir çocuğun yakınları için için ağlarken, bir cenazenin ardındakiler katıla katıla gülüyor. Gelinler evlerinden taşıdıkları kaynak suları pınarın gözesine döküyor. Kızlar kova kova evlere toprak çekiyor.
Padişah, gördüklerine, duyduklarına inanamamış. Anlasın, dinlesin diye başvezire emir verip halkın arasına yollamış.
— Bir ne var, ne oluyor? Bu ne hâl, diye sormaya başlamış başvezir.

Gel gör ki, kimseden doğru dürüst cevap alamamış. Cevap diye verilen kem kümleri bir türlü anlayamamış. Atma ters binmiş bir binici, çiğneyip geçer olmuş. Arkası geri giden bir katır, okkalı, bir çifte savurmuş. Neye uğradığını anlayamayan başvezir, çok geçmeden deli gibi olup şapşallaşmış. O da herkes gibi lafı tersinden söylemeye, ayaklarını bırakıp elleriyle yürümeye başlamış. O kadar ki, saraya döndüğünde hâlâ elleri üzerinde yürüyor ve:

— Yananiş aniş aniş, yananiş aniş aniş, diye tekrarlıyormuş.

Başvezirin çıldırdığını gören padişah, bu sefer ikinci veziri göndermiş. Göndermesine göndermiş ya, biraz sonra o da ellerinin üzerinde ve:

— Yananiş aniş aniş, yananiş aniş aniş, diye diye geri gelmiş.

Üçüncü vezir, dördüncü vezir derken, en sonunda padişah kendisi çıkmaya karar vermiş. Halkın arasına karışıp elleri üzerinde yürüyen insanlarla konuşabilmek için, o da elleriyle yürümeye başlamış. Fakat ensesi kalın, göbeği şişçe olduğu için zorlanıyormuş. Düşüp düşüp kalkıyor, kalkıp kalkıp düşüyor, gene de yapmaya çalışıyormuş. Bir ara:

— Bire cahiller, neden böyle elleriniz üzerinde yürüyorsunuz, diye sormuş. Sormasıyla, halkın:

— Mıhaşidap koç aşay! Mıhaşidap koç aşay, diye tutturması, bir olmuş. Çok geçmeden, padişah da sözü tersinden almaya başlamış.

— Yananiş aniş aniş, yananiş, aniş aniş, diye tekrarlamış. Onu gören vezirler de koşup yanma gelmişler. Onlar da hep bir ağızdan:

— Yananiş aniş aniş, yananiş aniş aniş, demişler. Ülkenin bütün çocukları da oraya gelmiş. Padişahla vezirler söylemiş, onlar hep bir ağızdan cevap vermiş.

Derken, halk da toparlanıp sarayın önündeki meydanda büyük bir halka oluşturmuş. Cümle âlem hep bir ağızdan,

— Yananiş aniş aniş! Yananiş aniş aniş, diye tempo tutturmuş.

Böylece, ülkede görülmemiş, duyulmamış bir şenlik başlamış. Davullar çalmış, halaylar çekilmiş. Meydanlarda ateşler yakılıp, sofralar kurulup yenilmiş, içilmiş. Derken, o zalim padişah bir de bakmış ki ne görsün? Halkın içine girmek bir başka zevkli, onunla birlikte yeyip içip eğlenmek bir başka neşeliymiş. Sonra, insanların gülüp oynadığın görmek rahatlatıcı, memnun edici bir şeymiş. Bunca zamandır neden böyle olmadığına şaşıp hayıflanmış. Hatasını anlayıp tövbe etmiş, günahları için dizini dövüp yanmış Nice sonra aklını başına devşirdiğinde, bu fikrin kimden çıktığını merak edip sormuş. Dönüp Keloğlan'ı göstermişler. Eline sarılmış, teşekkür üstüne teşekkür edip duada bulunmuş. Bununla da kalmayıp Keloğlan'ı kendisine başvezir yapmış. Geçmişi unutturup halkının gözünde adil ve şefkatli bir padişah olabilmek için geceyi gündüze katmış.
Derler ki, o gün bu gündür o ülkede hiçbir lüzumsuz vergi alınıp halk zulme, haksızlığa uğratılmamış. Öyle iyi ve başarılı bir yönetim olmuş ki değil insanlar, hayvanların bile burnu kanatılmamış.

MASAL ÖRNEKLERİ

MASAL

MASAL HAKKINDA

MASAL NEDİR?

MASAL ÖRNEĞİ-DOĞRULUK

MASAL ÖRNEĞİ- SABIRTAŞI

KAŞIKÇI BABA MASALI

TÜRK MASALLARI ÖZETİ - NAKİ TEZEL

 

SON EKLENENLER

Üye Girişi