Kullanıcı Oyu: 0 / 5

Yıldız etkin değilYıldız etkin değilYıldız etkin değilYıldız etkin değilYıldız etkin değil
 

ÇANAKKALE ŞEHİDLERİ

Ya Şu Boğaz harbi nedir? Var mı ki dünyada eşi?

En kesîf orduların yükleniyor dördü beşi,

 

-Tepeden yol bularak geçmek için Marmara’ya-

Kaç donanmayla sarılmış ufacık bir karaya.

 

Ne hayâsızca tehaşşüd ki ufuklar kapalı!

Nerde-gösterdiği vahşetle “bu: bir Avrupalı”

 

Dedirir - yırtıcı, his yoksulu, sırtlan kümesi,

Varsa gelmiş, açılıp mahbesi, yâhud kafesi!

Çanakkale Boğazı’ndaki şu savaşın bir benzeri görül­müş müdür? Bu nasıl bir harp ki, yüzlerce gemiyle kuşatılıp dövülmekte olan ufacık bir kara parçasına, üzerinden geçip Marmara’ya inmek için, en kalabalık orduların dördü beşi birden saldırmaktadır.

Bu ne utanmazca bir yığınak ki, harp gemilerinden ufuk görünmüyor.

Gösterdiği vahşilikle hemen kendini tanıtan ve “Bu, Avrupalıdır!” dediren, yırtıcı, merhametsiz, sırtlan yığınları, nerede varsa; hapislerinden, kafeslerinden boşanıp topla­narak; buraya gelmişler.

Eski Dünyâ, Yeni Dünyâ, bütün akvâm-ı beşer,

Kaynıyor kum gibi, tûfan gibi, mahşer mahşer.

 

Yedi iklîmi cihânın duruyor karşına da,

Ostralya’yla beraber bakıyorsun: Kanada!

 

Çehreler başka, lisanlar, deriler rengârenk:

Sâde bir hâdise var ortada: Vahşetler denk.

 

Kimi Hindû, kimi yamyam, kimi bilmem ne belâ...

Hani tâ’ûna da züldür bu rezîl istîlâ!

 Bütün kıt’aların insanları, beşeriyetin bütün cinsleri, hepsi burada!

 

Bir tûfan, bir mahşer kalabalığı ki, kum gibi kaynamakta...Dünyanın her tarafından gelmişler, sana karşı duruyor­lar. Avustralyalıyla Kanadalıyı yan yana görüyorsun.

Karşındakilerin her şeyleri farklı, yüzleri, dilleri, renkleri... Kimi Hindli, kimi yamyam veya başka bir belâ... Fakat hepsinde aynı olan ve onları birleştiren ortak bir özel­likleri var: Vahşet! Böyle alçakça bir istîlâdan vebâ bile utanır.

 

Ah o yirminci asır yok mu, o mahlûk-i asîi

Ne kadar gözdesi mevcûd ise hakkıyle sefîl,

Kustu Mehmedciğin aylarca durup karşısına;

Döktü karnındaki esrârı hayâsızcasına.

Maske yırtılmasa hâlâ bize âfetti o yüz...

Medeniyyet denilen kahbe, hakîkat, yüzsüz.

Sonra mel’undaki tahrîbe müvekkel esbâb,

Öyle müdhiş ki: Eder her biri bir mülkü harâb.

Ah o, asâletine övgüler yağdırılan yirminci asır yok mu! İşte onun övündüğü şeylerin hepsi en alçak en aşağı var­lıklardır.

Bunlar, yirminci asrı temsîl eden o sefil varlıklar, Meh­medciğin karşısında durup, aylarca hırslarını, gayzlarını kustular; içyüzlerini hayâsızca ortaya döktüler.

Maskesi yırtılıp gerçek yüzü ortaya çıkmasaydı, biz ona hayran olmaya devam edecektik. Ama şimdi gördük ki, medeniyet denilen bu dönek yalancı, utanmaz bir sahte­kârdır.

Üstelik, lâ’net olasının elindeki tahrip edici silâhların her biri, bir memleketi harap edecek kadar korkunç.

Öteden sâikalar parçalıyor âfâkı;

Beriden zelzeleler kaldırıyor a’mâkı;

 

Bomba şimşekleri beyninden inip her siperin;

Sönüyor göğsünün üstünde o arslan neferin.

 

Yerin altında cehennem gibi binlerce lâğam.

Atılan her lâğamın yaktığı: Yüzlerce adam.

 

Ölüm indirmede gökler, ölü püskürmede yer;

O ne müdhiş tipidir: Savrulur enkâz-ı beşer...

 

Kafa, göz, gövde, bacak, kol, çene, parmak, el ayak,

Boşanır sırtlara vâdîlere, sağnak, sağnak.

 

Ötede yıldırımlar ufukları parçalarken, beride zelzeleler yerin altını üstüne getiriyor. Siperlerin tepesine düşen bombalar, arslan Mehmedciğin göğsünde patlayıp sönü­yor. Yerin altına cehennem gibi yüzlerce lağım açılmakta ve patlatılan her lağım yüzlerce adam öldürmekte...

Gökler yere ölüm indiriyor ve yerler göğe ölü püskürü­yor. Bu ne müdhiş bir tipi! Kafa, göz, gövde, bacak, kol, çene, parmak, el, ayak... İnsan parçaları havaya savrul­makta ve sırtlara, vâdilere sağnak gibi yağmaktadır...

Saçıyor zırha bürünmüş de o nâmerd eller,

Yıldırım yaylımı tûfanlar, alevden seller.

 

Veriyor yangını, durmuş da açık sînelere,

Sürü hâlinde gezerken sayısız tayyâre.

 

Top tüfekten daha sık, gülle yağan mermîler...

Kahraman orduyu seyret ki bu tehdîde güler!

 

Ne çelik tabyalar ister, ne siner hasmından:

Alınır kal’a mı göğsündeki kat kat îman?

 

Hangi kuvvet onu, hâşâ, edecek kahrına râm?

Çünkü te’sîs-i İlâhî o metîn istihkâm.

Zırhların arkasına saklanmış olan alçaklar, yıldırım yay­lımı hâlinde tûfanlar ve alevden seller saçarak etrafı yakıp yıkıyorlar. Sürüyle dolaşan sayısız uçak, aşağıdaki korun­masız açık göğüslere yangınlar gönderiyor. Bu savaşta, tü­fekten çok top ve mermiden çok gülle var...

Fakat şu kahraman orduya bak ki, o dehşetli silâhlara ve bu tehdidlere aldırmayarak, gülüyor! Korunmak için çelik siperler istemediği gibi, düşmanı karşısında sinip saklanmayı düşünmez bile. Çünkü onun göğsündeki imanı, kat kat kaleler gibi sağlamdır. O iman zapt edilemez ve o imanın sahibi korkutulamaz!

Hangi kuvvet böyle bir imana boyun eğdirebilir? İşte bu ' imkânsız! Çünkü o, Allah yapısıdır.

Sarılır, indirilir mevki’-i müstahkemler,

Beşerin azmini tevkîf edemez sun’-i beşer;

 

Bu göğüslerse Hudâ’nın ebedî serhaddi;

“O benim sun’-i bedîim, onu çiğnetme” dedi.

 

Âsım’ın nesli., diyordum ya... nesilmiş gerçek:

İşte çiğnetmedi nâmûsunu, çiğnetmiyecek.

İnsan yapısı olan en sağlam müstahkem mevkiler bile, sarılıp zapt edilebilir; insanın büyük azmi karşısında, insan yapısı engeller duramaz. Fakat Mehmedciğin göğsü, Hakk’ın dînini ebediyete kadar koruyacak olan İlâhî bir yapı, İlâhî bir serhaddir! Cenâb-ı Hak, bu serhad için!” O benim en güzel ve eşsiz bir eserimdir, onu çiğnetme!’-’ diye emr etmiştir.

Âsım’ın genç nesline güveniyordum ya, evet, işte o nesil buna lâyık olduğunu gösterdi... Yılmadı, dönmedi ve işte milletin nâmusunu çiğnetmedi. Hiç bir zaman da çiğnetmeyecek.

Şühedâ gövdesi, bir baksana, dağlar, taşlar...

O, rükû olmasa, dünyâda eğilmez başlar,

 

Yaralanmış temiz alnından, uzanmış yatıyor,

Bir hilâl uğruna, yâ Rab, ne güneşler batıyor!

 

Ey, bu topraklar için toprağa düşmüş, asker!

Gökten ecdâd inerek öpse o pâk alnı değer.

 

Ne büyüksün ki kanın kurtarıyor Tevhîd’i...

Bedr’in arslanları ancak, bu kadar şanlı idi.

İşte bak, dağlar taşlar, her yer, şehidlerle dolu. Allah’ın huzûrundan başka yerde eğilmeyen başlar, temiz alınların- dan yaralanmış, yatıyorlar... Yâ Rabbi! Senin yüce dîninin sevgili hilâli için, her biri bir güneş olan nice kahraman ken­dini fedâ etmektedir.

Ey bu vatan toprağı için vurulup ölen asker! Cennetteki ecdâdın gelip, seni temiz alnından öpse, buna lâyıksın. Sen ne büyüksün ki, canını vererek “tevhîd”i, Allah’ın birliği inancını yok olmaktan kurtardın. Sen bu hizmetinle Bedir savaşı gâzilerine benziyorsun.

Sana dar gelmiyecek makberi kimler kazsın?

“Gömelim gel seni târîhe” desem, sığmazsın.

 

Here ü merc ettiğin edvâra da yetmez o kitâb...

Seni ancak ebediyyetler eder istîâb.

Ey şehid! Bu büyüklüğün ve şânınla, seni nereye gömebiliriz? Sana dar gelmiyecek bir mezarı, kim yapabilir?

Seni tarihe koymak istesek, sığmazsın... O kitap, değil senin varlığına, senin yaptıklarının hikâyesine bile kâfi gel­mez!

Seni ancak, sonsuzluklar içine alabilir.

“Bu, taşındır” diyerek Kâbe’yi diksem başına;

Rûhumun vahyini duysam da geçirsem taşına;

 

Sonra gök kubbeyi alsam da, ridâ namıyle,

Kanayan lâhdine çeksem bütün ecrâmıyle;

 

Mor bulutlarla açık türbene çatsam da tavan,

Yedi kandilli Süreyyâ’yı uzatsam oradan:

 

Sen bu âvîzenin altında, bürünmüş kanına,

Uzanırken, gece mehtâbı getirsem yanına,

 

Türbedârın gibi tâ fecre kadar bekletsem;

Gündüzün fecr ile âvîzeni lebrîz etsem;

 

Tüllenen mağribi, akşamları sarsam yarana...

Yine bir şey yapabildim, diyemem hâtırana.

Ey şehid! Sen, sonsuzluklar içindeki mezarında yatar­ken, başucuna Kâbe’yi, taşın olarak diksem... Rûhumun İlâhî ilhamlarını duyarak, taşına yazsam... Gökyüzünü bütün yıldızları ile getirip, kanayan lâhdinin üzerine örtsem... Mor bulutlardan türbene tavan yapsam ve yedi kandilli Süreyya’yı oraya taksam... Sen bu âvîzenin altında kanına bürünmüş uzanırken, gece mehtâbı yanına getirsem ve türbedârın gibi sabaha kadar bekletsem... Gündüzleri sana güneşi âvîze etsem.... Ve akşamları kızıl ufkun tüllerini, yarana sarsam...

Evet, bunların hepsini yapabilsem... Yine de sana senin hâtırana yaraşır bir şey yaptığımı söyleyemem.

 

Sen ki, son ehl-i salîbin kırarak savletini,

Şark’ın en sevgili sultânı Selâhaddîn’i,

 

Kılıç Arslan gibi iclâline ettin hayran...

Sen ki, İslâm’ı kuşatmış, boğuyorken hüsran,

 

O demir çenberi göğsünde kırıp parçaladın;

Sen ki, rûhunla beraber gezer ecrâmı adın;

 

Sen ki, a’sâra gömülsen taşacaksın... Heyhât,

Sana gelmez bu ufuklar, seni almaz bu cihât...

 

Ey şehîd oğlu şehîd, isteme benden makber,

Sana âgûşunu açmış duruyor Peygamber.

 

 

Bunu söyleyemem, çünkü...

 

Sen o kahramansın ki, son Haçlı seferinin hücumlarını durdurdun ve - ceddin Kılıç Arslan gibi - Şark’ın en sevgili sultam Selâhaddîn’i yiğitliğine hayran ettin.

Sen o kahramansın ki, felâketler ve ümidsizlik, müslümanları kuşatmış boğuyorken yetiştin ve o demir çenberi göğsünde kırıp parçaladın. ,

Sen, şanlı adı, rûhuyla beraber bütün kâinatı dolaşan bir kahramansın.

Sen ki, asırlara, tarihlere gömülse, taşacak bir büyük­lüğün sâhibisin... Bu ufuklar sana yetmez ve bu fezâ seni almaz... O halde:

Ey şehid oğlu şehid! Benden mezar isteme... Sana mezar gerekmez: çünkü Peygamber, kucağını açmış, Cennet’te, seni bekle­mektedir.

SON EKLENENLER

Üye Girişi