Kullanıcı Oyu: 0 / 5

Yıldız etkin değilYıldız etkin değilYıldız etkin değilYıldız etkin değilYıldız etkin değil
 

Türk Halk Tiyatrosu

"Orta oyunu tiyatro değildir.", "Orta oyunu, meddah, Karagöz uygar bir ulusa yakıştırılamaz.", "Orta oyunu en budalaca davranışları, en edepsizce sözleri yansıtır.", "Orta oyunu yalnız güldürür. Oysa tiyatro kimi zaman ağlatır, kimi zaman güldürür. Ağlatıp güldürmeden de eğlendirdiği olur."

 

Bu savların altından 1874 tarihini, Ayvazyan, Haşmet, Na­mık Kemal adlarını kaldırıp bugünün tiyatrocu geçinen yarı ay­dınlarını rahatlıkla koyabiliyorsak bu yalnız doksan iki yılın bizi bir arpa boyu ileri götürmediğini gösterir. Ne yazık! Tiyatronun kaç kapılı bir konak olduğunu bilmeyişten gelen bir dar kafalılıkla, ya­rı aydınlara özgü ayrıntıdan kaçan bir "budurculukla, bir kesin "atıcılık"la söylenen bu sözler, 1874'te bir derece bağışlanırdı, ama günümüzde böylesine sivri bilgisizlere sadece acınıp geçi­lir.

Arada ne sular akmış. Zavallı Kasap, zavallı Kunoş, "Türk tiyatrosu kendi kaynaklarına dönmedikçe Batı'nın ikinci elden si­lik ve soluk bir kopyası olmaktan kurtulamaz." diye az mı çırpın­mışlar. Hepsi kös dinlenilmiş. Daha sonra Ahmet Rasim'in, İsma­il Hakkı Baltacıoğlu'nun, Ahmet Kutsi Tecer'in, Sabri Esat Siyavuşgil'in uyarıları da hep kös dinlenmiş.

Sanatı, mutlu bir azınlığın tekelinde sanma saplantısından kurtulamamış bir yarı aydınlar takımı, giderek, halk lâfından, halk şiiri, halk edebiyatı, halk tiyatrosu lâfından huylanır olmuş. Öykü­nün meddahtan, romanın Dede Korkut'tan, şiirin Karacaoğlan'dan, musikinin halk şarkılarından, koreografinin halk dansla­rından, tiyatronun da halk gösteri biçimlerinden yararlanarak çağdaş bir öze ve tekniğe ulaşması gereğinden her söz ettiğimiz­de bunların cinleri başlarına üşüşüyor.

 

İstiyorlar ki değer ölçümüzü onlar gibi Avrupa oyun yazarlığı ölçülerine uygulayalım. İstiyorlar ki onlar gibi biz de Avrupalı eleştirmenlerin kireçlenmiş yargılarını papağan gibi burada en iyi geveleyene bilgili eleştirmen, Avrupalı yazarların konusuna ve oyun çatısına en çok yaklaşana usta yazar, Batı yö­netmenlerinin sahne düzenini ezberleyip burada tıpkısını teklif edene, güçlü yönetmen, diyelim. Kısacası, eseri ile sahneye kotarılışı ile oynanışı ile bize özgü bir tiyatro üslûbuna giden her çabaya karşılar.

Tersini yapanlara bundan kızıyorlar. Genç Oyuncular'ın ortaoyunlarımızı alıp tozunu silkip pırıl pırıl taze bir sunuşla halka getirilişine tutuluyorlar. Halk Seyirlilikleri Derneği kuruluyor diye homurdanıyorlar. Keşanlı Ali Destanı Avru­pa'nın bilinçli tiyatro çevrelerinde ilgi görüyor diye içerliyorlar. Orta oyunu, Ka­ragöz ve meddahtan kalkan yeni bir anlatımcı Türk halk tiyatrosu üslûbunu gü­zel oyunları ile halka sevdirip tutundukları için oyunlarımızı oynayan topluluk­lara, onlara alkış tutan seyircilere ateş püskürüyorlar.

Haldun Taner

***

Tartışma:

CADI ÇARPIYOR’DAN

Hüseyin Rahmi Gürpınar, 1912’de «Cadı» adlı ünlü romanını yayınlamış, bu roman o zaman epey tenkitlere uğramıştı. «Cadı»ya en çok hücum edenlerin başında «Fecriâti» topluluğu yazarlarından Şebabettin Süleyman ve Adi Naci Beyler vardı. Topluluğun «Rübab» adlı dergisinde eseri yerenler, romancıya karşı alışılmışın üstünde ağır davranmışlardı. Ancak Hüseyin Rahmi de onlara aynı ölçüde, hatta daha ağır dozda cevaplar verdi. Yazar, karşılıklı hayli uzun süren bu tartışma yazılarını sonradan bir araya toplayıp «Cadı Çarpıyor» ve «Şalcaavet-i Edebiye» adlı iki kitapta yayınladı. Aşağıdaki örnek bunlardan birincisinden alınmıştır.

Şehabettin Süleyman Bey’in bu hikâye hakkında yapmak istediği, tenkid değil, tecavüzdür. Tecavüz ile edeb ise birlikte barınamazlar. Nasıl ki öyle olmuş. Münekkid —estağfurullah mütecaviz— Cadı’dan ziyade edebi incitmiş.

Hiçbir kimseye karşı: "Benim eserimi niçin beğenmiyorsunuz?" yollu kınamayla itiraza hakkım yoktur. Fakat bir çalışma ürününü balta ile yıkmaya yürüyen bir vahşiye karşı da sükût edilemez. Çünkü o vahşide takdir etme hissi ve sanat saygısı yoktur. Bu yıkmayı ve katletmeyi sırf vahşi keyfine uyarak, evet sırf yıkmaktan, öldürmekten zevk aldığı için yapar. İşte Şehabettin Bey de bazı esef verici sebeplerin tesiriyle Cadı hikâyesine karşı böyle katilce bir durum takınmıştır. Eğer münekkidin şu hareketi, vicdanî olsaydı, kimsenin takdir ve tenkid zevkine karışmayacağım için ben susardım. Bir vahşi, ne yaptığını bilmeyerek, yaratılışındaki vahşi eğilimlere göre davranıyorsa o bir dereceye kadar özürlü görülebilir. Fakat Şehabettin Bey elhamdülillâh iyiyi, kötüyü birbirinden ayırabilecek medeni bir zat geçindiğine göre, bu hareketleri ağırlık bakımından bir vahşininkinden daha üzüntü vericidir.

Zaten münekkid hazretleri bu günahlarını şu satırlarla itiraf etmek lütfunda bulunuyorlar:

"Nihayet Cadı geldi. Kendi hesabıma eski Hüseyin Rahmi’yi bulmak ümidiyle ve büyük bir istekle eseri okumaya başladım. Keşke okumasaydım. Hiç olmazsa şu satırları yazmak gibi bir günahtan uzak kalırdım."

Bütün maksat ve tenkid fikri doğruya dayalı bulunduğundan vicdanca emin bulunan bir adam bu işte günaha girdiğini neden itiraf ediyor? Doğruyu söylemek her yerde ve daima sevaptır. Fakat münekkidin söyledikleri doğru değildir. Bu tenkidde iyi niyet yoktur. Bu gerçek de münekkidin açıkça itirafıyla belli olmaktadır. Münekkidin: "Keşke okumasaydım" yollu pişmanlığı ve yakınması öteki eserlerimin katledilmekten kurtulacakları hakkında benim için büyük bir müjdedir. Zannederim ki artık münekkid bey bu pişmanlıkla bundan sonra yazacağım eserlerimi okumaz ve ben de onun böyle tenkidlerinden kurtulmak suretiyle şereflenmiş olurum, işte buna gerçekten teşekkür ederim. Ancak bu kararından dönerse sözünün eri olmadığını âleme göstermiş olur.

Şehabettin Süleyman Bey katletmek niyetiyle "Cadı"yı eline aldığı zaman bu işlemin eserin yazarı üzerinde meydana getireceği acıları hafifletmek ve kendisinin kötü niyetinin belirtilerini örtbas etmek için, onun eski eserlerinde bazı güzellikler ve sanat eseri sayılacak yönler bulunduğundan söz etmiş. Hem de nasıl söz ediş?.. Hüseyin Rahmi daha önceleri en büyük realistlerdendi. Eserleri birbiriyle rekabet edercesine güzel, güldürücü, şiirliydi. Şöyle idi, böyle idi.

Bu takdirler, bu övgüler hep miş’li geçmiş zaman çekimiyle ve adeta bir ölüyü iyi adla anmak çeşidinden... Çünkü hayatta bulunan bir meslektaşını övmeye Şehabettin Süleyman Beyefendi’nin fazileti ve edebî cömertliği müsait değildir. Eğer mutlaka övmek mecburiyetinde kalıyorsa bahsettiklerini önce öldürür ve ondan sonra arkalarından mersiye yazar gibi takdirlerde bulunur.

Bilmem nedendir, bu memlekette kendisinden başka bir kalem sahibinin yaşadığına gönlü razı olamıyor? Bereket versin ki "Rübab" ile attığı kurşun taneleri etkisizdir. Çünkü bu dergiyi yazarlarından başka daha bazı kimselerin okumadığına güneşe inandığım kadar inanmaktayım...

Şehabettin Bey, Hüseyin Rahmi’nin "Mürebbiye" ve "Tesadüf" gibi okunmaya değer birkaç eseri bulunduğunu —lütfen— kabul ve tasdik etmiş. Fakat bu eserler müstesna zamanlarda yazıldı. O vakitler basın dünyası bunlar gibi edebiyat eşkıyasından hemen tamamıyla uzakta idi. Gerçi o zaman da tek tük vardı ama onların kastı doğrudan doğruya eseri yazanlara değil eserlere idi. (Yazar istibdat devrinde yazdığı romanların —kendi izni olmadan— başka dergi ve gazeteler tarafından alınıp yayınlanmasını kastediyor.) Bu eserlerin yayınlandıkları zaman en büyük şansları, sizin gibi kimselerin daha okullarda okuyan çocuklar olmanızdır. Yoksa "Mürebbiye" bugün yayınlanmış olsaydı siz onu bir hafta bile yaşatmak istemez; Cadı aleyhindeki tenkidinizden daha şiddetli bir tenkidle onu hemen ve daha çabuk gebertmeye kalkardınız.

"Mürebbiye"yi, "Tesadüf'ü bir tarafa bırakalım. Eğer batının Balzac, Zola, Paul Bourget, Anatole France ve daha başka büyük edipleri bugün aramızda yeniden doğmak gibi ters bir talihe uğrasalardı, bunlar sizin o kahredici kötümser edebiyat anlayışınız karşısında derhal idama mahkûm olurlardı.

Hastalıklı sanat anlayışınız tesiriyle etrafınızı hep ölü görüyorsunuz. Emin olunuz azizim, bu edebiyatın çarpık bir anlayışıdır. Ölen hep çevrenizdeki varlıklar değil, sizsiniz ölen sizin vicdanınızdır, değerlendirme duygunuzdur.

Rica ederim, tenkid kaleminizden geçen kaç eser hakkında şimdiye kadar "iyi" demiş olduğunuzu düşününüz: Hemen hemen hiç; değil mi?..

"Sanat sukut ediyor..." gibi matemli bir haykırışla Tevfik Fikret’i, Yakup Kadri’yi, Celâl Sahir’i, Refik Halid’i ve daha bilmem kimleri söndürmek, öldürmek istedin. Edebiyat göklerimizin çeşitli burçlardaki birer süs yıldızı bulunan bu çehreler için birer sönme, gerileme örneği olarak gösterdiğin eserler —temin ederim ki— bu zatların en verimli, en teşekküre lâyık ve tebrik edilecek fikir ürünleridir. Övmeye lâyık bulduklarınla, batırmak, gömmek istediğin eserler yanyana getirilince seni bu ters yargıya yönelten tuhaf hastalık, rasgele bir mukayese ile bile anlaşılır: Sen kendilerinde değer gördüğün kimselere bakmaya tahammül edemiyor, hemen sayıklamaya ve böylelerini halkın gözünden düşürebilmek için manasız sözler aramaya kalkıyorsun... Eğer kendi seviyenden aşağı gördüklerin varsa onları alkışlamakla bir çeşit teselli ve yürek elde etmek istiyorsun. Bu çok kötü bir hastalıktır... İzzetinefsine her ne kadar ağır geliyorsa da bu dünyada seninkinden çok daha yüksek dimağlar bulunduğunu kabul etmeli ve zihnini yavaş yavaş buna alıştırmalısın. Eğer bu tutumunu düzeltmeye çalışmazsan pek tedirgin yaşarsın... Eserlerinin karşısında kendinden geçtiğimi söylediğin Abdülhak Hâmid’in bile aleyhinde gıcırtılara başladın. Yakında ani bir saldırışla onu da şiirinin ve dehâsının saltanatından indirmek için saldırıya geçeceğe benziyorsun.

Yazdığın bataklıkta memuriyet kapısına gidenleri, avamca yazanları, sanatın değerini para ile tartanları hıyanetle, hatta cinayetle suçluyordun. Bugün sanat güneşinin çalışma ve özen isteyen ışınlarını çözümlemekten sıkıldığın için günlük bir gazetede Emile Faguet’dan çalarak birtakım uydurma şeyler sıralıyorsun. Senin bu yaptıklarının itici gücü de paradan başka nedir? Başkalarını avamcı olarak suçlarken senin yazdığın bu makaleler avamdan daha yukarı bir değer mi taşıyor? Şu bukalemun gibi değişken karakterinle bugün edebiyatçı, yarın siyasetçi, öbür gün tarihçi, daha öbür gün bir aburcuburcu ve daha sonra ısmarlama fikirlerde istampalık yaparak gazete sütunlarından önemli bir görev koltuğuna fırlamak... Ve hepimizin isteklisi olduğumuz çok para ile az ya da hiç iş görmeyecek o geçim cennetinde yan gelmek... Yani büyük memurlar arasına katılmak... Bu memleket batıyor, nasıl düzelecek?., diyenlere karşı kalemle bin ahlâk teorisi, bin kurtuluş çaresi sayıp dökmek...

Kendi dehânın eseri olan bataklığa ta boğazına kadar kendin gömülüyorsun... Hatta gömüldün, hatta öldün. Güzel sanatlardan bu kadar uzak alanlarda ve bu örneği görülen çırpıda birkaç makale daha yazarsan biz hepimiz toplanarak büyük bir cemaatle senin cenaze namazını kılar, seni gömer ve hortlamaman için bütün günahlarını ve tenkid ağırlıklarını sahife sahife üzerine yığarız. O zaman sanırım ki mahşer gününde bile bu kadar ağır yükün altından kalkamazsın. Senden sonra yaşadığımı ispat için cenaze duanı da ben yapacağım...

Eline geçen hemen her eser aleyhinde yürüme... "Hepsi kötü, hepsi hastalıklı, hepsi berbat..." diye bağırma. Senin bu bu kötü dediklerinden birazcık olsun daha iyi tek eserin var mı? Bu mucizeyi sen göster de bizler de hep birlikte sana iman edelim. Yıkmak istediklerinin en kötüsü kadar bile bir eser ortaya koyabileceğin çok şüphelidir. Bugün sen Cadı gücünde bir eser ortaya koyabilir misin acaba? Koyabilecek olsan, tenkidi bırakır onunla meşgul olurdun. Çünkü bu daha kazançlı, daha faydalı, daha namuslu bir iştir. Ama ne zamanın ne de beynin buna elverişli değil. Yazdığın en kısa hikâyelerde bile ilk satırlara göre son satırları düşüktür. Sanatı yakından bilen bir adam derhal bu yorgunlukları fark eder.

Böyle dört yaprakta apışan bir edebiyatçının uzun bir hikâyede yorgunluktan ölüp gideceğinde şüphe yoktur. Böyle Şebabettin Bey gibi sekiz on sahifede bütün edebiyat sermayesini harcayacak bir güçlük içinde bunalarak beynindeki varını yoğunu boşaltan zoraki bir edebiyatçının kendine oranla yorgunluksuz yazanlara ve hele ciltlerden sonra hâlâ verimli kalanlara karşı düşmanlık göstermesine hiç de şaşmamak gerekir.

Siz bir münekkid için lâzım olan vasıfların çoğundan yoksunsunuz. Evvela siz bir megalomansınız. Kendinizden dışarıda olan her şeyi tabiî büyüklüğünden pek daha küçük görürsünüz. Bütün makaleleriniz sizin kendiniz hakkında belli belirsiz övgülerle doludur. Demek istersiniz ki hep "Ben’im"... Ötesi hiçtir. Bu miyopluk hastalığı tenkid yapmaya manidir. Burnunun ucundan ilerisini görmeyen yarı kör bir adam iyi bir nişancı olamaz. Bozuk ölçüler ve terazilerle doğru bir iş görülemez. Edebiyat çevremizde yetişen her eser Şehabettin Beyefendinin onayından geçmedikçe yaşayamayacaksa, zavallı Türk milleti eser kıtlığından mahvolur. Yalnız bir kişinin, yani münekkidin kültür kaynağı koca bir millet için yeterli değildir.

 

Kin ve haset ateşiyle ne kadar yanarsak yanalım, başka edebiyatçıların yetişmesine, yaşamasına mümkün olduğu oranda hoşgörülü bulunmamız zorunludur.

HÜSEYİN RAHMİ GÜRPINAR

 

 

ÖRNEK PARÇALAR

Roman mı, yoksa hikâye mi daha çok okunur ve sevilir? El-bette hikâye daha çok okunur ve sevilir. Bunda romanın uzun, hikâyenin ise kısa bir edebî tür olması etkilidir. Çünkü bir romanda olaylar ve kişiler bütün ayrıntılarıyla uzun uzun incelenir. Çevre, çevrenin kişiler üzerindeki etkisi, kişilerin çevre, diğer insanlar ve kendileriyle olan durumları geniş geniş anlatılır. Bu da okuru sıkar çoğunlukla. Ayrıca bu anlatımda okur, düş dünyasını pek işletemez. Her şey açıkça önündeki satırlardadır. Ne var ki hikâye öyle değildir. Öncelikle kısadır. Bir kahramanın yaşamından bir kesit vardır. Bazen yaşamın bir anı belli bir çerçeve içinde ele alınır. Yazar, her şeyi anlatmaz, birçok şeyi okura duyurur. Onun düş dünyasını harekete geçirir. Hikâye bitse de okur hikâyenin devamını zihninde sürdürebilir. Bu, okura daha geniş hareket alanı sağlar. Bu açıdan hikâye romana göre daha çok beğenilir, okunur.

 

***

 

1.“Biz insanlar, şu etrafımızdaki cansız şeyler için ne biliyoruz? Yatak odalarımızın bir tarafında yahut başucumuzda duran şu komodin, içinde yattığımız şu karyola, üzerinde yemek yediğimiz masallar duvardaki bir çerçeve, hülâsa evimizi teşkil eden bu şeyler hakkında bilgilerimizin derecesi nedir? Galiba koca bir sıfır'"

2.Yazılarında dili özenli kullanmayan kimi gazeteciler, akademisyenler ve bilim adamlarına bu durumun nedeni sorulduğunda onlar, kendilerinin yazar ya da sanatçı olmadıklarını söylüyorlar. Dolayısıyla kendilerinden doğru ve iyi yazmanın beklenemeyeceğini ileri sürüyorlar. Bu, kabul edilebilecek bir mazeret değildir. Yazı yazan herkes ana dilini iyi bilmeli, doğru ve iyi yazmalıdır Gazete haberlerinin, teknik ya da bilimsel bir yapıtın sanat ürünü olması beklenemez. Tartışmasız olan, bunların doğru ve iyi yazılmasıdır.

3.Bazı yazarlarımız kültürün kolayca kazanılabileceğini zannediyor. Kim söylemiş iyice bilmiyorum, bir söz vardır: “Kültür, öğrendiklerimizi unuttuktan sonra bizde kalan şeydir.” Bugünkü yazarlarımızın çoğu, pek aceleci. Öğrendiklerini unutmayı beklemeden kültürlü olmak istiyor hepsi, içlerine sindirmiyor okuyup öğrendiklerini Bu nedenle de pek küçük, bilgi dağarcıkları. Ancak sekiz on kitap okumuşlar, bunun için de doğru ya da yanlış, bir düşünce ile karşılaştılar mı şaşıyorlar, büyük bir şey kavradıklarını sanıyorlar.

4. Dilde sadeleştirme diye bir furya başladı. Birçok yazar, dil sadeleştirilmeli, diyor. Ben bu görüşe katılmıyorum. Dili sadeleştirmek, fakirleştirmektir. Dile yerleşen, birçok deyim ve atasözüne giren, kültürel bir derinlik oluşturan Arapça ve Farsça sözcükleri sadeleştirme adına dilden atmak dilimize ve kültürümüze zarar verir. Yeni kuşaklar dedeleri ile hatta babaları ile anlaşamaz hâle gelir Bundan kırk elli yıl öncesinin kitaplarını okuyamaz, geçmişinden kopar.

 

İLGİLİ İÇERİK

TARTIŞMACI ANLATIM NEDİR?

TARTIŞMACI ANLATIM

TARTIŞMACI ANLATIMA ÖRNEK

SON EKLENENLER

Üye Girişi