Kullanıcı Oyu: 0 / 5

Yıldız etkin değilYıldız etkin değilYıldız etkin değilYıldız etkin değilYıldız etkin değil
 

 KIRMIZI-TURGAY GÜMÜŞ

                                                     “Gül kokulu yarin bahçesinden topladım kırmızı gülleri,

                                                       Viran eyledi bülbülün feryadı gönülleri.”    

 

          Bayramlıklarını giymişti oğlu.

          Kırmızı ne de çok yakışırdı oğluna. Anne bir daha hiç bırakmamacasına sarıldı yavrusuna. Sımsıkı kucakladı onu. Hasretle öptü, kokladı.Gözyaşlarını içine akıtmak istedi, olmadı, tutamadı.Kırkikindi yağmurları gibi boşaldı ansızın. Sel olup aktı içindeki yaşlar. Önüne ne gelirse alıp götürecek bir sel gibi aktı gözlerinden damlalar. Oğlunun kıpkırmızı elbisesi ıslandı kavruk yaz güneşinde. Öpmeye, bakmaya doyamadığı oğluna sımsıkı sarıldı  bir daha. Sevdanın bakışları hiç böyle can yakıcı olmamıştı. Ne sevgili yarine, ne de baba oğluna böylesine candan, böylesine sevgi dolu bakabilirdi. Bir tek anne, evet bir tek anne bakabilirdi böyle yavrusuna. Biraz daha sıkı sarıldı oğluna, hasretle kokladı, sevgiyle öptü onu bir kez daha…..

          Onu doğurduğu günü hatırladı.

      

          “Filiz filiz harelendim bahara ulaşmak için,

           Ben geldim anneciğim sevdana doymak için.”

 

          Bir ilkbahar akşamı tutmuştu doğum sancıları. Gerçi alışıktı böyle sancılara. Üçüncü kızından sonra bu çocuğun erkek olması için kocasına hissettirmeden geceler boyu yalvarmıştı yaradana. Eşinin “Benim için fark etmez , yeter ki sağlıklı olsun.”  demesine rağmen onun da içinden geçenin bir erkek çocuk olduğunu gözlerinden anlayabiliyordu. Ne de çok isterdi, o da kocasının gözleri gibi gözleri olan bir oğlunun olmasını. Adını bile çoktan hazırlamıştı: İsmail. Sancılarla boğuşurken aklından geçenleri düşününce gülümsedi kendine. Bir kez daha yalvardı yaradana yüreğinin en saf, en temiz , en kuytu köşesinden.Bir oğlum olursa,  iki kınalı koç kurban edeceğim diye çoktan adaklar adamıştı zaten. Sancıları iyice artmaya başlamıştı.   

          Gülümseyen bir yüzle , gülümseyen bir gözle ve gülümseyen bir yürekle geldi kocası yanına. Dilinin en tatlı haliyle fısıldadı kulağına: “Bir oğlumuz oldu.” Bu fısıltı ona bir haykırış gibi geldi. Kulaklarıyla duymadı bu sesi anne, gözleriyle duydu, kalbiyle duydu. İçinde akan çağlayanlara, kabaran denizlere rağmen sessizce şükretti yaradana. Oğlunun ağlama sesi en güzel memleket türküleri tadında yankılandı kulaklarında, hastane odalarında. Hastane penceresinden görünen al bayrak tatlı bir bahar rüzgarında dalgalanıyordu gururla. Anne bir dağ kadar büyüdü. Oğul tadında kokladı havayı ve öptü oğlunu gözlerinden, alnından, yüreğinden.

          Subay olan dayısına evlendiği günden beri belki yüz defa söylemişti: “Bir oğlum olursa adını sen söyle kulağına.” diye. Oğlunun kulağına dayısı okudu ezanı ve kameti. İsmail ismi yankılandı dağlarda, taşlarda ve annenin yüreğinde.

 

          “Ne rüzgarlar esti, ne yağmurlar yağdı,

           Kışlar bahara, baharlar kışa döndü,

           Hiç solmadı benim gülüm…”

 

          Zaman geçti , rüzgar esti, ağaçlar büyüdü. İsmail annesinin gözünde kocaman bir delikanlı oldu. Artık okula başlayacaktı. Anne tüm çocuklarını okula gönderirken heyecanlanmıştı ama bu bambaşka bir heyecandı. Üç kızını da ellerinden tutup götürmüştü okula. Oğlunu ellerinden tutup okula götürürken defalarca tembih etti ablalarına: “Kardeşinize sahip çıkın!” diye. En büyük kızı Zeynep 6.sınıfa başlamıştı. Kızlarını sınıflarına gönderince oğlunu kendisi götürüp teslim etmek istedi öğretmenine. Böylece huzur içinde ayrılacaktı okuldan. Ama okuldan ayrılmak ne mümkün. İsmail ortalığı yıkıyordu. Avazının çıktığı kadar bağırıyordu: “Anne beni bırakma!” diye. İsmail’ in gözyaşları sırıksıklam etmişti annenin kırmızı hırkasını. Öylesine sıkı sarılmıştı ki annesine, zavallı kadın bir hafta  oğluyla derslere girmek zorunda kalmıştı.

         

           “Sevdaları sevda yapan ayrılıklarmış,

            Ayrılıkları ayrılık yapan sevdalarmış.”

 

           İsmail ilkokulu bitirip Anadolu lisesinin yatılı bölümünü kazanınca annenin yüreği cız etmişti. Karabasanlar, kabuslar çökmeye başlamıştı içine. İki saatlik bir mesafeye gidecek olmasına rağmen oğlunun ayrılığına dayanabilecek gücü bulamıyordu kendinde. Kimseye hissettirmeden ağlamıştı geceler boyu. Her şeye katlanabilen annenin içi razı olmuyordu oğlunu yatılı okula göndermeye. En amansız savaşlardan daha çetin bir savaş yaşanıyordu yüreğinde. Duyguları oğlunu yanında, kucağında büyütmek istiyordu. Aklı ise oğlunun geleceği için onu yatılı okula göndermesi gerektiğini söylüyordu. Anne yine çok zor bir savaştan galip ayrılmıştı. Öpmeye kıyamadığı, sevmeye doyamadığı oğlunu kendi elleriyle teslim etmişti yatılı okul idaresine. Cancağızı ne kadar da büyümüştü artık. İlkokula başladığı günkü gibi ağlamamıştı. Annesini teselli ediyordu: “Beni merak etme.” diye. Ağlama sırası annedeydi artık. Sımsıkı sarıldı oğluna ve gözyaşlarıyla yıkadı oğlunun çok sevdiği ay yıldızlı  milli takım formasını.

          Yatılı okulun bahçesini terk ederken sarhoş gibiydi. Oğluna  bir kez daha el sallamak için ikinci kattaki pencereye baktı. Gül yüzünde güller açmıştı İsmail’ in. Pencerenin hemen sağ tarafına düşen bayrağın gururla dalgalanışını gördü anne. Ay yıldızlı bayraktaki gururu gördü oğlunun gözlerinde. El sallayıp bedenini götürdü evine, ruhunu oğlunun yanına bırakarak. Eve varınca kızlarına sarılarak ağlamıştı. Birkaç gün boyunca bütün duvarlar üstüne gelmişti.

       

          “Ayrılıkları çekilir kılan vuslat hayali,

          Gerçakleşen her vuslat bin sevda masalı.”

 

         Ayrılık dolu kocaman ve uzun bir  ayın sonunda oğlu gelecekti bugün. Pencereden oğlunun yolunu gözlüyordu sabahtan beri. Elinde kendinden büyük valizle oğlunu görünce haykırdı sevincinden. Yığılıp kalmamak için zor tuttu kendini.Üçer beşer indiği merdivenlerden bahçeye çıkınca öyle bir sarılmıştı ki oğluna “Anne boğacaksın beni!” sözleriyle bıraktı İsmail’i. Bakıp yüzüne bir daha ağladı. Gözlerini, yüzünü öptü defalarca. En sevdiği yemekleri koydu masaya, en sevdiği tatlıları hazırladı. Elbiselerini yıkadı ,ütüledi. Oğlunun her gelişini bayram saydı kendine.

          Yedi yıl boyunca hiç karne sormadı oğluna. Onun için oğlundan başka hiçbir  şeyin önemi yoktu.

          İsmail yedi yıl boyunca ailesinin gurur duyacağı bir karne getirdi. Annesinin, babasının gülen gözlerini görmek en büyük hediyeydi onun için.

 

           “Nazlı ceylanımı bıraktım yabana,

            Aman avcı dokunma ceylanıma!”

 

          Üniversite imtihan sonuçlarını heyecanla bekliyordu oğlu. Anne, İsmail’den daha fazla heyecanlıydı. Sonuçlar açıklanıp İsmail’in İstanbul’da edebiyat öğretmenliğini kazandığını öğrenince  çok sevinmişlerdi. Anne bir taraftan kara kara düşünmeye başlamıştı. Yedi yıldır iki saat süren ayrılık mesafesi sekiz saate çıkacaktı. Bu da oğlunu daha az görmesi demekti. Oğlu onun gözünde hala yavru bir serçeydi. Yılların hasreti artarak devam edecekti. Sevinci ve hüznü bir arada yaşayan başka bir anne var mı acaba diye düşündü. Sonra bütün annelerin aynı olduğunu hatırladı.

          İstanbul’un yabanından, kurdundan, koca şehrin oğlunu yutmasından korkuyordu. Öpmeye bile kıyamadığı oğlunun koca şehrin anaforunda yok olup gitmesinden çekiniyordu. İstanbul,  gözüne dev gibi bir düşman olarak gözüküyordu.

          Oğluna “İstanbul’da kendine hakim ol.” diye defalarca tembih etti. İsmail de hep aynı cevabı verdi: “Fatih de İstanbul’u aldığı zaman benim yaşımdaymış. Merak etme anne .”

 

         “Vuslatının hayalidir beni ayakta tutan,

           Vuslatındır kara gecelerimi aydınlatan.”

 

          Ayrılık vakti gelip çatmıştı. Bir sarı sonbahar günü oğlunu İstanbul’a gönderecekti. Oğlunun gözlerine baktı sevgiyle, hasretle. Sarılmak istedi  boynuna. Ama artık boynuna yetişemiyordu. İsmail annesinin rahat sarılması için eğdi boynunu. Annesi öptü, kokladı yavrusunu. Doymak istedi, doyamadı. Hıçkırık deryasında boğuldu anne. İsmail babası ve ablasıyla vedalaşıp otobüse bindi. Otobüsün penceresinden ay yıldızlı milli takım şapkasını çıkararak el salladı ailesine. Otobüs homurdanarak alıp götürdü yavrusunu uzaklara.Bu şirin ilçede  hiç bu kadar yalnızlık hissettiğini hatırlamıyordu anne. Ufukta kaybolan her otobüsün içine bir İsmail yerleştirdi. Eşinin ve en küçük kızının koluna girerek evin yolunu tuttu. Büyük kızı Zeynep’i üç, onun küçüğü Ayşe’yi de bir yıl önce gelin etmişlerdi. Öğretmen olan iki kızı da başka şehirlerden evlenmişlerdi. Onların yokluğuna yeni yeni alışmışken oğlunun gidişi derin darbeler vurmuştu anneye. Baba ise kızlarının gidişinden daha fazla etkilenmiş, saçlarındaki beyazların sayısı çoktan geçmişti siyahların sayısını. En küçük kızlarının da altı ay sonra evlenecek olması yaşlanan yüreklerini tedirgin ediyordu. Anne ve baba bu kadar ağır yükü  taşıyamamaktan korkuyorlardı. Birbirlerinin ellerini daha sıkı tutmuşlardı şimdi.

 

              “Gecenin ucunda gün aralanır,

                Bilirim gayrı her ayrılık bir vuslata dolanır.”

 

          Yıllarını çocuklarını ve torunlarını özlemekle geçirmeye başlamışlardı. Songül’ün düğününden bir yıl geçmişti. Kızlarının birer birer yuvadan uçmaları en çok eşine dokunmuştu. Anne kendisi de yuvadan uçup geldiği için bu acıyı tanıyordu. Ama eşi,  kızlarının birer birer kaybolup gitmelerine alışamamıştı. Emeklilik günlerinin keyfini çıkaracağı şu günler oldukça zor geçiyordu. Bu zor günlerde en büyük sevinçleri oğullarının birkaç ayda bir sürpriz yapıp ziyaretlerine gelmesiydi. Bu ziyaretler yalnızlığın yavaş yavaş bir nem gibi işlediği evlerini gül bahçesine çeviriyordu. İsmail gelince ev sanki daha genişliyor,d aha bir aydınlanıyordu. Anne oğlunun her gelişini bayram sayıyor, ona en sevdiği yemekleri hazırlıyor, mahallenin çocuklarına şekerler dağıtıyordu.

 

          “ Aşktan arta kalan hüzünler var yüzünde,

             Söyle bana gülüm, hangi fırtınalar kopuyor gözlerinde?”

 

          Bu gelişinde oğlunda bir gariplik olduğunu sezmişti anne. Bir şeyler söylemek istiyor gibiydi. Oğlu, gözüne tedirgin bir kedi yavrusu gibi görünüyordu. En sevdiği yemeklerin bulunduğu sofrada bile rahat değildi İsmail. Sonunda, dert ortağı annesine ve babasına açıldı. Kendi sınıfında Hatice adlı bir kıza gönül vermişti. Annenin gözlerinden birkaç damla sevinç gözyaşları süzüldü. Baba: “Nasipse olur oğlum.” dedi. Annesi medeni bir şekilde Hatice ile konuşması gerektiğini anlattı oğluna. Ama ne anne, ne de baba sordu “Hatice nasıl bir kız?” diye. Çünkü  ikisi de çok iyi biliyordu oğullarının sevdiği kızı kendilerinin de seveceğini ve onun da kendilerini seveceğini.

         

          Hatice ve İsmail’in tayini Edirne’ye çıkmıştı. Yeni evli çift, öğretmen olarak atanmanın mutluluğunu yaşıyorlardı bu serhat şehrinde. Anne oğlunu çok özlüyordu, özlemesine ama onun mutlu olduğunu bilmek, içini ferahlatıyordu. Annenin içini sıkan bir tek şey vardı: İsmail’in  askerliği.

         Yaz tatilinde hamile olan Hatice’yi ailesinin yanına bırakarak askere giden İsmail’in askerliği yedek subay olarak Isparta’ya çıkmıştı. Annenin içinde tedirginlikle karışık bir korku vardı. Ama oğlunu asteğmen elbiseleriyle görünce bu korku, yerini  gurura bırakmıştı.

          İsmail dağıtım iznine geldiğinde yeni görev yerinin Hakkari olduğunu söylemişti ailesine. O kadar söylemişti ki, annenin içinde binlerce cephanelik infilak etmişti. Ama sesini kimseye duyuramadı.

          Annenin geceleri daha uzun sürmeye başlamıştı. Rüyalarında hep zor durumda görüyordu oğlunu. Hiç bilmediği Hakkari dağlarında geziyordu geceler boyu. Korkuyla karışık bir gurur sinmişti evlerinin duvarlarına, odalarına. Beklemek dağlarda savaşmak kadar zordu anne için. Haberleri dinlemek her eve düşen ateşi görmek, duymak demekti. Bu ateşin bir gün ocaklarına düşebileceğini bilmek demekti.

 

           “ Bilmezdim bırakıp gitmenin bu kadar kolay olduğunu,

              Bilmezdim ölümün bu kadar güzel olduğunu anne…”

 

          O gece yine oğlunu görmüştü kırmızı elbiseler içinde. Gülümseyen bir yüzle annesine el sallıyordu. Oğluna doğru koşmak istedi, koşamadı. Gökkuşağı vardı oğlunun başucunda.

          Sabahleyin uyanınca kahvaltı hazırlığına başladı. Güneş karşı tepeden bir mızrak boyu yükselmişti. Her zamanki mütevekkil haliyle şükretti, kocasına baktı. Telefonun yanına oturmuş bir şeyler okuyordu. Telefon çalınca irkildi anne.İ çini gecenin karanlığı kaplayıverdi birden. Telefonun sesi her zamankinden farklı geldi anneye. Kocası telefonu kaldırıp “Evet” cevabını verince bir ok geldi, saplandı annenin yüreğine. Eşi telefonu bırakıp da hareketsiz kalınca çoktan anlamıştı her şeyi. Eşinin nemli deniz mavisi gözlerinde belirivermişti oğulları.Artık nereye baksa İsmail’i görüyordu, her yerde onun sesi yankılanıyordu. Anne bu birkaç dakikaya oğlunun bütün resimlerini sığdırmıştı. Evet her şey, oğluna ait her şey, bütün kırmızılığı ile annenin gözlerinin önünden geçiyordu. Oğlunun resimleri, kınalı bir kuzu oluyordu, bıçağın altına yatan İsmail oluyordu. Gökyüzünün maviliği yavaş yavaş kızıla dönmeye başlıyordu. Oğlunun al kanı birazdan bütün ülkeyi kaplayacaktı.Anne bir hazan yaprağı gibi yere düştü.

           Yere düşen anne gözünü açtığında hastane odasındaydı. Koluna takılan serumun içindeki sıvının yavaş yavaş vücuduna işlediğini hissetti. Bir serumun da oğlunu geri getirebileceğini düşündü. Hastanedeki bütün doktorlara, hemşirelere yalvarmak istedi: “Bir serum da oğluma takın.” diye. Ama konuşamadı, kelimeler boğazında düğümlenip kaldı. Ruhunda kopan bütün fırtınalara rağmen ne haykırabildi, ne de feryat edebildi. Bir tek gözyaşları dile geldi. Yağmur olup yağdı bütün ülkenin üstüne, gökyüzünü kızıla boyayan oğlunun al kanına karıştı ve suladı bütün ülkeyi baştan başa.

          Eşinin şehadet haberini alan Hatice’yi anneyle aynı odaya yatırmışlardı. Anne sağ tarafında yatan gelinine baktı. Kızcağız hala kendine gelememişti. Daha doğmadan yetim kalan torununa bir zarar gelmesinden korkuyordu anne. O yavrucağından geriye kalan  en büyük teselli olacaktı.

          Birazdan oğlunu uğurlayacaklardı. En sevdiği kırmızı elbiselerini giydirmişlerdi oğluna. Onu kırmızı elbiseleriyle görünce yine heyecanlandı.Herkesin elindeki bayraklar ona oğlunu doğururken hastane bahçesinde gururla dalgalanan bayrağı hatırlattı. O bayrakların nasıl ve kimler sayesinde dalgalandığını çok iyi anlıyordu anne. Sanki kırmızı bir gül bahçesindeydi. Bu bahçenin en güzel gülü oğlu, bülbülü de kendisiydi. Feryatlarını içine atıyordu. İnleyen bir bülbül misali sessiz hıçkırıklar gönderiyordu gül bahçesinden. Ağlamaması gerektiğini, dimdik ayakta durması gerektiğini çok iyi biliyordu . Oğlu bir defa ölmüştü, ağlarsa bin defa ölürdü. Yaşlı ve yorgun yüreğini bu acıya dayanabilmek için çok zorluyordu.

          Son bir kez daha sarılmak istedi oğluna, doyamadığı oğlunu doya doya öpmek istedi. Kırmızı tabuta sarılınca durduramadı içindeki fırtınayı. Her şey yok olup gitti birden, her şey öylesine anlamsızlaştı ki. Elveda diyemedi oğluna, hoşçakal diyemedi. Artık her şeyi bütün çıplaklığıyla anlatan bir şey vardı: Gözyaşları. İçine akıttığı binlerce damla kabaran bir deniz olmuştu artık. Önüne geleni alıp götürecek bir ırmak olmuştu..Oğlunun çok sevdiği kırmızı elbiselerini gözyaşlarıyla yıkamıştı. Mağrur ve dimdik ayakta duran kocası çekti onu tabutun başından. Oğlunun tabutunun arkasından son kez el sallayabildi.

          Bayramlıklarını giymişti oğlu. Kırmızı her zamankinden daha fazla yakışmıştı İsmail’e. Ama oğlunun bayramı cennetteydi.

                                                                                                                                                  RUMUZ: GÜVEN (TURGAY GÜMÜŞ)

 

SON EKLENENLER

Üye Girişi