Kullanıcı Oyu: 5 / 5

Yıldız etkinYıldız etkinYıldız etkinYıldız etkinYıldız etkin
 

DOĞRULUK 

 

Bir varmış, bir yokmuş... Çok söylemesi günah, az söylemesi sevapmış... Allah'ın kulu dağdan, taştan çokmuş... Masaldır bunun adı, dinlemekle çıkar tadı...

Vakti zamanında bir kadının üç oğlu varmış. Kocası yeni öldüğü için fakirmişler. Hazıra dağlar dayanmaz, derler. Ellerindeki, avuçlarındaki tükendikten sonra geçim sıkıntısı çekmeye başlamışlar.

Bir gün kadın, üç çocuğunu da yanına çağırarak:

Artık büyüdünüz, yetiştiniz, demiş. Çalışıp hayatınızı kazanmalısınız. Evde ne para, ne de yiyecek kalmadı. Gidip kendinize iş bularak çalışın. Ben de komşularda çamaşır yıkayarak geçinirim... Üç kardeş, torbaları­na kuru ekmek, peynir, biraz da soğan koyarak analarına veda edip yola çıkmışlar.

Az gitmişler, uz gitmişler... Öğleye doğru bir su başına varmışlar. Ye­mek yiyip dinlenmek için oturmuşlar. Büyük kardeş demiş ki:

Üçümüzün torbasında da yiyecek var. Daha ne kadar yol gideceğimiz belli değil. Yiyecekleri bitirirsek, belki aç kalırız- Onun için şimdi birimi­zin torbasındaki yiyecekleri yiyelim. Öteki torbalarda bulunan yiyecekler kalsın. Sonra da sıra ile onları yeriz.

Öteki kardeşleri onun bu teklifini kabul etmişler. Bunun üzerine o, en küçük kardeşine dönerek:

Evvela senin torbandakileri yiyelim, demiş, sen küçüksün!

En küçük kardeş, peki demiş. Torbasındakileri çıkarıp ortaya koymuş. Hep beraber yemişler.

Biraz sonra kalkıp tekrar yola koyulmuşlar. Durmadan, dinlenmeden gitmişler, gitmişler... Saatlerce yol almışlar...

Bir aralık, en küçük oğlan, büyük ağabeysine:

Ben çok acıktım, demiş. Hem açlıktan, hem de yorgunluktan dizlerinde derman kalmadı. Ne olur biraz ekmekle bir soğan verin de karnımı doyu­rayım?

En büyük ağabeysi:

Bizim yiyeceklerimiz çok az, demiş. Şimdi sana verirsek sonra bize hiç­bir şey kalmaz.

Küçük oğlan, ağabeysinin bu sözleri karşısında bir şey diyememiş. Ama onun bu cevabına çok üzülmüş. Sesini çıkarmadan yürümeye devam etmiş.

Bir saat kadar daha yol aldıktan sonra ağaçlık bir yere gelmişler.

Küçük oğlan, yol kenarında gözüne ilişen bir elma ağacını göstererek:

Ben şu ağaçtan biraz elma toplayıp yemeyince, yürüyemeyeceğim, de­miş. Hem size de toplarım.

Hem ağaca tırmanmış. Arka arkaya birkaç elma yemiş. Sonra da tor­basını doldurmuş. Arkasından:

Size de atayım mı? Diye seslenerek aşağıya bakmış ki, kimsecikler yok... Sağa bakmış yok, sola bakmış yok...

Ağabeylerinin kendisini bırakıp kaçtıklarını anlamış. Son derece üzülmüş.

Ağaçtan inerek yürümeye koyulmuş. Hem yürüyor, hem de, neden ba­na bunu yaptılar, diye kendi kendine söyleniyormuş.

Karnı doyduğu için bacaklarına biraz kuvvet gelmiş. Issız yollarda korkmadan ilerliyor, gece olmadan bir köye varmak istiyormuş.

Nihayet, hava iyice kararmış. Sağa sola bakınarak ilerlerken, uzaklar­da bir ışık görmüş. Orada herhalde bir ev var, diye düşünerek ışığa doğ­ru gitmeye başlamış.

Yoldan ayrıldığı için zor ilerliyor, dikenler, üstünü başım yırtıyor, ayak­larım ellerini kanatıyormuş.

Işığın bulunduğu yer bir tepede imiş. Tepeye doğru yaklaştıkça, ışık da büyümeye başlamış. Yanına vardığı zaman, kocaman kocaman pencereli, büyük bir bina ile karşılamış. Açık duran kapısından içeri girince şaşırmış. Bina bir tek büyük odadan ibaretmiş. Tavanı minare gibi yüksek olan bu odada kocaman bir ocak varmış. Ocak alev alev yanıyor, üzerindeki kazanlar fıkır fıkır kaynıyormuş. Ocağın yanındaki çok büyük bir dolapta da insan boyunda yüzlerce ekmek varmış.

Buranın bir dev konağı olduğunu anlayan oğlan, fena halde korkmuş. Et­rafta kimsecikleri göremeyince, ocağa yaklaşmış. Duvarda asılı duran bah­çe küreği büyüklüğündeki kepçeyi alarak güç halle kazanlardan birine dal­dırmış. Çıkarıp bakmış ki, iyice haşlanmış koca koca et parçaları... Gidip dolaptan bir ekmek almış. Kepçedeki etleri güzelce yiyip suyunu da içmiş.

Sonra, etrafa bir göz gezdirmiş. Bir kenarda büyük bir dolap görmüş. Kapağını açıp içine girerek saklanmış. Bir deliğe gözünü uydurarak dışa­rısını gözlemeye başlamış.

Bekleye bekleye usanmış. Bir taraftan da uyku bastırmış. Tam uyuya­cağı sırada, dışarıdan birtakım homurtular, gürültüler, acayip sesler gel­meye başlamış.

Korku ile kendine gelmiş. Hiç kıpırdamadan büyük odayı gözlemeye koyulmuş. Biraz sonra, yerleri sarsa sarsa devler gelmeye başlamışlar. Bir, iki, üç beş, sekiz, tam yirmi dev gelip koca odaya dolmuşlar.

Hemen ocaktaki kazanları indirip orta yere koymuşlar. Dolaptan üçer, dörder, ekmek alarak kazanların etrafına sırlanmışlar. Homurdanarak, hı­rıldayarak, ağızlarını şıpırdatarak bir hamlede kazanları boşaltmışlar.

Sonra kenarlara çekilip arkalarını duvarlara dayayarak konuşmaya başlamışlar.

Biri demiş ki:

Bugün ne öğrendim biliyor musunuz? Ötekiler:

Ne öğrendin bakalım? Diye sormuşlar.

O, anlamaya başlamış: Şu arkadaki dağ var ya... Onun tam tepesinde bir ağaç görünür. O ağacın altında her zaman bir fare yatarmış. Eğer bir insanoğlu ceketini üzerine atıp da fareyi havasızlıktan öldürebilirse, ağa­cın altı altınla dolarmış... Ne yazık ki, bu işi biz yapamazmışız...

Birkaç dev:

Keşke biz de insan olsaydık! Diye söylenmişler. Başka bir dev atılarak:

Bugün ben de buna benzer bir şey öğrendim, demiş. Karşıki dağın ar­kasındaki köyde fakir bir değirmenci varmış. Değirmen taşının içi altın hazinesiymiş. Eğer değirmenci bu taşı kendi eliyle kırarsa, altınlar mey­dana çıkarmış. Başkası kırarsa, altınlar kaybolurmuş...

Devlerin birkaçı:

Ne yazık, bundan da bize fayda yok! diye söylenmişler. Bu sefer, bir başka dev:

Bugün ben de bir şey öğrendim, demiş. Hint Padişahı 'nın güzel kızının gözleri körmüş. Yıllardan beri baktırmadıkları hekim, yapmadıkları ilaç kalmamış. Ama kızın gözleri açılmıyormuş. Hâlbuki kızın gözlerini aç­manın kolayı varmış: Sarayın bahçesindeki büyük hurma ağacının kuru yapraklarını toplayarak kızın gözlerine ovalayınca, gözleri hemen açılırmış.

Devlerin bazıları:

Ne çare, bunu da biz yapamayız, demişler. Hem Hindistan çok uzak bir memleket, oraya kadar gidemeyiz. Hem de, oraya gitsek bile, bizi saraya sokmazlar, öldürürler.

O sırada salonda gök gürültüsü gibi horultular işitilmeye başlamış. Devlerin bazıları uyuyorlarmış. Derken ötekiler de birer, ikişer uyumaya koyulmuşlar. Biraz sonra, devlerin hepsi derin uykulara dalmışlar.

Oğlan dolaptan yavaşçacık çıkmış. Kapıya kadar gidebilmek için dev­lere sürtünerek geçmek gerekiyormuş. İki tanesinin yanından kolayca sıy­rılmış. Fakat üçüncünün yanına geldiği vakit, geçecek yer bulamamış. Mutlaka ayağına basması icap ediyormuş.

Uyanırsa ne yaparım diye korkmaya başlamış. Fakat devler o kadar derin bir uykuya dalmışlar ki, hemen o devin ayağına basıp atlamış. Dev, sanki gıdıklanmış gibi ayağını hafifçe kımıldatmış, ama uyanmamış. Oğ­lan derin bir nefes alarak kapıdan dışarı kendini dar atmış.

Başlamış konağın arkasındaki dağa tırmanmaya... Sabaha karşı tepeye varmış. Gün ışırken ağaca yaklaşmış. Dikkatle bakınca. Orada yatan fa­reyi görmüş. Sırtındaki ceketi çıkarmış. Hayvanı ürkütmeden yanına so­kularak ceketini üzerine atmış. Beklemeye başlamış.

Biraz bekledikten sonra, nasıl olsa fare havasızlıktan ölmüştür, diye ce­ketini kaldırmış. Fare kımıldamadan yatıyormuş. Acaba canlı mı, değil mi diye eğilerek hayvana bakarken, yerde bir şeyler parlamaya başlamaz mı Dikkatle bakınca, biraz evvelki taşların pırıl pırıl altın haline geldiğini görmüş. Sevinçten nerede ise küçük dilini yutacak olmuş.

Hemen alabildiği kadar bütün ceplerini altınla doldurmuş. Geri kalan­ları da çalıların arasına saklayarak üzerini toprakla örtmüş.

Oradan kalkarak büyük bir ağacın gölgesine uzanmış. Gece sabaha kadar oturduğu ve yol yürüdüğü için yorgunmuş. Güzel bir uyku çekmiş.

İkindi vakti, uzaklardan gelen köpek havlamalarıyla uyanmış.

Hemen kalkıp yola düşmüş. Devler konağının öte tarafındaki dağın yo­lunu tutmuş. Durmadan, dinlenmeden, karnının açlığını pınarlardan su içip gidererek yol alıyormuş.

Güneş batmış, hava kararmış, nihayet dağa varmış. Gene hiç durma­dan yoluna devam ederek, gece yarısına doğru köye yaklaşmış, ırmak ke­narındaki değirmene ulaşmış.

İçeri girdiği zaman, fakir değirmenciyi bir köşede uyuklar bulmuş. Se­lam verip bir kenara oturmuş, karnının çok aç olduğunu söyleyerek değir­menciden yiyecek istemiş. Fakir değirmenci, iki bazlama getirip bunun koymuş; başka yiyeceği olmadığını, kusura bakmamasını söylemiş.

Sonra, dereden, tepeden konuşmaya başlamışlar. Değirmenci fakirlik­ten söz açınca, oğlan:

Senin için zengin olmak işten bile değil, demiş...

Oğlanın bu sözlerinden bir şey anlamayan değirmenci:

Nasıl, demiş, anlatamadım? Benim için zengin olmak o kadar kolay mı?

Oğlan, gene:

Kolay ya, demiş, ama söylemeyeceğimi yapabilir sen? Değirmenci, heyecan içinde:

Söyle, demiş, kabul ediyorum. Ne istersen yapacağım... Bu sefer, oğlan:

Bir balta bulup, demiş, şu kocaman değirmen taşını parçalayacaksın! Oğlanın delirdiğini zanneden değirmenci:

Sen şaşırdın mı kendini oğlum, demiş. Bu, kolay bir iş mi? Eğer taşı parçalayacak olursan, değirmen çalışmaz. O zaman da, zengin olmak şöyle dursun, aç kalırım ben!

Oğlan gülmüş. Cebinden on altın çıkarıp değirmencinin önüne attıktan sonra:

İşte sana para, demiş. Bununla en iyisinden on tane taş alabilirsin. Haydi, şimdi taşı parçala, ötesine karışma!

Değirmencinin gözleri parlamış. Yerde duranların sahiden altın oldu­ğunu görünce, koşup bir köşede duran baltasını almış. Gelip değirmen ta­şına var kuvvetiyle indirmiş.

Taş parça parça olmuş. O anda, binlerce altın para değirmenin içine yayılmamış mı?

Zavallı fakir değirmenci, ömründe bu kadar çok altın para görmediği için ne yapacağını bilememiş. Gidip değirmenin kapısını kapadıktan sonra:

Gelen olursa bana bir şey bırakmazlar, demiş. Çabuk bunları toplaya­lım. Allah senden razı olsun. Seni bana Allah gönderdi...

Sevinç içinde, eli, ayağı titreye titreye altınları toplayıp un çuvallarına doldurmuş. Sonra bir çuval altını da oğlanın önüne getirerek: Bu da senin hakkın, demiş. Al bunları! Oğlan:

Hayır, diye cevap vermiş, bunların hepsi de senin. Güle güle harca, çokça tarla ve hayvan al. ölünceye kadar rahat eder, kimseye muhtaç ol­mazsın. Benim yetecek kadar altınım var. Eğer lazım olursa gelip senden isterim.

Sonra, oğlan, yerdeki kendi on altınını alıp ayağa kalkmış. Sevinçten oraya buraya koşan, yerinde duramayan değirmenciye "Allahaısmarla­dık" diyerek çıkıp yola koyulmuş.

Sabaha karşı bir kasabaya varmış. Gidip bir hana yerleşerek karnını doyurduktan sonra, uykuya yatmış.

Akşama yakın uyanmış. Hemen dışarı çıkarak güzel bir at satın almış. Heybelerine yiyecek doldurarak Hindistan'ın yolunu tutmuş.

Az gitmiş, uz gitmiş, dere, tepe düz, gece, gündüz, altı ay bir güz git­miş, nihayet Hindistan'a ulaşmış.

Hint Padişahı 'nın oturduğu şehri öğrendikten sonra, oraya gidip bir hana yerleşmiş. Çarşıdan birtakım şık elbise satın almış. Gelip handa bunları giymiş. Eline bir de çanta alarak sokağa çıkmış.

Saraya yaklaştığı zaman, yavaşlamış. Yüksek sesle:

Göz hekimiyim! Körleri iyi ederim! Yok, mu hekim isteyen? Diye ba­ğırarak dolaşmaya başlamış.

Sarayın etrafında birçok defa gezinmiş. Nihayet, pencerelerden biri açılmış. Bir Arap uşak:

Hekim başı! Hekim başı! Diye seslenmiş.

Oğlan sarayın kapısına gelerek beklemeye başlamış. Uşak aşağıya inerek bunu sarayın bahçesine aldıktan sonra:

Çabuk gel, demiş, seni padişahımız istiyor. Beraber saraya girmişler. Süslü salonlardan geçerek, merdivenlerden çıkarak Hint Padişahı 'nın ya­nına varmışlar.

Arap uşak yerlere kapanıp padişahı selamladıktan sonra:

Göz hekimini getirdim padişahımız! Demiş.

Padişah, oğlana:

Hoş geldin hekim başı, demiş. Sen körlerin gözlerini açarmışsın, öyle mi?

Oğlan, hiç bozmadan:

Evet, padişahım, diye cevap vermiş. Hem de çok çabuk açarım!

Bu sefer padişah:

Pekâlâ, demiş. Biricik kızımın gözleri yıllardan beri görmüyor. Getir­mediğim hekim, yaptırmadığım ilaç kalmadı. Hiç birinden fayda görme­dik. Tersine olarak, gözleri daha fazla kapandı. Bu yüzden bu hekimlerin hepsini zindana attım. Eğer sen de kızımın gözlerini açamazsan zindana gireceksin; haberin olsun?

Oğlan, gülerek:

Şartlarınızı kabul ediyorum padişahım, demiş. Kızınızın gözlerini bir günde açamazsam beni zindana atınız! Padişah:

Hadi bakalım, göreyim seni, demiş. Eğer dediğini yapabilirsen, kızımı sana veririm.

Sonra, uşağa dönen padişah;

Hekim basıyı alın, kızımın yanına götürün! Diye emir vermiş.

Oğlan, yerlere kadar eğilerek padişahı selamlamış, dışarıya çıkmış. Uşak onu alarak küçük sultanın yanına götürmüş. Oğlan, küçük sultanı muayene etmiş. Kızın iyiden iyiye kör olduğunu anlayınca:

Üzülmeyiniz sultanım, demiş, gözleriniz pek yakında görecek!

Küçük sultan:

Aaaah! Diye içini çekmiş. Yıllardan beri her gelen hekim böyle söylü­yor, arkası gelmiyor... Nerede o günler? Oğlan:

Ben o hekimlerden değilim sultanım, diye onun sözünü kesmiş, gözle­riniz açıldığı zaman bana ne vereceksiniz bakayım? Güzel sultan:

Gözlerimi açacak insana canımı bile veririm, demiş. Ah o günü bir görsem? O zaman oğlan:

Bana biraz izin veriniz sultanım, demiş. Gidip ilaçlarımı hazırlayarak geleyim. Odadan çıkmış. Uşağa, kendisini bahçeye indirmesini söylemiş. Beraber bahçeye inmişler. Oğlan ağaçlara bakarken büyük hurma ağacı­nı görmüş. Bahçıvanın merdivenini getirterek ağaca çıkmış. Kuru yaprak­lardan on, on beş tane toplayıp ceplerine koyduktan sonra aşağıya inmiş.

Uşağa, boş bir oda göstermesini söylemiş. Küçük sultanın odasına ya­kın bir yerdeki bir odayı açmışlar. İçeriye girerek kapıyı kilitlemiş.

Yere bir örtü yaymış. Cebindeki kuru yaprakları çıkararak ovucunda ufalamış, hepsini toz haline getirmiş. Tozları bir kavanoza koyarak dışa­rı çıkmış. Uşağı çağırarak, küçük sultanın yanına gideceğini söylemiş. Birlikte güzel sultanın odasına girmişler.

Oğlan:

Sultanım, demiş, şöyle yatağınıza uzanır mısınız?

Güzel sultan heyecan içindeymiş. Yatağına girip uzanmış. Bunun üze­rine, oğlan, kavanozdan avucuna bir miktar toz boşaltarak kızın gözleri­ni serpmeye başlamış. Her iki gözüne de bolca toz serptikten sonra, eği­lip tozları üflemiş. Arkasından da:

Açın gözlerinizi sultanım! Demiş.

Küçük sultan gözlerini açar açmaz bir çığlık atmış ve o anda yerinden fırlayarak oğlanın boynuna sarılmış. Sonra da kendini koridora atarak: Görüyorum! Görüyorum! diye bağırmaya, babasının odasına doğru koş­maya başlamış. Onun bağırarak odasına girmesinden gözlerinin açılmış olduğunu anlayan padişah, hemen yerinden kalkarak sevgili kızını kucaklamış:

Geçmiş olsun yavrum, demiş. Bugünlere kavuştuğumuza şükredelim. Sonra, bir uşak çağırarak:

Hekim basıya söyleyin, demiş kendisini bekliyorum... Gidip oğlanı padişahın huzuruna getirmişler. Padişah:

Allah senden razı olsun hekim başı, demiş. Kızımı yeniden dünyaya ge­tirdin!

Bu söz üzerine, oğlan:

Ben sadece vazifemi yaptım padişahım, demiş. Oğlanın cevabına memnun olan padişah da:

Bundan sonra sen benim damadımsın, demiş. Bu andan itibaren kızım­la nişanlısınız- Düğün hazırlıklarına hemen başlansın!

Padişahın emri üzerine, küçük sultanla hekimin nişanlandıkları halka ilan edilmiş. Çok geçmeden, padişah, damadını sarayın hekim basısı ta­yin etmiş.

Düğün hazırlıkları bittikten sonra, kırk gün, kırk gece süren şenlikler­le iki gencin evlenmeleri kutlanmış.

O günden sonra küçük sultanla oğlan mutlu bir hayat sürmeye başla­mışlar.

Gel zaman, git zaman... Aradan geçmiş epey zaman...

 Günlerden bir gün, bizim damat hekim başı, saraydaki odasında pen­cere önünde otururken, uzaklardan üstleri, başları perişan bir halde iki gencin saraya doğru yaklaştıklarını görmüş. Bunlar gelip sarayın kapı­sında durmuşlar. Kapıcı basıya bir şeyler söylemeye başlamışlar. Oğlana bunlar yabancı gelmemiş. Saçları, sakalları uzamış olan bu iki genci tanır gibi olmuş. Bir uşak çağırarak, sarayın kapısında duran iki adamı ya­nına getirmelerini söylemiş. İki genç adam korka korka odasına girmiş­ler. Oğlan bunlara:

Siz kimsiniz, nereden gelip nereye gidiyorsunuz, diye sormuş.

Bunlar, kim olduklarını, başlarından neler geçtiğini anlatmaya başla­dıkları zaman, oğlan, bu ikisinin de öz ağabeyleri olduğunu öğrenmiş. Kendisi şık, ipekli elbiseler içinde, uzun bıyıklı, başında da kocaman, tüy­lü bir kavuk olduğu için ağabeyleri onu tanımamışlar.

Bu sefer o kendisini tanıtınca, ağabeyleri neye uğradıklarını anlaya­mamışlar. Kalkıp küçük kardeşlerinin boynuna sarılarak, yolda kendisini bırakıp kaçtıkları için darılmamasını söylemişler. O da hiç ses çıkarma­mış. Sonra oturup başından geçenleri ağabeylerine anlatmış.

Ağabeyleri de, iş bulmak için aylardan beri dolaştıklarını, nihayet aç ve perişan bir halde Hindistan'a geldiklerini ona anlatınca, oğlan hemen uşakları çağırarak ikisine de birer kat elbise getirtmiş. Kendilerini hama­ma gönderip yıkatmış. Altlarına güzel birer at verdirmiş. Heybelerine yi­yecek, ceplerine de para koydurarak memlekete doğru uğurlamış.

Bunlar yolda giderlerken, küçük kardeşlerinin başından geçenleri ara­larında konuşarak onun bugünkü halinden kıskançlıkla söz etmişler. Son­ra, devler konağına gidip, onun yaptığı gibi dolaba saklanmaya, devlerin haber verecekleri yeni hazineleri öğrenip zengin olmaya karar vermişler.

Böylece durmadan yol almışlar. Günler haftaları, haftalar ayları kova­lamış, nihayet devler konağının bulunduğu tepeye ulaşmışlar.

Yerde sürüne sürüne konağa yaklaşmışlar. Etrafa göz gezdirip içeriyi dinlemişler. Ses seda işitmeyince kalkıp konağa girerek içerdeki büyük dolaba saklanmışlar.

Akşam olmuş. Devler birer birer gelmişler. Kazanları indirip karınla­rını doyurduktan sonra konuşmaya başlamışlar.

Bir tanesi:

Bugün neler öğrendiniz, anlatın bakalım? Demiş. Bir başka dev:

Ağaç altındaki fare bir insanoğlu tarafından öldürülmüş, altınlar da alınmış, demiş. Devlerden biri:

Fakir değirmenci değirmen taşım parçalamış, çıkan altınları alarak zengin olmuş, demiş. Bir başka dev de:

 Hint Padişahı'nın kızının gözleri açılmış, diye söylenmiş. O zaman, öteden başka bir dev atılarak:

O halde bizim konuştuklarımızı birisi dinliyor, demiş. Arayalım her ta­rafı!

Devler, hep birden:

Doğru söyledin, arayalım! Diye homurdanarak yerlerinden kalkmışlar. İçerisini aramaya başlamışlar. Dolabı açar açmaz iki kardeşi görmüşler. İkisi de korkudan bayılmış, hareketsiz yatıyorlarmış. Bunları uyuyor zan­neder kollarından, bacaklarından çekmişler. Dolaptan çıkarıp yere atmış­lar. İkisinde de hareket yokmuş.

O zaman, devlerden biri:

Yakalayacağımızı anlayınca, ödleri kopmuş, ölmüşler, demiş. Başka bir dev:

O halde cezalarını buldular, diye söylenmiş. Bir başkası da:

Biz ölü insan eti yemeyiz, diye konuşmuş. Atalım bunları dışarıya, kurtlar, kuşlar yesin! O böyle söyler söylemez, devin biri, ikisini de bacak­larından kaldırdığı gibi dışarıya götürmüş, otların üzerine atmış. Dışarı­da saatlerce baygın yatan oğlanlar, sabaha karşı havanın iyice serinledi­ği bir sırada, ayılmışlar. Ölmediklerini görünce, Allah'a şükretmişler. Sonra etrafı dinlemişler. İçerden horultular geldiğini duyunca, devlerin henüz uyanmadıklarını anlayarak, kalkıp tabana kuvvet oradan kaçmış­lar.

Gün ışırken devler konağından çok uzaklara varmışlar.

O zaman, kardeşlerini yolda bırakıp kaçtıklarını, sonra da onu kıskan­dıkları için başlarına bu felaketin geldiğini, ancak Allah acıdığı için de devlere lokma olmaktan kurtulduklarını birbirlerine söylemişler. Yaptıkla­rından utanarak, ne memlekete, ne de Hindistan 'a gidemeyeceklerini an­lamışlar. Başka bir şehirde iş bulup çalışmak için yollarını değiştirmiş­ler.

Onlara masal, bizlere sağlık...

 

HIRSIZ KIZ

 

Araba ormanın karanlıkları içinde hızla ilerliyor, ışıkları ortalığı me­şale gibi aydınlatıyormuş. Fakat ne yazık ki bu şekilde, ormanda gizlen­miş bulunan haydutların çabuk gözüne çarpmışlar. Böyle yüklü bir ara­banın ellerini kollarını sallaya sallaya soyulmadan gözlerinin önünden geçip gitmesine razı olurlar mı hiç? "Altın! Altın var! Altın!" diye haykırarak arabaya dört bir yandan saldırmışlar; arabacıyı, muhafız askerle­ri, uşakları öldürmüşler. Küçük Ger dayı da sürükleye sürükleye araba­dan alıp kaçmışlar.

Haydutların başı bir kadınmış; ama ne kadın! Erkek gibi sakalları, en­sesine dökülmüş saçları, gözlerinin üzerinden çalı süpürgesi gibi sarkan kaslarıyla kadından başka her şeye benziyormuş. Gerdayı görünce ağzı­nın suyu akmış. "Vah, anasının kuzusu, vah! Ne tombul, ne şeker şey bu böyle? Yalnızca fındık, fıstıkla beslemişler bunu!" demiş. Sonra görenle­rin korkudan yüreklerini ağızlarına getirecek kadar kocaman saldırması­nı sıyırmış, "Ne de körpe kuzu bu böyle! Hele bir tadına bakalım!" diye­rek bıçağı kaldırıp tam Gerda'mn boğazına saplamak üzereyken kendi kü­çük kızı birden annesinin üzerine atılıp, kulak tozuna şiddetli bir yumruk indirmiş. Haydut kadın can acısıyla, "Offff! Offff! Vay yaramaz vay!" de­miş.

(H.C. Andersen, Andersen Masalları, Güven Yay. İstanbul 2005) 

İLGİNİZİ ÇEKEBİLİR:

MASAL ÖRNEKLERİ

 

SON EKLENENLER

Üye Girişi