Kullanıcı Oyu: 5 / 5

Yıldız etkinYıldız etkinYıldız etkinYıldız etkinYıldız etkin
 

EDEBİ PORTRELER KİTABINDAN

AHMET MİTHAT EFENDİ

Fikret ondan, “Yalnız koca bir fem... Bir dağ gibi âdem...” diye bahsetmişti.

Ben kendinden önce eserlerini gördüm. Hasarı Mellah, Hüseyin Fellah, Dağarcık, Hâce-i Evvel çocuk muhayyilemi kamaşmalar içinde bırakıyor, içimde anlayabilmenin o tatlı heyecanını duyuruyordu.    .

Meşrutiyetten sonra bir gün Selanik’teki ittihat ve Terakki

Mektebi’nde vakitsiz zil çaldı. Sermubassır Hasan Efendi, muavinler, sınıfları dolaşarak.

-    Bahçede toplanıp sıra olunuz, konferans var! dediler.

Dört köşe bahçeyi kuşattık.

Fısıltıların arkası kesilmiyordu:

-    Kim konferans verecekmiş?

-    Acaba ne söyleyecek?

-    Yeni bir şey var galiba!

-    Cebirden kurtulduk ya, sen ona bak!

Bu aralık karşımızdaki müdür odasının kapısı açıldı. Beyaz sakallı, iri yapılı, redingotlu bir adam çıktı. Arkasından müdür, muavinler, hocalar yürüdüler. Tam ortaya bir de kürsü koymuşlar, üstünü al çuha ile örtmüşlerdi.

Müdür Midhat Şükrü, efendiyi bize takdim etti ve koca bir kütüphane dolduracak kadar eser sahibi bu muhterem adamın bizimle konuşmak lûtfunda bulunacağını bildirdi.

Ahmed Midhat Efendi, ağır fakat muhteşem ve heybetli adımlarla yürüyordu. Başını önüne eğdikçe, göğsünün üstünde sakalı, bir ipek yelpaze gibi yayılıp açılıyordu. Tâ kulaklarının içinden fışkırıyormuş hissini veren bu sakal, bana Mürebbiye’deki Şem’i Efendi’yi hatırlatmıştı. Ne söylediğini, hangi mevzu üstünde konuştuğunu pek hatırlayamıyorum. Yalnız başlangıç hâlâ aklımdadır:

- Çocuklar, buraya gelirken bir konferans vereceğimi düşünmemiş, hazırlanmamıştım. Fakat sizin karşınızda ilhama nail oldum.

İşte Ahmed Midhat’la ben böyle bir dekor içinde karşılaştım. Geniş yüzü, daha çok şimal Türklerini andırıyor, gür, sert kaşları, alnında bir balkon çıkıntısı yapıyor ve gözlerini gölgeliyordu. Sesi, kalın ve dokunaklı idi.

Bundan sonra onu bir daha hiç görmedim; fakat eserleriyle temasım kesilmemişti. Allah’ım, ne kadar da çok biliyor, nelerden bahsetmiyordu. Yalnız şunu itiraf edeyim ki, Frenk kitaplarıyla tanıştıktan, gerçek sanat eserleriyle dostluğum başladıktan sonra, Ahmed Midhat Efendi’nin eserlerindeki tılsım bozuldu. Onlar, bana artık yaldızları dökülmüş, sevimsiz görünüyordu. Bu nokta, benim hayatımda bir dönüm yeri olduğu kadar, Dağarcık sahibinin hayatında da bir durak yeridir.

Evet, bir ilk mektep hocasını çocuklar bir zaman sonra nasıl bırakıp ayrılırlar, hattâ nasıl onda kendilerini doyuracak manevi gıdalar bulamazlarsa, Ahmed Midhat’ın okuyucuları da boylece dağılırlar. Zaten o kendini bu uğurda harcamıştır Kırkambar, Dağarcık, memlekette bir seviye yaratmak, halkı kitaba alıştırmak için yazılmış şeylerdi.

Mürebbiye’deki genç Şem’i Efendi değil ihtiyar Dehri Efendi kast ediliyor olmalı.

Ahmed Midhat’ın ecdadına irfan borcu yoktur. Kendisine nur mirası kalmadı. Fakat o, kendisiyle bir hanedan başlatmak; hem kendi evlâdına, hem memleket çocuklarına irfan mirası bırakmak saadetine ermiştir.

Çok çetin, pek zahmetli bir çocukluk çağından sonra yine sarp bir gençlik devrinin ağır nasibini taşımıştı. Kendisini kalabalığın uğultulu kaynaşmasından kurtarıncaya kadar hayli hırpalandı. Fakat bu dikenli başlangıçtan sonra refah baharına, şöhret iklimine erdi. Alkış çiçekleri derdi.

Ömründe bin tarafı yoklamıştı. Kitapları birer fıkır ve his bonmarşesi sayılabilir. Bu sürekli değişme içinde, kılına hata gelmeyen şey, üslûbu idi. Ahmed Midhat Efendi ona dokunmadı. En çapraşık davaları da, Kırkambar'ın sadeliği içinde halle çalıştı. Tanzimat şahsiyetleri arasında sadeliği kendine bayrak yapmış kimseye rastlayanlayız.

O, galiba sanatı ferdî bir süs değil, içtimai bir kanat şeklinde görüyordu. Yaşadığı zaman içinde doğrusu böyle bir inanış değerlidir. Bugün Efendi’yi muhakeme ederken, vardığımız ilk büyük netice, bu memlekette okuma zevki yaratma olmuyor mu? Onu bu yüzden alkışlayarak tarihe geçirmiyor muyuz?

Romanları, roman olarak hiçbir kıymet ifade etmez. Çoğuna artık tahammül bile edemeyiz. Fakat yine bu kitapların elimize verdikleri anahtarlarla bize muayyen çağın cemiyetini tanıtacak kapıyı açabiliriz. Yarınki medeniyet tarihçisi, bu eserleri birer meşale gibi kullanacak. Bunların aydınlığında halkın içyüzünü, fikir seviyesini görüp gösterecek.

Roman, hikâye, makale, risale, forma hep birer vasıta olarak onun elinde kullanıldı. Gaye, okutmak, öğretmek, uyandırmaktı. Bu yüzdendir ki meselâ romanda bir harp sahnesi bütün ihtişamıyla sürüp giderken en heyecanlı yerinde, vakayı durdurur ve meselâ topun nasıl yapıldığını, kısımlarının nelerden ibaret bulunduğunu, tarihçesini anlatmaya başlar, ama hikâye harap olup gitmiş. Kimin umurunda. Halka topu anlattı öğretti ya bu kadarı da ona yeter. Bir damla gülyağı, damla,’ zerre olarak kaldıkça keskin bir kokudur. Fakat o damlayı koca bir havuza atarsanız, elinizde kokudan eser kalmaz. Ahmed Midhat, çok kere yarattıklarının kıymetlerini böylece yıkmaktan çekinmemiştir. Zevki faydaya feda etmeye katlanmıştır. Bu noktadan onu ayrıca takdir etmek yerinde bir hareket olur.

Romanda müşahedeye ehemmiyet vermez. Meselâ bir genç kıza, Dempsey’nin1 yumruklarından on kere daha büyük bir kuvvet ıhsan eder. Onu esâtir kahramanları kadar cesur ve atılgan gösterir. Korkunç kavga sahnelerinde ona başrolü verir.

Paris'te Bir Türk'ü, Paris’i görmeden yazdı. Avrupa’da Bir Cevelan, bir kongreye gidişin yadigârıdır. İlme, felsefeye, mantığa, tarihe, dine dair yüzlerce musahabeler kaleme aldı.’ Tabiyesi de gayet basittir. Hangi mevzuu işleyecekse, o mevzuun sayılı adamlarını evine çağırır. Söyler, söyletir, münakaşalar yaptırır. Ertesi gün de bu topluluğun mahsulü makale zinciri çıkmaya başlardı.

Fayda bakımından Ahmed Midhat Efendi’yi ön safa alışım işte bu yüzdendir.

 

SON EKLENENLER

Üye Girişi