Kullanıcı Oyu: 3 / 5

Yıldız etkinYıldız etkinYıldız etkinYıldız etkin değilYıldız etkin değil
 

 TASAVVUFİ HALK ŞİİRİ

Bahar Akarpınar

FARKLI inanç sistemlerini benimseyen birçok topluluk İs­lam’ı, kitabi bilgiden önce tasavvufî eğilimlerin din anlayışı ile tanımışlardır. Bu sebeple İslâm dininin yaygınlaşmasında tasavvufî akımların yadsınamayacak bir katkısı olmuştur. Tasav­vuf, İslâm’ı kendi geleneksel dinî inanç ve ahlâkî değerler sistemi­ne göre algılayan Müslümanların, Kur’an-ı Kerim hükümlerine ve hadi­se dayalı kitabî İslâm anlayışını temsil eden Araplara karşı geliştirdiği mistik bir tepki olarak ortaya çıkar. Emevi hanedanının (661-750) refah düzeyi yük­sek, gösterişli yaşamı ve Arap milliyetçiliğini ön plana çıkaran baskıcı siyasi tutumuna karşı gelişen tepki, kısa sürede civar coğrafyalarda etkisini gösterir. H. Gorbin, tasavvufun bir tepki hareketi olarak ortaya çıkışını "Tasavvuf, İs­lam’ı sadece dış kurallara, fıkha dayanan ve sözlerin dış anlamlarında kalan bir din durumuna indirgemek isteyen bütün eğilimlere karşı apaçık başkal­dırma, manevi İslam’ın gözden kaçırılmaz bir varoluş kanıtıdır” (1994: 33?) sözleriyle özetlemektedir.

Tasavvuf, İslam dini bünyesinde gelişen bir mistik yorumdur. Tasavvufun en belirgin faaliyet alanlarından biri "varlık”tır. Mutasavvıflar, varoluşun esasını anlamayı ve açıklamayı amaç edinmişlerdir. Onlara göre varlığın esası, kendi kendine var olan salt öz anlamında "Zat-ı Mutlak”; kayıtsız şartsız gerçek varlık anlamında “Vücud-ı Mutlak”; salt iyilik ve güzelliği temsil eden "Hüsn-i Mut­lak” (Uludağ 200i: 375-76) olan tek yaratıcı Allah’tır. Diğer tüm varlıklar O’nun sadece birer yansıması veya gölgesidir (Ertuğrul 1991= 9-18). Allah’ın iradesi ile meydana gelen varlıklar ilahî düzenin sürdürülmesini sağlayan parçalardır. Tüm varlıklar, ilahî gücün sınırsızlığına delil gösterilen geçici suretlerdir. Özün dışındaki her şey "masiva”dır ve her şey takdir-i ilahî ile aslına dönecek / "rücu” edecektir. Tasavvuf, insanoğluna verilen idrak yeteneğini kullanarak kendi varlığında gizli tanrısal sırrı keşfetmesini, nefsinin isteklerini denetim altında tutarak ilahî ahlakı benimsemesini, sembolik anlamda "yok ola­rak” manen Allah’a ulaşmasını, böylece ruhi olgunluğa, kemale, bilgeliğe erişmesini amaç edinmiştir. Kısaca ifade etmek gerekirse tasavvuf, "hikmeti biliş, hikmeti buluş ve hikmetten oluş” sürecini belirleyen ve şekillendiren bir sistemdir. Bu sisteme göre, varlık bilincini edinip Allah-evren-insan bağını, vahdet-kesret (teklik- çokluk) ilişkisini algılamayı ve gerçeğe ulaşmayı hedefleyen kişi, bir mürşidin denetimi altında "seyr u sülük” (manevi yolculuk) adıyla bilinen eğitim aşamaları ile duygu, düşünce, hâl ve davranış­larını Kur’an-ı Kerim’de bildirilen, Hz. Muhammed’in hadis ve sünnetiyle örneklendirdiği bilgiler doğrultusunda yeniden yapı­landırma eylemine girer. "Seyr u süluk”un amacı, insanın iç dün­yasını aydınlatmak, nefsini tasfiye ve tezkiye etmek, ahlakını ol­gunlaştırmak, bilinç düzeyini yükseltmek, manen zenginleştir­mektir. Bu temel değer ve kabuller çevresinde sistemleşen tasavvuf anlayışını salt bir düşünce şekli olarak ele almamak gerekir. Tasav­vuf, hâl ilmidir. Bilginin içselleştirilmesi, gönülde beliren iç ay­dınlığın söz, hâl ve davranışlarla somutlaştırılması, nihayetinde ulaşılan bilinç düzeyinin / bilgeliğin diğer insanlara yansıtılması ve ilahî ahlakın yaygınlaştırılması öngörülür. Tasavvufun anlamım, kaynaklarını, gelişim sürecini ve tasavvufi yaşamın boyutlarını inceleyen araştırmacılar tasavvufu üç dönem­de ele almışlardır:

1) Fakr, takva ve ahlâka önem veren züht döne­mi;

2) Tasavvufun sistemleşmesi ve felsefeyle karşılaşmasından sonra beliren nazari / teorik tasavvuf dönemi;

3) Tasavvufî örgütler / tarikatlar dönemi. Gelişim sürecinde, bir taraftan tasavvufla ilgili teorik bilgi­yi ve tarikat esaslarını açıklayan eserler yazılırken, diğer taraftan, zengin bir şi­ir geleneği meydana getirilmiştir (Arberry 2004: 29-42). XII. yüzyılda başlayan tasavvufî örgütler / tarikatlar dönemi, tasavvufun yüzünü halka döndüğü, halk tabakalarıyla buluştuğu uzun soluklu bir süreçtir. Tarikatların belirdiği örgüt­lenme dönemini (XII. yüzyıl ve sonrası) U. Günay şu sözlerle açıklamaktadır:

"İslâm dünyasında önce bireysel ve marjinal bir zühd hareketi şeklinde başlayan, sonra entelektüel bir seçkin hareketi görünümünü kazanma yolunu tutan tasavvuf, nazari planda giderek sistemleşip sonuçta teozofik sûfiliğe dönüştüğü gibi, zamanla küçük ve seçkin bir entelektüel zümre hareketi olmaktan çıkarak toplumun çeşitli tabakalarına yayıl­mak suretiyle pratiğe dökülüp popülarize olmaya başlayınca da giderek tarikat teşkilâtları hüviyetine büründü. Böylece, nazari tasavvuf dönemi sona ermekte ve şeyhlerin karşı konulmaz mutlak otoriteleri çerçeve­sinde formel ayin ve erkânın egemen olduğu, hiyerarşik yapıdaki teşki­latlı sûfilik devri başlamaktaydı.” (1999:134).

Tasavvufun "pratiğe dökülerek, popülarize olmaya başlaması”, teorik tasavvuf anlayışı ve esaslarının halk tabakalarının anlayabileceği düzeye indirgen­mesi şeklinde açıklanabilir. Tekke ve tarikatlar bünyesinde popülerleştirilen tasavvufun karakterine uygun şekilde, şiir de popülerleştirilir. Bu şiiri daha öncekilerden ayıran ana özellik, bir eğitim aracı olarak kullanılmasıdır. Bilgi­nin çoğalması şiirin içeriğini de geliştirmiş, özellikle İran sahasında örnek metinler oluşmuştur. Ne var ki, şahsî görüş ve deneyime dayanan, nazarî bil­ginin sınandığı bu şiirler, koyu mistik ve kapalı hikemî planın ötesine geçe­memiş, seçkin bir entelektüel çevrenin dışına çıkamamıştır; tıpkı tasavvufun geniş kitlelerle buluşamaması gibi. Tasavvufun ve şiirin çoğulcu bir yaklaşım­la popülerleştirilmesi, fikrî ve pratik bir açılımı beraberinde getirmiştir.

R. Williams’a göre (Easthope 1996: 76) "popüler” sıfatı, geniş kitlelerce be­ğenileni tanımlamak; yüksek / seçkin kültür ile kitle kültürü arasındaki zıtlı­ğı belirlemek; kitlenin kendi zevk ve seçimleri doğrultusunda oluşturduğu kültürel birikimi tanımlamak için kullanılıyorsa ve "popülerleştirmek” halka ait kılmak, halka beğendirmek, halkın benimsemesini sağlamak, halka belir­li bir düşünceyi ve davranış kalıbını kabul ettirmek gibi alt anlamları içeriyor­sa; din ve tasavvuf konularını işleyen şiirin gerçek kimliğini ve aslî işlevini ta­rikatlar döneminde kazandığını kabul etmek gerekir. Uzun soluklu örgütlü ta­savvuf döneminde üretilen şiir, doğası gereği popülerdir; çünkü koyu mistik ve kapalı hikemî planın dışına çıkarak, halk tabakalarının kültürel birikimle­rine, zevk ve anlayışlarına göre üretilmiştir. Bu nedenle halk tarafından büyük bir beğeniyle karşılanmış, daha da önemlisi, Müslümanların manevi ihtiyaç­larına cevap verdiği için İslam’ın ve tasavvufun geniş kitlelerce benimsenme­sini ve harekete katılımı sağlamıştır. Tasavvufî şiir, tarih boyunca varlığını bu temel üzerinde geliştirmiştir. Din ve tasavvuf alanında yazılan ilmî kaynakla­rın ulaşamadığı, kaynakları anlayamayan halk tabakaları, bilgiyi sade bir dil ile duygulara hitap ederek açıklayan şiirlerle öğrenmişlerdir. Tarikatlar dö­neminde mürşitlerin sürdürdüğü eğitim faaliyetlerinin yanında, bilginin şiir aracılığıyla aktarılması ve içselleştirilmesinin estetik bir yol değil, bir eğitim veya telkin yöntemi olarak seçildiğini söylemek yanlış olmasa gerek. Bu aşa­mada üzerinde durulması gereken nokta, tekkeler çevresinde, derviş şairlerin ürettikleri şiirin popülerlik vasfının tartışılması değil; farklı edebî gelenek­lerde, doğası gereği popüler olan tasavvufî şiirin hangi adlarla anıldığı, nasıl tasnif edildiği ve güncel durumudur.

Türk edebiyatı tarihi araştırmalarında, divan ve halk edebiyatı gelenekleri­ne yön veren İslâm dini ve tasavvuf içerikli manzum, mensur, manzum-men­sur karışık tüm metinler, "dinî, İslâmi, tasavvufî, mistik, dinî-tasavvufî, dinî-mistik, tekke, tekke-tasavvuf, zümre, tasavvufî halk, dinî-tasavvufî halk edebiyatı” vb. adlarla anılmışlar ve araştırmacıların anlayış, görüş ve değer­lendirmelerine göre çeşitli şekillerde tasnif edilmiştir. Halk ve divan edebi­yatı gelenekleri göz önünde tutularak yapılan tanım ve tasniflerde, "dinî” ve "tasavvufi” terimlerinin kullanımında ortaklık bulunmakla birlikte; dinî ve tasavvufi metinlerin hangi geleneğe bağlanmaları gerektiği konusunda farklı yaklaşımlar sergilenmiştir. M. F. Köprülü (1991: 1-7), A. Gölpınarlı (1968: 357-74), Ş. Elçin (1986: 1-4) ve P. N. Boratav (2000: 86-87), metinlerin doğ­rudan halk edebiyatı geleneğine bağlanması gerektiğini savunurlar. A. S. Levend (1988: 28-37), V. M. Kocatürk (1968: 3-7) ve A. Güzel (2000: 48-49) ise, dinî-tasavvufi metinlerin halk ve divan edebiyatları ile ilişkisini belirttikten sonra, zaman içinde kendilerine özgü bir kimlik geliştirdiklerini, ruh ve yapı itibariyle Türk edebiyatında ayrı bir disiplin, aslen diğer iki geleneğin de bağ­lı bulunduğu üçüncü bir gelenek oluşturduklarını kabul ederler.

İslâmi dönem Orta Asya Türk kültüründe, ozan-baksı geleneğinin bir de­vamı olarak beliren tasavvufî halk şiiri, nazım öğeleri, müzik eşliğinde icra, icrada diyaloğa dayanma, önemli ölçüde irticalen / doğmaca üretilip bellek­lerde korunarak sözlü aktarımla yayılma, üretildikleri ve yaşatıldıkları devir­de halk tabakaları arasında konuşulan Türkçeyi kullanma ve varyantlaşma (Günay 1992: 5-6) gibi temel karakteristik özelliklerini koruyarak bugüne de­ğin varlığını devam ettirmiştir. İslami Türk edebiyatının gelişim süreci için­de ozan-baksı geleneğine bağlı kalarak tasavvufi içerikli eser veren şair ve sa­natçıların bir kısmı, Arap ve Fars kültürleri etkisiyle oluşan edebî çevrelerde faaliyet göstererek divan edebiyatı geleneğinin zeminini hazırlamışlardır (Düzgün 2004: 171). "Tasavvufi Türk şiiri” ifadesi, ozan-baksı geleneğine sa­dık kalarak gelişen halk edebiyatı ile Arap ve Fars kültürü etkisi altında geli­şen divan edebiyatı gelenekleri bünyesinde yüzyıllar içinde üretilen metinle­ri kapsar. Bu çalışmanın amacı, halk edebiyatı geleneği içinde üretilen din ve tasavvuf içerikli şiirin tarihî gelişimini incelemektir.

IX-XII. yüzyıllarda ilk örnekleri verilen tasavvufî halk şiirinin tarihî gelişimi Türk sufiliğinin Orta Asya, Ön Asya, Anadolu, Balkanlar ve Akdeniz adaların­daki gelişimiyle eş zamanlıdır. Şiir, daima sufi hareketlere eşlik etmiş; XX. yüzyıla kadar medrese, tekke ve dergâhlar çevresinde gelişen sözlü ve yazılı kültür ortamlarında çeşitli akım, görüş ve kabullere göre üretilmiştir.

A. Dundes’e göre (1998: 106-07), Halk bilgisi ürünlerinin sözle nakledil­diklerini belirtmek "halk bilgisi” terimini tanımlamada yardımcı bir öge ol­makla birlikte yeterli değildir. Ürünün nakil tarzıyla birlikte doku, metin ve kontekstinin de belirtilmesi gerekir. Ancak bu yol ile ürünün kendine has ifa­de ediliş biçiminde dilin nasıl kullanıldığı, sözcük seçimi, anlam olgunluğu, metin bütünlüğü, eş ve benzer metinlerin ortaya çıkışı, ürünün hangi sosyal durumda nasıl meydana geldiği ve icra koşulları ile bunlara bağlı olarak ürü­nün hangi işlevleri üstlendiği açıklanabilir. Dundes’in bu düşüncesi bir "in­celeme yöntemi” olarak kabul edildiğinde, halk edebiyatının ayrılmaz bir parçası olan tasavvufi halk şiiri ve diğer dinî-tasavvufi eserler geniş bir çerçe­vede ele alınmalıdır. Edebiyat tarihi veya edebî gelenekler üzerinde yapılan çalışmalarda, metinlerin tarihî oluşum koşullarının belirtilmesi gereken hangi sosyal-kültürel-siyasal yapıda üretildiği ve metinlerden hangi ortam­larda ne şekilde yararlanıldığı ifade edilmelidir. Bu bağlamda, tasavvufî halk şiirinin IX-XII. yüzyıllar arasını, oluşum; XIII- XVII. yüzyıllar arasını, en ol­gun örneklerinin verildiği gelişme-, XVIII. asır sonrasını ise bu şiiri besleyen kaynaklarının zayıfladığı, özgün eserlerin azaldığı bir dönüşüm devresi olarak değerlendirmek mümkündür. IX-XII. yüzyıllar

IX-XII yüzyıllar

Tarihî perspektifle bakıldığında, Türklerin komşu milletler, dinler, kültürler ve medeniyetlerle sürekli etkileşim ve kültür alışverişi içinde oldukları, bü­yük kültür değişiklikleri yaşadıkları görülür. Budizm, Hinduizm, Mani dini, Zerdüştlük, Yahudilik, Hristiyanlık gibi dinlerin Türkler üzerindeki etkisi İs­lâm kadar kapsamlı olmamış ve X. yüzyıldan itibaren özellikle Batı Türkleri­nin önemli bir bölümü İslamiyet’i kabul etmişlerdir.

Sosyal ve kültürel yapı, dine bağlı olarak kabul edilen "kutsal” anlayışı ile yakından ilişkilidir ve çoğunlukla bu anlayışa göre şekillenir. Kültürün bir parçası olan edebiyat için de bu ilgi ve ilişki daima geçerliliğini korumuştur. Türk kültüründe, sözlü kültür ortamında üretilen metinlerin bir kısmı zaman içinde unutulmuş veya metin bütünlükleri yitirilmiş olsa da, din ve edebiyat bağını İslâm öncesi dönemden itibaren izlemek mümkündür. Kaşgarlı Mah­mut’un Divanü Lügâti’t-Türk'te (H. 466 / M. 1072-1073) tespit ettiği savaş, sevgi, doğa, av konulu koşuklarda, ahlakî-eğitici şiirler ve ağıtlarda inanç sis­temine dayanan pek çok motif yer almaktadır. Uygur döneminde, ilk örnekle­ri VIII. yüzyıla tarihlenen dinî-ahlakî şiirler, ağıt ve dualar, Mani ve Burkan inançlarının edebî metinlere ne şekilde yansıdığını gösterir (Arat 1991). İs­lâm öncesi millî-sözlü edebiyatta sihirbazlık, rakkaslık, musikişinaslık, he­kimlik gibi pek çok vasfa sahip şaman, kam, oyun, bahşı, ozan vb. adlarla anı­lan şairlerin, ayinler sırasında vect ve cezbeye kapılarak müzik eşliğinde söy­ledikleri kapalı anlamlı ritmik sözler Türk şiirinin ilk örnekleri olarak kabul edilmiştir (Köprülü 1981: 66-72; 1989: 56-72). Bu şiirler, eski Türk inancının kutsalları ve Tanrı anlayışı çevresinde meydana gelmişlerdir. Yüzyıllar içinde, kültürel etkileşmeler nedeniyle işlevlerinde ve faaliyet alanlarında daralma görülse de sahir-şairler, her medeniyet dairesinde yeni sosyal ve kültürel ya­pının koşullarına uyacak şekilde varlıklarını ve mesleklerini devam ettirmiş­lerdir. Bu açıdan, VIII-X. yüzyıllar arasına tarihlenen İslâm sonrası Türk kül­türünün başlangıç safhasında, Maveraünnehr’de "ata ve baba” namıyla anılan dervişleri, eski Türk kültüründe önemli bir dinî-sosyal konuma sahip şairle­rin İslâmî dönemdeki temsilcileri olarak tanımlamak gerekir. Ata ve babalar İslâm öncesinde dinî hayatı düzenleyen, âyinler vasıtasıyla kutsallar ve insan­lar arasında bağ kurarak manevî ihtiyaçlara cevap veren sahir şairlerin faali­yet gösterdikleri kültürel çevrelerde, onların yöntemlerini izlemiş ve işlevle­rini devralmışlardır. Halk tarafından doğaüstü güç ve yeteneklerle donatıl­dıklarına inanılan sahir şairlere gösterilen saygı, İslam sonrasında ata ve babalar için de aynı ölçüde geçerli olmuştur. Ata ve babaların ortaya çıkışı ise Horasan ve Maveraünnehr’de yaşanan sosyal ve kültürel yapı değişiklikleriyle yakından ilişkilidir.

Emeviler döneminde, Maveraünnehr’in fethinden sonra Arap hâkimiyeti­nin kurulması ve bölgenin İslamlaştırılması için Baykent, Buhara, Semer- kant, Şaş (Taşkent), Fergana’da çeşitli önlemler alınmış mescit, cami ve med­reseler kurulmuştur. Bölgede kitabî İslâm anlayışına uygun olarak sürdürülen faaliyetlerin yanı sıra, Horasan ve Irak’ta Bâyezıd-i Bistâmî (ö. 874), Cüneyd- i Bağdâdî (ö. 909-910) ve Hallâc-ı Mansûr (ö. 931-922) gibi büyük mutasav­vıfların züht ve takvanın yerine ilahî aşk ve cezbeyi savunmaları, Eski İran mistik kültürünün kalıntılarını canlı bir şekilde yaşatan Horasan ve Maveraünnehr’deki sufî merkezlerinde etkisini göstererek Melametîlik akımını or­taya çıkarır. IX. yüzyılda Abbasi İmparatorluğu’ndaki mevali tabakasına men­sup esnaf kesiminin mistik tepki hareketi olarak beliren Melametîlik, dünya­ya değer vermeyen, dünya hayatından uzak duran, toplumsal düzeni protesto eden Kalenderdik ile buluşur, böylece Horasan, Maveraünnehr ve Yukarı Türkistan’da mistik temelde başlayan Müslümanlıkları şekillendiren Melametî-Kalenderi akımlar ortaya çıkar (Ocak 1992: 3-16 ). Türk kültüründe gö­rülen Müslümanlık şekillerinin ve tasavvuf anlayışlarının olduğu kadar tasav­vufi şiirin sosyal-kültürel zemini de bu gelişmeler sonucu meydana gelmiştir. Eski Türk inancı, Budizm, Zerdüştlük, Maniheizm ve İslam etkisiyle oluşan Horasan Melametiliği, Melametî-Kalenderi öğretilerle yetişen ata ve babala­rın, kent merkezleri dışında, bozkır kültürünü sürdüren, eski Türk inançları­na bağlı Türk boyları arasında sürdürdükleri propaganda faaliyetleri sadece İslâm’ın tanınması, benimsenmesi ve medeniyet değişikliğinde değil; tasav­vufî Türk şiirinin ortaya çıkışında da etkili olmuştur. Arslan Baba, Korkut Ata, Çoban Ata gibi şahsiyetler, Seyhun ırmağı boyunda yarı yerleşik düzende ya­şayan Türklere şiirlerle İslâm’ı tanıtmışlardır (Köprülü 1991: 19).

Türk topluluklarının sözlü edebiyatlarında şiir, en önemli ifade yolu olarak görülmüş, yüzyıllar boyunca belleklerde korunan metinlerden bir iletişim aracı olarak yararlanılmış ve kuşaklar arası kültürel mirasın aktarılmasında önemli işlevler üstlenmiştir. Türklerin şiire alışkanlığı ve yatkınlığı nedeniy­le ata ve babalar, yeni dinin iman esaslarını, akidelerini, tasavvufun yaratıcı güce, varlığa ve insana bakışını izah edebilmek için şiiri bir eğitim aracı ola­rak kullanmışlardır. Bu dönemde tasavvufî halk şiiri, yerleşik bir geleneği sürdürmekle birlikte İran şiirinden de beslenmiştir. Orta Asya Türk Müslü­manlığında, İran İslâm kültürü ve edebiyatı belirleyici bir değere sahiptir. İs­lam edebiyatının şekil, teknik, zevk, hayat görüşü, kavram, terim, tema, mo­tif vb. pek çok öğesi, Türk edebiyatına İran sahasından geçmiştir. Ancak, bu ilişkiyi taklitten ziyade dönemin sosyal ve kültürel koşulları gereği meydana gelen doğal bir etkileşim olarak değerlendirmek gerekir. Etkileşimle alman bilgi Türk kültürüne göre yorumlanmış ve ana yapıya uyumlu hâle getirilmiş­tir. İran şiirinin etkisi, İslâmî dönemin ilk yazılı edebî eserleri olarak Kara- hanlı Türk kültür sahasında üretilen Kutadgu Bilig (1069-1070) ve Atebetul Hakayık'ta. (XII. yüzyılın ilk yarısı) açıkça fark edilir.

Ata ve babalar zamanında ozan-baksı geleneğinin bir devamı olarak ortaya çıkan tasavvufî halk şiiri, fikrî, yapısal ve işlevsel karakterini Ahmet Yesevi (0.1166/1167) ve Yesevi dervişlerinin hikmetlerinde kazanmıştır. İlk Türk ta­rikatının kurucusu, "Pir-i Türkistan” unvanıyla anılan Ahmet Yesevi, ata ve babalarla aynı sosyal ve kültürel zemin üzerinde irşada başlamıştır. "Dört kapı kırk makam” esasına göre şekillenen öğretisi ile kısa sürede "Taşkent ve Sîr- derya havalisinde, Seyhun’un ötesindeki bozkırlarda yaşayan göçebe Türkler arasında kuvvetli bir nüfuz sahibi olmuştur” (Eraslan 1991: 12). Yesevi tekke­leri etrafında toplanan ve İslâm’ı kitabî bir eğitimle anlayamayacak olan mürit­ler İslâm’ın esaslarını, şeriat hükümlerini, tarikatın adap ve erkânını, tasavvu­fun gönüle hitap eden söylemi ile öğrenmiş ve benimsemişlerdir.

Türk tarihinde İslam, sosyal yaşantı ve kültür temelinde yüksek / kitabî / şe­hirli İslam ve halk İslam'ı olmak üzere iki değişik görünüm sergilemektedir. Mistik bir hüviyetle başlayan Türk halk Müslümanlığı Ahmet Yesevi’nin "İs­lâm’ı İran sûfîliğinin süzgecinden geçirerek Orta Asya’daki Budist, Şamanist ve Maniheist mistik kültürün içinden gelen göçebe ve yarı göçebe Türk boylarının anlayabileceği ve hazmedebileceği popüler ve basitleştirilmiş” (Ocak 1996: 32) bir hâle getirebilmesiyle oluşmuştur. Bu noktada, Ahmet Yesevi, halifelerin­den Süleyman Bakırgâni ve Yesevi dervişlerinin XII. yüzyıldan itibaren tasavvufi muhtevayı Türk dilinde, millî edebiyat şekilleri ile hedef kitlenin kültürel birikim, zevk ve anlayışlarına uygun biçimde işleyip bir eğitim aracı olarak ürettikleri hikmetlerin değeri ortaya çıkar. Ahmet Yesevi’nin dönemin âlimle­rinden biri olan Yusuf Hemedani’den medrese tahsili aldığı, ancak sufî kimli­ğini Melametî-Kalenderi meşrepli Arslan Babaya borçlu olduğu bilinir. Bu iki bilgi kaynağı hikmetlere yansımıştır. Bir tarafta tasavvufî tecrübeler, ruh hâl­leri, seyr u sülük makamlarına yer verilirken diğer taraftan Kur’an-ı Kerim âyetlerinden ve hadislerden iktibaslar yapılmış, anlamları mealen açıklanmış böylece kitabî bilgi de hitap edilen topluluklara aktarılmıştır. Hikmetlerin ço­ğu ozan-baksı geleneğinde olduğu gibi dörtlük nazım birimi, koşma tarzı ve hece vezniyle üretilmiştir. Bir kısmı ise gazel tarzındadır ve aruz vezni kullanıl­mıştır. A.B. Ercilasun, hikmetlerdeki ahenk unsurlarını incelerken (1998: 105-09), 4+4+4 duraklı hikmetlerde bir zikir ritminin ortaya çıktığını belirt­mekte ve bu şiirlerin zikir esnasında belli bir ahenkle söylenmek için yazılmış olabileceği üzerinde durmaktadır. Hikmetler didaktik üslûpları, akılda kalıcı­lığı artıran şekilleri, içerikleri, zikir ritmi ve diğer ahenk özellikleri ile mürit­lerin ruhî eğitimlerinde önemli işlevler üstlenmişlerdir.

Köprülü, Ahmet Yesevi etkilerini "1- Kıpçak, yani bugünkü Kuzey Türkleri alanı-, 2- Türkmen alanı; 3-Azerî alanı; 4- Batı Türkleri yani Anadolu ve Ru­meli alanı”nda (1991: 174) aramak gerektiğini söyler. Bugünün coğrafyasıyla, Yesevi öğretisi ve kültürünün Kazakistan, Özbekistan, kısmen Türkmenistan, Tacikistan, Volga boylarını içine alan Orta Asya ağırlıklı bir saha ile Hindistan ve Anadolu’da etkisi görülmektedir (Ocak 1996: 38). Hikmetler, anılan saha­larda yüzyıllar içinde üretilen tasavvufî halk şiirine içerik, şekil, ruh ve işlev bakımından örnek olmuş; derviş şairler, hitap ettikleri çevrelerin edebî-es- tetik algısı, dinî-tasavvufi bilgisi ve manevî ihtiyaçlarına göre tasavvufî şiiri geliştirmişlerdir. XII. yüzyıl ve sonrasında, günümüz Orta Asya sahasında et­kileri hâlâ görülen "hikmet geleneği” oluşmuştur. En eski yazma nüshaları XVI veya XVII. yüzyıllara tarihlenen Diran-ı Hikmet, hikmet geleneğinde üre­tilen ve belleklerde korunan metinlerin yazıya geçirilmesi ile meydana gel­miştir (Eraslan 1991: 38). Ahmet Yesevi’nin halifelerinden çağdaşı Süleyman Hâkim Ata (ö. 1186-1187), sade Türkçe ile söylediği şiirlerinde hikmet tarzını devam ettirir. Tasavvufî şiirleri Bakırgan Kitabı’nda toplanmıştır. Ona ait ol­duğu kabul edilen Âhir Zaman Kitabı ve (Bibi) Meryem Kitabı da XII. yüzyılın eserlerindendir.

XIII-XVII. yüzyıllar

XIII. yüzyılın ilk çeyreğinde, Moğolların Maveraünnehr’e tamamıyla hâkim olması demografik yapıdan, siyasi birliklere, dinî kurumlardan dil ve edebi­yata kadar bütün sosyal-kültürel-siyasî yapının değişmesine ve bir buhran döneminin yaşanmasına sebep olur. Moğol akınları, XIII. yüzyıla kadar bölge­de erişilen uygarlık seviyesini olumsuz yönde etkiler; sosyal düzen bozulur, göçler ile nüfusun önemli bir bölümü batıya taşınır, Orta Asya’da "Harezm Türk Hakanlığı’nın dağılışından sonra (1230) Müslüman Türk edebiyatı için 85-90 yıllık bir çöküş devri” (İnan 1992: 81) başlar. Yaklaşık yüz yıl kadar sonra, Rabguzi’nin Kısas-ı Enbiya'sı (1310) ile yeniden canlanma kaydedilir. Bu düzyazı eserin ardından, Moğol akınları nedeniyle bölgeye gelen göçebe Şamanist Türklere İslâm fıkhını ve tasavvufu öğretmek için "İslam” mahlaslı bir şair tarafından dörtlüklerden oluşan dinî-tasavvufi muhtevalı Mu’inul- Mürid (1313) kaleme alınır. Bu dönemde, tasavvufî halk şiiri, Oğuz boylarının yerleştiği Anadolu sahasında en olgun örneklerini vermiştir.

XI. yüzyılın başından itibaren (1015) Oğuz Türkmen obaları Türkistan, Horasan ve Azerbaycan’dan Anadolu’ya göç ederler. Göç ve yerleşme süre­since "kolonizatör dervişler” (Barkan 1942) adıyla anılan tasavvuf ehli de Anadolu’ya gelir ve kurdukları tekkelerde manevî eğitimi yeni coğrafyada sürdürürler. Akınların ve göçlerin doğal sonucu olarak Anadolu’nun Türk­leşmesi ve XI. yüzyıl sonunda Danişmendliler, Saltuklular, Mengücükler ve Artuklular gibi Orta ve Doğu Anadolu Türk devletlerinin kurulmasıyla İslam­laşması (Ocak 1991: 111) hız kazanır. Selçuklu Devleti döneminde Anadolu sahası bir kültür ve sanat merkezi olur. Hükümdarların daveti ile İran, Irak, Suriye, Mısır (Köprülü 1991: 200) ve Mağrip’ten (Ocak 1996: 89) gelen sufiler tasavvufi hayatı hareketlendirir. Moğolların Orta Asya’da kurdukları bas­kılı siyasî rejim nedeniyle faaliyet alanı daralan Horasan erenlerinin Anado­lu’ya yerleşmesi Türk sufiliğine yeni bir boyut kazandırır. "Mağrip mektebi­nin ahlâkçı, Irak mektebinin zühdçü, İran mektebinin ise coşkucu ve estetikçi bir karakter” (Ocak 1996: 90), Muhitddîn İbn Arabî’nin vahdet-i vücut anlayışının etkisi, iç ve dış siyasette yaşanan sorunlar, üçüncü haçlı se­feri, kurulu düzene karşı bir tepki hareketi olarak beliren Babai isyanları, Anadolu’ya ulaşan Moğol akınları uygarlıklar kavşağı Küçük Asya’da yeni bir devri başlatır. Tasavvufî akımların hızla yayıldığı bu çok sesli ortamda, tasav­vufî halk şiiri de altın çağını yaşar.

Türk kültür tarihinde XIII. yüzyıl, Haydari dervişi Hacı Bektaş Veli, Belhli Mevlâna Celâlettin Rumi ve ilahî aşk tutkunu Yunus Emre’nin manevi mühür­lerini taşıyan ayrıcalıklı bir dönemdir. XIII. yüzyıl Anadolu sahası şiir sanatı, bir anlamda Mevlâna Celâlettin Rumi ve Yunus Emre demektir. Horasan Melametiliğinden gelen ve başkent kültürünü temsil eden Mevlâna’ya (1207- 1273) göre, önemli olan teoriden ziyade pratiktir; bilmek değil olmaktır. Mev­lâna, tasavvuf anlayışını "hamdım, piştim, yandım” sözleriyle özetler. Tahki­ye ile kurgulanan teşhis ve intak sanatlarıyla estetik zenginliğe ve güçlü anlatıma kavuşan eserlerinde bilgi, teorik çerçevenin sınırlarını aşmış, pra­tik deneyime dönüştürülerek aktarılmıştır. A. Gölpınarlı’ya göre (1952: 167), Mevlâna, pek çok mutasavvıf şairin yoğun biçimde kullandığı tasavvufi terim­leri neredeyse hiç kullanmaz. Geniş halk kitlelerine ulaşmak istediği için şi­irlerinde ortaya koyduğu varlık birliği inancını ve tasavvufi düşüncelerini —Farsçayı kullanmış olmakta birlikte - halk dili ve halk psikolojisine uygun hikâyeler, atasözleri vasıtasıyla aktarır. Mesnevi'de, şiir dili ile oluşturulan hi­kâye ve masalların amacını "Maksat kıssadan hisse almaktır / Yoksa sana hi­kâye anlatmak değil” sözleriyle açıklanır (Çelebioğlu 1969: 108).

"Yaratılanı, yaratandan ötürü sevme” ilkesinden yola çıkan Yunus Emre (124,0-1320), Anadolu’da Türk şiir dili ve sanatının kurucusudur. Yunus’un şiirleri, onun entelektüel birikimini, kitabî ve pozitif bilginin aktarıldığı medrese eğitiminden ziyade devrindeki pek çok sufî şair gibi, tekke kültür çevresinde şifahen kazandığını gösterir. Hacı Bektaş Veli’nin halifesi Taptuk Emre’ye intisap eden Yunus, gazel ve ilahilerinde, Kur’an ve hadis bilgisini, tasavvufun inceliklerini, ilahî aşkı, varlık ve vahdet anlayışım, ahlâkî olgun­luğu lirik bir üslûpla işlemiştir. Yesevi hikmetlerindeki didaktiklik onun şiir­lerinde lirizm ile güzel bir senteze ulaşır. İlahilerinde söze nasihat vererek başlasa bile, kendini dinî heyecana kaptırdıktan sonra muhakemenin yerini coşkun duygular alır ve estetik ifadeler belirir (Pekolcay 1995: 399). Yunus Emre, gezgin bir derviş şair kimliğiyle halk tabakaları arasında yaşanan hu­zursuzluğu da konu edinmiş, devrin ahlaki çözülmelerini eleştirmiştir (Kur­naz 1995: 468-71). Yunus’un şiirlerindeki halk deyişleri ve atasözleri gibi sözlü kültür geleneğinin kalıplaşmış ifadeleri (Türkmen 1995: 56), derin ta­savvufi düşüncelerinin halk tarafından kolayca algılanabilmesini sağlar. Yu­nus Emre, insanın iç dünyasıyla ilgili tüm çıkmazları sade bir Türkçe, güçlü bir lirizm ile gözler önüne serer. Risaletun-Nushiyye "insana, kendisini tanı­tan, kendisiyle başa çıkmayı öğreten, çevresiyle ilişkilerini düzenleme yolla­rını gösteren, Tanrıya karşı görevlerini unutmamayı öğütleyen bir vasiyet gi­bidir” (Günay 1994: 41). "Dastan” adı verilen bölümlerden oluşan Risaletü'n- Nushiyye tasavvufî ahlâkı tanıtmak amacıyla yazılmıştır (Horata 2004: 91). Yunus Emre mesnevide, insanı dış dünyadan, iç dünyaya döndürmek ve için­deki ilahî özü fark ettirmek ister. Nefs ve gönül terbiyesinin, idrak ve akıl gü­cünün ele alındığı ana bölümde, tama-kanaat, tekebbür-tevazu, öfke-sabır, cimrilik-cömertlik, gıybet-doğruluk, iç çatışmayı ve zıtlığı vurgulayan Rah­mani ve şeytani ordular alegorisiyle karşı karşıya getirilir. Evrensel düalizmi temsilen iyi ve kötü arasındaki bu nefs mücadelesinde "akıl” hakemdir ve da­ima iyiden / doğrudan / haktan yana karar verir.

XIII. yüzyılda Mevlâna Celâlettin-i Rumi ve Yunus Emre, şiirlerinde halka olgunlaşmayı öğütlerken; Hacı Bektaş Veli (XIII. yüzyıl), öğretisi ve faaliyetleri ile Türklere yeni bir vatan kazandırmaya çalışır. Makalat'ta ise bu vatan üze-rinde kurulacak manevi birlik ve beraberlik için izlenmesi gereken yolu gös­terir. Aslen Arapça ve mensur olarak kaleme alman Makalat'ın manzum nüs­haları da bulunmaktadır. Türkçeye manzum ve mensur tercümeleri yapılmıştır. Yaratılış, iman, tövbe, zikir, ilahî aşk vb. temaların da ele alındı­ğı eserin ana konusu, Türk tasavvuf anlayışlarının merkezini oluşturan "dört kapı kırk makam” esasıdır (Coşan 1990-, Güzel 2002). Hacı Bektaş, konuşma dilini kullandığı eserinde, şeriat, tarikat, marifet ve hakikat makamlarını açıklarken ilgili ayet ve hadislerin meallerini verir. İslâmi bilgiyi ve tasavvufî kabulleri hikâyeler ve dörtlükler aracılığıyla tanıtır. îlmin önemi ve ahlâkın saflaştırılması üzerinde durur.

XIII. yüzyılda mutasavvıflar, siyasi çalkantılar nedeniyle yaşanan buhran dö­neminde hoşgörünün önemini (Bilgin 1996: 900-02), İslâm’ın ve tasavvufun insana verdiği değeri mistik bir yaklaşımla izah etmişlerdir. Mutasavvıflara gö­re insanın görevi, nefsini terbiye etmek, manen olgunlaşmak ve insana yakışan saygın bir yaşam sürdürebilmektir. Bu yüzyıldan sonra tasavvufî Türk şiirinde, Mevlâna ve Sultan Velet’i örnek alarak geliştirilen "Mevlevi Şiiri” ve Yunus Emre takipçilerinin oluşturduğu "Yunus Tarzı” iki ana daman oluşturur.

XIV. yüzyılda siyasi ve sosyal gelişmeler dikkat çeker. Millî ve manevi güçle­rini tekkeler çevresinden alan alp-erenler Gaziyan-ı Rum, Abdalan-ı Rum,

Ahiyan-ı Rum, Bacıyan-ı Rum birlikleriyle toplumsal yapılanmayı üstlenir­ler. Türkleşme ve İslamlaşma faaliyetleri Anadolu, Rumeli ve Balkan sahasın­da hız kazanır. Bu yüzyıl, fikren ve manen XIII. yüzyılın devamı niteliğindedir. Bir sivil sosyal kurum olan tekkelerin sayısı arttıkça nüfuz alanları da geniş­ler. Hacı Bektaş Veliye bağlı Abdal Musa’nın Teke ili Elmalı kazasında kurdu­ğu tekke, edebî sahada Kaygusuz Abdal’ın (1341 veya 1860-1444) güçlü bir şa­ir olarak ortaya çıkmasını sağlar. Mürettep bir divanı bulunmamakla birlikte çeşitli yazmalarda yer alan şiirleri ile "Dolabname” kasidesi, "Salatname”, iki terci-bent, iki terkip-bent, iki müstezat Kaygusuz Divanı olarak tanımlanmış­tır (Güzel 2004= 113). Divan’dan başka, manzum Gülistan, Gevher-name, Minber-name ve Mesnevi-i Baba Kaygusuz adıyla anılan üç mesnevisi; Budala-name, Kitab-ı Miglate, Vücud-name adlı mensur; Dil-güşa ve Sarayname adlı manzum-mensur karışık eserleri bulunmaktadır. Kaygusuz, şiirlerinde Allah, insan-ı kâmil, aşk, gönül, zikir, vahdet, edep, dünya vb. konuları ustalıkla iş­lemiştir. Yunus tarzım izleyen Kaygusuz, özgün semboller, zengin söz varlığı, dilinin işlekliği, muhayyile gücü ile tasavvufi halk şiirine yeni bir soluk kazan­dırmıştır. Özellikle şathiyelerinde, kıvrak zekâsından kaynaklanan alaycı tav­rı ve örtülü anlatımı ile medreseli âlimlerin Allah korkusuna dayanan fikirle­rini, tekkeli ariflerin Allah sevgisine dayanan kabulleri karşısında eleştirir.

Bektaşi Velâyetnamesi’nde Molla Sadettin adıyla anılan Sait Emre (XIII-XIV. yüzyıllar), Hacı Bektaş Veli’nin mürididir. Mürşidinden aldığı feyiz ile Yunus tarzında nefesler söylemiştir. Bazı şiirleri yazma mecmualarda yer almıştır. Hacı Bektaş Veli’nin Makalat'ını mensur olarak Türkçeye tercüme etmiştir. (Güzel 2002: 158). Sait Emre’nin Makalat’ta da birkaç şiiri bulunmaktadır.

XV.yüzyıl, Osmanlı Devleti’nin imparatorluk düzenine geçiş dönemidir. Yüz­yılın başında halkın konuşma dili olan Türkçe resmî ve edebî anlamda da kabul görür. Bu gelişme edebiyat alanında atılımların kaydedilmesini sağlar. Şair ve âlimler saray erkân tarafından himaye ve teşvik edilirler. Arapça ve Farsçadan tercümeler yapılır. Halk arasında rağbet gören destan ve menkıbeler derlenerek tarih yazıcılığı başlatılır. Kültürel hareketlilik, tekkelerin ve manevi liderlerin gücünü de artırır. II. Mehmet, hocası Akşemsettin’in teşvikiyle tasavvufi çevre­lere hürmetkâr davranmış ve gelişmeleri için imkân sağlamıştır. Anadolu saha­sında XV. yüzyılda Hacı Bayram Veli tarafından kurulan Bayramilik; Hacı Bay­ram Veli’nin müridi ve damadı, Kadirilikte ikinci pir olarak bilinen Eşrefoğlu Rumi’nin kurduğu Kadiriliğin Eşrefiye kolu; XIII. yüzyılda yaşamış Hacı Bektaş Veli’nin halifeleri tarafından Türkmen yörük boylarında sürdürülen Hacı Bek­taş öğretisi; kent kültürünü yansıtan Mevlevilik; Halvetî, Rıfai, Nakşibendî vb. tekkelerinin faaliyetleri bu yüzyılda hem dinî - tasavvufi hayatın benzer görüş­lerle farklı çevrelerde sürmesini sağlamış, hem de güçlü şairlerin yetişmesine ve edebî eserlerin üretilmesine zemin hazırlamıştır.

Adı, Ahilik teşkilatıyla birlikte anılan Horasan erenlerinden Hacı Bayram Veli (1352? -1429/1430), esnaf, zanaatkâr ve çiftçinin manevi lideridir. Bayramilik tarikatı çevresinde birleşen bu kitle, onun "Nefsi temizlemeden vuslat olmaz; kişi kendini bilmesi için önce candan geçmelidir” (Turan 2004: 12) düsturu ile meslek hayatlarını sürdürmüşlerdir. "Hacı Bayram Veli, mesihçi kültür- zihniyeti ve insan tipinin temsilcisi olarak İslamiyet’in öngördüğü İlâ­hî düzeni yeryüzünde gerçekleştirmeyi amaçlamıştır” (Günay 19 91: 75). Bir mutasavvıf şair olmamakla birlikte, aruz ve hece ölçüsüyle yazılan şathiye ve birkaç şiiri mevcuttur. Yunus tarzını izleyen bu şiirlerde arı, duru ve içten ifa­delerle (Mazıoğlu 1991: 104) temiz ahlak, vahdet ve vuslat anlayışları üzerin­de durmuştur.

Gölpınarlı, Hacı Bayram Veli’den sonra Bayramiliğin iki kola ayrıldığım ve vahdet-i vücut esasına dayanan, Bâtini eğilimlerin az, ehl-i beyt sevgisi ve Şii inançlarının kuvvetli olduğu Melami-Hamzavi edebiyatın meydana geldiğini belirtir (1968: 371-75). Yazar, "zümre edebiyatları” adını verdiği Melami- Hamzavi halk edebiyatının, Alevî-Bektaşi halk edebiyatından ayrı bir mecra­da ilerlediğini söylese de her ikisinin Horasan Melametiliği ve Melametî-Ka­lenderi meşrebe dayanması, belirli dönemlerde bâtinî, Şii hatta Hurufî etki altında kalması, Anadolu sahasında faaliyet göstermesi, inanç itibarıyla ortak paydalarda buluşan çevrelere hitap etmesi gibi özellikler aslında aralarında büyük bir farkın bulunmadığına işarettir.

Hacı Bayram Veli’nin müritlerinden Yazıcıoğlu Mehmet’in (ö. 1451) her ikisi de Arapça olmak üzere, kâinatın yaratılışına, peygamberlere, meleklere, kıyamete dair Megaribü’z-Zaman ve Muhidîin Arabî’nin Fusûsul-Hikem'inin açıklanmasından ibaret Şerh-i Fususü’l-Hikem adlı eserleri vardır. Türkçe Muhammediye mesnevisi, geniş halk tabakaları tarafından büyük bir beğeniyle karşılanmış ve çeşitli ortamlarda okunmuştur. Muhammediye aslen Megaribü’z-Zaman'ın Türkçeye manzum çevirisidir. Düzyazı çeviri ise kardeşi Yazıcıoğlu Ahmet Bican tarafından Envarü'l-Aşıkın adıyla yapılmıştır (Çelebioğlu 1996: I/171-74). Eserin birinci bölümünde yaratılışa, ikinci bölümünde Hz. Muhammed’in siyerine ve yakınlarına, üçüncü bölümde kıyamet alametleri, âhiret hayatı ve özelliklerine yer verilmiştir.

Kadiriliğin ikinci piri, Eşrefiye kolunun kurucusu Eşrefoğlu Abdullah Rumi (1353 veya 1873 -1469/1470), Divan mı oluşturan aruz ve hece ölçülü şiirlerin­de Yunus tarzını izleyen bir sufidir. Yunus Emre’de olduğu gibi, şiirlerinde ilahî aşkın verdiği vect, maddiyattan sıyrılmış bir ruh ve manevî bir âlem his­sedilir. Duygularında ve sözlerinde samimidir. Sade bir dil ile ahlâkî öğütler verir. Şiirleri didaktik ve liriktir. Geleneksel mazmunları bilir ve özgün maz­munlar da üretir. Halk deyişleri, atasözleri ve çok tanınan âyet mealleri ile şi­irini zenginleştirir. Şair, "Manzum ve mensur eserlerinde halkın konuşma diline sadık kalarak, sanatını geniş halk kitlelerinin manevi ihtiyacının tat­mini yolunda kullanmıştır.” (Güneş 200o: XI). Tahkiyeli anlatım üslubunu kullandığı eserinde, doğru yoldan uzaklaşan müritlerine yararlı davranışları öğütleyen Eşrefoğlu Rumi, tasavvuf ahlâkıyla ilgili görüş ve yorumlarını sade bir Türkçe ve yer yer menkıbelerle aktarır (Uçman 1996: 13). Divan’ında manzum olarak işlediği dinî-tasavvufi düşüncelerini Müzekki’n-Nüfus’’ ta mensur olarak ele alır. Derin İslâmî ve tasavvufi meselelerin halkın anlayabi­leceği dil ve üslûpla kaleme alınması, şiirlerin ve Müzekki’n-Nüfus'un yalnız tasavvufi çevrelerde değil, halk tabakaları arasında da ilgi ve beğeniyle karşı­lanmasını sağlamıştır.

Süleyman Çelebi (1351-142?), adı ve eseri sadece Anadolu’da değil, Müslü­man Türkler arasında bilinen bir din adamıdır. 1409’da tamamlanan Vesiletü’n-Necat (Kurtuluş Vesilesi) Türk edebiyatının temel eserlerindendir. Vesiletü'n-Necât, Türk edebiyatında verilen mevlit metinlerinin ilki ve en rağ­bet görenidir. Süleyman Çelebi’den sonra pek çok mevlit kaleme alınmış; ancak, hiç biri üslup, içerik ve etki bakımından Vesiletü’n-Necat'ın seviyesi­ne ulaşamamıştır (Pekolcay 1993: 29) Süleyman Çelebi, İslâm peygamberine beslediği samimi duygularını ve bağlılığını dile getirdiği mesnevide, örnek kâmil insan Hz. Muhammed’in yaşamını, mucizelerini, gazalarını ve pey­gamberlik vasıflarını işler. Süleyman Çelebi’nin sade dil ve dinî duyguları coşturan güçlü bir üslûp ile kaleme aldığı eser, yazıldığı dönemden itibaren halk arasında yoğun bir ilgi uyandırmıştır. Yüzyıllar boyunca özellikle Sünnî geleneğe mensup Müslümanlar, mesneviyi Allah’a imanı ve Hz. Muhammed’e saygıyı pekiştiren bir eser olarak kabul etmişlerdir.

XV. yüzyılda Halvetî dervişi Kemal Ümmi (ö. 1475), Dede Ömer Ruşenî (ö. 1486-1487), irşada önem veren Emir Sultan (1368-1429), Yunus tarzı şiiri sürdüren İbrahim Tennuri (ö. 1482) gibi mutasavvıf şairler de yetişmiştir. Halvetî tarikatının Ruşeniye kolunu kuran Dede Ömer Ruşenî (ö. 1486-1487),

Abdâl-ı keneb-horuz gehî biz

Geh pâk-tıraş-ü bâde-nûşuz

Geh cavlakıyuz gehî Kalender

Geh Hayderi gâh pûst-pûsuz

(...)

Geh Halveti-i tarab-nümayuz

Geh Mevlevi-i safâ-hürûşuz

(Gölpınarlı 1988: 32)

mısralarında, Türk sufiliğinin düşünsel ve sosyal zeminini oluşturan anla­yışlar ile manevi bağlarını göstermiş, onların mirasını devralarak yoluna de­vam ettiğini coşkulu bir eda ile belirtmiştir. XVI. yüzyılda kaleme alman Sehi Bey’in Heşt-Behişt'i, Latifi Tezkiresi, Lamiî Çelebi’nin Molla Câmî’den yaptığı Nefahatü’l-Üns Tercümesi ve diğer kaynaklarda Dede Ömer Ruşenî’nin yaşamı ve eserleri hakkında bilgi verilmiştir. XV. yüzyılda bilim ve sanat dili Arapça ve Farsça iken şair, Türkçeyi edebiyat dili olarak kabul etmiş ve eser­lerinde çoğunlukla dönemin Türkçesini kullanmıştır. Farsça gazelleri de mevcuttur. Divan'ında vect ve cezbeyi dile getirmiş, Hz. Muhammed ve dört halifeye bağlılığını göstermiştir. Dede Ömer Ruşenî, bir "gönül eridir” (Kapusuzoğlu 1974-1975: V). Aşktan şikâyet eder, gönlünden yakınır ama ilahî aşkı yaşamının anlamı olarak görür. Güzel ahlâk üzerinde durur. Dünyanın faniliğini işler ve dünya hayatından vazgeçilmesi gerektiğini öğütler. Çoban-name, Ney-name, ve Miskin-name mesnevileri tamamıyla tasavvufi içerikli­dir. Çoban-name, "Mevlana Celalettin-i Rumi’nin Mesnevi'de işlediği "Musa ve Çoban” kıssasının genişletilmiş bir tercümesidir” (Berdibek 1974-1975: I) ve Allah ile kul arasına girilmemesini öğütler. Ney-name, Mevlana’nın Mesnevi’sinin ilk beytinin tercümesi ile başlar. Eser, çeşitli bölümlerden meydana gelir ve neyin yaratılışı, işlevi üzerinde durulur. Ney, insan-ı kâmil’i temsil eder. Sesi ise Allah’a selam ve sesleniş olan "hu zikri”dir. Mis­kin-name'de Hz. Muhammed ve ashabından, evliya menkıbelerinden bahse­derek güzel ahlâk, doğru davranış konularında öğütler verilir (Timur 1975- 1975: - Dede Ömer Ruşenî’nin Kalem-name adlı bir mesnevisi daha bulunmaktadır (Güzel 2000: 32?).

XVI.yüzyıl, Osmanlı İmparatorluğu’nun en geniş coğrafi sınırlara ulaştığı, aynı zamanda Saf evi-Şii propagandaları ile tarihinin en buhranlı dönemle­rinden birini yaşadığı süreçtir. XVI. Tasavvufi Türk edebiyatı açısından ise XVI. yüzyıl, Hacı Bektaş Veli öğretisi temelinde Alevî-Bektaşi edebiyatının kuruluş çağıdır. Erken dönem Türkmen-Şii ilişkisi hariç tutulursa, Safevi şeyhlerinin siyasi amaçlarla XIV. yüzyılın ikinci yarısı ve XV. yüzyılın ilk çeyreğinde Ana­dolu’da yaşayan bâtini, Şii eğilimli heteredoks İslâm inancına sahip Türkmen aşiretleri ile kurdukları ilişkilerin bir devamı ve sonucu olarak ortaya çıkan XVI.yüzyıl Safevi-Şii propagandası, yüzyılın başından itibaren halk isyanları ve savaşlara neden olur. A.Y. Ocak’a göre (1996: 308-09), Şii inancın siyaset ve sanat alanındaki temsilcisi Şah İsmail Safevi (1487-1524), güçlü bir devlet kurmak için Anadolu’daki bir kısım Türkmen aşiretini On iki İmam Şiiliğine dayanan ve Heterodoks Türkmenlerin Mehdi beklentisini kendi çıkarlarına alet eden bir propaganda ile çevresinde toplar. Osmanlı yönetimine karşı is­yan hareketlerine girişir. 1511’de çıkan Şahkulu isyanı bu faaliyetlerin bir so­nucudur. Osmanlı-Safevi mücadelesi, Sünni-Şii karşıtlığı- ekseninde uzun yıllar devam edecektir (Yazıcı 1966: X/ 58-59; Fığlalı 1990: 205-08). Şii pro­pagandası ile başlayan, isyanlarla devam eden Safevi baskısı, Anadolu’da de­rin sosyal, kültürel, edebî izler bırakır. Propagandanın en önemli aracı başta Şah İsmail Safevi olmak üzere, ortak düşünceleri paylaşan şairlerin şiirleri­dir. Halk dilinde, lirik ve didaktik üslupla işlenen propagandist fikirlerin ya­nında, batini-Şii geleneğin inanç esaslarını ve davranış modellerini öğreten Buyruk kitapları da tavrın yaygınlaşmasında etkili olmuştur”. (Gölpınarlı- Boratav 1948:17). Hükümdarlığının yanında "Hatai” mahlaslı güçlü bir şair de olan Şah İsmail’in propagandacı tavrını kesin bir dil ile ortaya koyduğu şiirle­ri, Anadolu ve Azerbaycan sahası edebiyatı için ortak değerlerdir. Ana dili Türkçe olan ve Türkmenlerle yakın temas kurduğu için Arapça ve Farsçayı da bildiği halde şiirlerini daha çok Türkçe veren Şah İsmail Hatai’nin şiirindeki heyecan, kararlılık ve propagandacı tavır, Şii inancına bağlı konu, tema, mo­tif, mazmun, tavır ve söylem XVI. yüzyılda özgün bir karakter geliştirmeye başlayan Alevî-Bektaşi edebiyatı temsilcileri tarafından örnek alınır (Özmen 1998: II / 118-19). Hatai’nin Divanı, Deh-name mesnevisi ve divanının içinde yer alan Türkçe-Farsça şiirleri içeren Nasihat-name adlı eseri vardır.

Yörük Türkmen boylarının manevi lideri Hacı Bektaş Veli’nin halifeleri ta­rafından Anadolu ve Balkanlarda daha çok kırsal alanda yürütülen öğretisi, XVI. yüzyıla gelene kadar aslî yapısını olduğu gibi koruyamamış, farklı eği­limler ve görüşler ortaya çıkmıştır. Halifelerinden Balım Sultan (1428- 1516), çeşitlilikten kaynaklanan fikrî dağınıklığı engellemek için yeni bir düzenlemeye girişir (Fığlalı 1990: 199) ve Bektaşi öğretisini bir tarikat yapı­sına kavuşturur. Tarikatta Hacı Bektaş Veli pir, Balım Sultan ikinci pirdir. XVII.yüzyılın ilk yarısından itibaren Bektaşilik iki kolda gelişir: Kent Bekta­şîliği ve köy Bektaşiliği / Alevilik / Kızılbaşlık. Erkân farklılığına dayanan bu ayrımda Balım Sultan’ın mücerret dervişliği savunması kadar, yerleşik düze­ne geçmeden, eski alışkanlıklarını ve ritüellerini sürdürmek isteyen Türk- menlerin tarikatın yeni kurallarına ve mücerretliğe direnmeleri de önemli bir sebeptir. XVI. yüzyıl ve sonrasında Köy Bektaşîliğini temsil eden Alevî / Kızılbaş şairler, ozan-baksı geleneğini sürdürürler. "Allah-Muhammed- Ali” üçlemesi, Hz. Ali sevgisi, âl-i aba inancı, ehl-i beyt ve On İki İmam bağ­lılığı, teberra ve tevella, dört kapı kırk makam, kırklar meclisi, âyin-i cem vb. inanç esasları çevresinde oluşan şiir ağırlıklı Alevî-Bektaşi edebiyatı meydana gelir. A. Gölpınarlı, zümre edebiyatı olarak adlandırdığı Alevî- Bektaşi edebiyatının özelliklerini şu sözlerle belirtmiştir:

"Alevî-Bektaşî edebiyatı', bu zümrenin geleneklerini, inançlarını, aralarında söylene-gelen ata-sözlerini, terimleri ifâdelendirir, azizlerini över onlara ait menkabeleri şiirleştirir, erkândan, ayinden bahseder(.. .)Alaycı bir edâ kullana­rak Ortodoks inancını iğneler, Tanrıyla şakalaşır, zâhidi taşlar kızdırır. Bektâşîlere atfedilen fıkralardaki esprileri, bu edebiyatta da buluruz. Alevî-Bektâşî ede­biyatında, Varlık Birliğinin akislerini yahut tasavvufa âit hayalî telâkkileri, pek bulamayız. Zâten bu zümrenin tasavvufu, pek dıştadır. Buna karşılık Alî sevgisi, Oniki îmamı kutsayış, düşmanlarına düşmanlık, Alevî-Bektâşî edebiyatının esas unsurlarından biridir ve Alî, Alevî-Bektaşî şiirinde Tanrılaşır.” (1968; 6-7).

Şiirde, Saf evi-Şii propagandasının bir sonucu olarak ortaya çıkan Alevî kimliğinin propagandasını üstlenen protest bir söylem geliştirilir. Söylemde kimliğin sosyal, kültürel, siyasi boyutları ortaya konulur ve Sünni İslâm’a, yerleşik düzene karşı bu kimlik savunulur. Protest tavır, XVI. yüzyıldan itiba­ren eser veren bütün Alevî-Bektaşi şairler için az veya çok geçerli olacaktır. Kent Bektaşiliğini temsil eden şairler eserlerinde divan şiirine yakınlaşırlar, estetik olgunluk önem kazanır.

Ozan-baksı geleneği ve tekkeler çevresinde şekillenen tasavvufi halk ede­biyatının ardından meydana gelen âşık edebiyatı, XVI. yüzyılda henüz oluşum ve yapılanma dönemini tamamlamamıştır. İslam sonrasında ozan-baksı gele­neğini sürdüren tasavvufi halk edebiyatının tavır, içerik, düşünsel boyut ve tematik özelliklerinden beslenen Âşık edebiyatı, ancak XVI. yüzyılın sonları­na doğru gerçek kimliğine kavuşmuş ve XVII. yüzyılda güçlü bir gelenek hâli­ni alarak günümüze kadar devam etmiştir. Bu nedenle Alevî-Bektaşi şiirinin kurucularından Pir Sultan Abdal (XVI-XVII. yüzyıllar), bazen derviş şair, ba­zen halk / saz şairi olarak tanıtılmıştır.

Dinî-tasavvufi içerikli olduğu kadar din dışı şiirler de söyleyen Pir Sultan Abdal’ın tüm verimleri "Anadolu’nun yalnız edebî tarihi değil siyasî ve dînî tarihi itibariyle de fevkalâde mühimdir” (Ergun, 1929: 6). Anadolu ve Rume­li’de yaşayan Türkmen boylan arasında etkilen görülen Pir Sultan Abdal, ta­mamıyla halk edebiyatı geleneğine bağlıdır. Konuşma dili ile söylediği nefes­lerinde aruz veznini kullanmamış, sekizli ve on birli hece ölçüsüyle, koşma ve semai biçimlerinde örnekler vermiştir. "Gazel biçiminde fakat yine hece öl­çüsüyle söylenmiş bir tek şiiri vardır” (Kudret 1965:18). Şii-Bâtini dünya gö­rüşünü benimsemiş, On İki İmam’a bağlanmıştır. İdeolojik eğilimlerinde Şah İsmail Hatai’nin manevî etkisi altındadır. Protest lirik ve "somut” (Memet Fuat 2001: 7) şiirlerinde inançlarını savunmuş, siyasi tercihlerini açıkça be­lirterek ortak düşüncelerde buluşan çevrelerin sözcülüğünü yapmıştır. Osmanlı-Safevi / Sünni-Şii bâtini mücadelesinde Safevi şahlarını savunduğu ve bazı ayaklanmalara karıştığı için cezalandırılmıştır. İdamı, Alevî-Bektaşi top­luluklar arasında derin yankılar uyandırmış ve adının çevresinde pek çok menkıbe doğmuştur (Gölpınarlı-Boratav 1948; Başgöz 1986: 205). Ölümünün ardından ünü Anadolu, Rumeli ve Azerbaycan’da hızla yayılmış, Hallâc-ı Mansûr ve Seyit Nesimî gibi şiirlerle anılmıştır. Yaşadığı dönemi eleştirmek­ten uzak kalmayan şair, dinî ve siyasi tercihlerini dile getirirken tasavvufi bil­gisini ve ahlâkî değerlerini de aktarır. O’na göre "hakikatin sırları ancak Mu­hammet ve Ali’den ayrı olmayan Hacı Bektaş Veli yolunda bulunmakla elde edilebilir” (Memet Fuat 2001: 20). Müminin gönlü Hakk’ın evidir. Bir sırça saray olan gönle dokunmak Allah indinde en büyük suçtur. Nefeslerinde dün­yaya değer vermediğini, fakr sahibi olduğunu, benlikten, riyadan, iki yüzlü münafıklardan uzak durduğunu söyler. Didaktik şiirlerinde ahlâkî faziletleri, tarikat âdabını, Bâtınilik anlayışını konu edinir.

Alevî-Bektaşi edebiyatında Seyyit Nesimî, Fuzulî, Hatai, Pir Sultan Abdal, Kul Himmet, Yeminî ve Virani "yedi ulular” adıyla anılmışlardır. Alevî-Bektaşi topluluklarında "Koca Kul Himmet” olarak tanınan Kul Himmet (XVI-yüzyıllar), "Mürşidimdir, pîrimdir, üstadımdır / Sevdikçe sevesim gelir Ali’yi” (Aslanoğlu 1997: 20) gibi deyişlerle çevresindekilerin duygularına ter­cüman olmuştur. İnancını ve ideolojisini nefes, düvaz-ı imam, mersiye vb. nazım türleriyle dile getirir. Güçlü bir söyleyişe ve etkileyici bir anlatıma sa­hiptir. Şiirlerinde Hz. Ali ve soyuna beslediği sevgi ön plandadır. Saf evi hane­danına duyduğu hayranlığı ve Mehdî beklentisini her fırsatta vurgulayan Kul Himmet, Allah-Muhammed-Ali üçlemesini derin bir bilgi ve coşkun duygu­larla işler. Lirik ve didaktik şiirlerinde duru bir Türkçe kullanmıştır. Kudret­li ve üretken bir şair olmasına rağmen şiirlerinin bir kısmı cönklere kaydedilemeden unutulmuş veya "Kul Himmet”, "Himmeti”, "Derviş Himmet”, "Himmet Dede” vb. mahlasları kullanan şairlere mal edilmiştir. Şiirleri, XIX. yüzyılda yaşayan ve "Kul Himmet Üstadım” mahlasını kullanan iki farklı şair tarafından söylenen nefeslerle karıştırılmaktadır (Aslanoğlu 1997: 8,10). Ye­dili, sekizli ve on birli hece ölçüsünü tercih eden Kul Himmet’in aruzlu şiirle­ri de vardır. Birçok şiiri halk arasında, tekkelerde, kahvehanelerde seslendi­rilmiştir. Bugün de çeşitli toplantılarda, radyo ve televizyon programlarında, bağlama eşliğinde ezgi, türkü, deyiş olarak icra edilmektedir (Özmen 1998: II/289-90). Alevî-Bektaşi şiiri, Şah İsmail Hatai, Pir Sultan Abdal ve Kul Himmet’in hazırladığı fikrî temel üzerinde gelişmiştir.

Dede Ömer Ruşenî’den hilafet alarak Halvetiliği yayan ve Mısır’da tarikatın Gülşenî kolunu kuran İbrahim Gülşenî (ö. 1533/1534), Farsça, Arapça ve Türkçe şiirler yazmıştır. Mevlâna’nın Mesnevi’sine nazire olarak yazılan Manevi, Mevlâna ve Yunus Emre’nin etkisinde kaldığı Divan, tasavvufi konu­lara dair rubai ve tuyuğların yer aldığı Kenzü’l-Cevahir ve Simurg-name Farsçadır. Türkçe Divan da Yunus Emre ve Nesimî etkileri çok belirgindir. Pend-name ve Çoban-name diğer Türkçe manzum eserleridir (Azamat 2000: 304).

Halvetî Vahip Ümmi (ö. 1595), Yunus Emre geleneğinin XVI. yüzyıldaki temsilcisidir. Divanındaki şiirlerin önemli bir bölümü aruz ile yazılmıştır (Güzel 2000: 359). Ahmet Sarban (ö. 1545/1546), Bayrami-Melamileri ara­sında yetişen şairlerin en kudretlisidir. Divan edebiyatının muhtelif nazım şekillerinde eser vermekle birlikte hece veznini de başarıyla kullanmış ve düzgün, akıcı bir dil ile sufi akidelerini açıklamıştır. Bu nedenle, halka hitap eden bir şair olduğu kabul edilmiştir (Gölpınarlı 1992: 65). Divan’daki didak­tik şiirlerinde son derece sade ve zarif bir söyleyiş, ince bir zevk hissedilir. Din ve tasavvuf konularının dışında oldukları düşünülen metinlerinde dahi pek çok tasavvufi sembol kullanmıştır. Ahmet Sarban, imamet konusunda Şia akidesini benimsemiştir, Şiiliğe eğilimi olan bir sufidir. İlahi ve düvazlarında Hz. Muhammed’e, Hz. Ali’ye ve On İki İmam’a bağlılığını dile getirir (Gölpınarlı 1992: 64-65).

Celvetiye tarikatının piri Aziz Mahmut Hüdai (ö. 1595), âlim, mutasavvıf ve şair kimliğiyle tanınır. Kadılık ve müderrislik görevini terk edip tasavvufa yö­nelmiş, yaşamının sonuna kadar vaaz ve irşat meclislerinde halkı eğitmiştir. Arapça ve Türkçe ile yazdığı çok sayıda ilmî ve tasavvufi eser yanında, tasavvu­fi halk şiirinin tüm özelliklerini yansıtan metinler de üretmiştir. İlahilerinde şekle değil, içeriğe önem verir. Fikrî temelini Ahmet Yesevi’den alan şiirle­rinde Yunus tarzını devam ettirir. Aziz Mahmut Hüdai şiiri, dinî, ahlâkî bilgi­leri öğretmede ve öğüt vermede bir vasıta olarak kullanmıştır. Divan-ı îlahiyat’ta iki yüz elli beş kadar ilahiden başka rubai ve kıtalar da bulunmaktadır (Yılmaz 2004:130). İlahî aşk, iman, doğruluk, temizlenmiş nefs, vahdet anla­yışı vb. konular çevresinde oluşan ilahileri bestelenmiş ve meclislerde ses­lendirilmiştir. Bu beğeni ve alışkanlık günümüzde de canlılığım korumakta­dır. Türkçe eserleri arasında divandan başka Ecvibe-i Mutasavvıfane, Miraciye, Nasaplı ve Mevaız, Tarikat-name gibi mensur eserleri mevcuttur.

Karaman veya Konya’da doğan ve asıl adı İbrahim olan Ümmi Sinan (ö. 1568), Yunus tarzı ilahileriyle tanınır. Şiirlerini Divançe adıyla anılan bir mecmuada toplamıştır (Tatçı-Kurnaz 1998: s3). Ümmi Sinan, Halvetiliğin Sinaniye kolunu kurmuştur. XVI. yüzyılın diğer önemli mutasavvıf şairleri, ila­hileri halk tarafından okunan Bursalı Muhyittin Üftade ve Alevî-Bektaşi ede­biyatını temsil eden Muhyittin Abdal’dır.

Osmanlı siyasi hayatında duraklama döneminin başladığı XVII. yüzyıl, Ce­lali İsyanları ve Kadızadeler-Sivasiler mücadelesi ile anılır (Gündoğdu 1998: 37-71). Tekke mensupları ile medreselilerin birbirlerini suçlamaları nede­niyle ortaya çıkan münakaşalar çoğunlukla tekkeler aleyhine koğuşturma ve çeşitli cezalarla sonuçlanır. Derviş şairler din ve tasavvuf propagandasını hız­landırırlar. Gergin ve huzursuz ortamda divan ve halk edebiyatı geleneklerini sürdüren güçlü mutasavvıf şairler de yetişmiştir. Aynı yüzyılda âşık edebiyatı­nın en olgun çağını yaşaması, temsilcilerinin İstanbul başta olmak üzere, kent merkezlerinde sanatlarını icra etmeleri, aruz veznini ve divan şiirine ait şe­killeri kullanmaları vb. sebepler, divan şairlerinin de halk şiirinin dil ve şekil özelliklerini şiirlerinde uygulamalarına fırsat tanır. Divan ve halk edebiyatı gelenekleri arasındaki etkileşim, dinî- tasavvufi muhtevayı divan şiiri kural­larına göre işleyen şairlerin hece ölçüsü ve dörtlük esasına göre şiirler verme - sine zemin hazırlar. Mevleviler arasında ilk kez hece ile Yunus tarzı ilahiler söyleyen Galata Mevlevihanesi şeyhi Âdem Dede (ö. 1652) bu ilişkiye bir ör­nektir. XVII. yüzyılda Elmalılı Sinan Ümmi, Niyazi-i Mısri, Oğlanlar şeyhi İb­rahim Efendi, Nakşi Akkirmani, Gaybi Sun’ullah gibi Halvetî derviş ve şeyh­lerinin eserleri tasavvufi halk şiirinin başarılı örnekleridir.

Manzum silsilesinde, Halvetiliğin Ahmediye koluna bağlı olduğunu söyle­yen Elmalılı Sinan Ümmi (1563/1567-1657), "meclislerde bestelenmiş ilahi­leriyle yaygın kerâmet ve olağanüstü hâlleriyle, ahlâk ve fazileti, yetiştirdiği olgun ve sanatkâr derviş şairleriyle”-(Tatçı-Kurnaz 1998: 3o) tanınır. Elmalılı Sinan Ümmi, Halvetî şairlerinin en güçlülerinden biridir. "Şiirleriyle ta­savvufî dünya görüşünü ortaya koyarken, aynı zamanda çağının tenkidini de yapmaktan geri kalmamıştır” (Tatçı-Kurnaz 1998: 3ı). Mürettep divan özel­liği gösteren Divan-1 İlahiyat'ta Yunus Emre ve onun takipçileri olan Kaygu­suz Abdal, Hacı Bayram Veli, Eşrefoğlu Rumi gibi gerçek aşkı, nefs terbiyesi­ni, nefsin derecelerini, kâmil insan anlayışını, Allah’a ve Hz. Muhammed’e bağlılığını işler. Divan da iki yüz kadar ilahi ve nutuktan başka tevhit, münacat, istişfa, naat, devriye vb. türlerden de örnekler bulunmaktadır. Sinan Ümmi, aruz ve hece ölçülü şiirlerinde derin tasavvufi bilgisini, varlık ve in­san anlayışını, lirik ve didaktik bir üslupla aktarır. Divan-ı İlahiyat'ından başka, Kutbu l-Meani adında devir nazariyesini konu alan mensur bir risale­si de vardır. Asıl adı "Yusuf” olan Elmalılı Sinan Ümmi, "Ümmi Sinan” ve "Sinan Ümmi” mahlaslarını kullandığı için şiirlerinin bir kısmı XVI. yüzyıl­da yaşayan ve asıl adı "İbrahim” olan Ümmi Sinan’ın (ö. 1568) şiirleriyle ka­rıştırılmıştır (Uçman 1987: 56).

XIV. yüzyıldan itibaren Yunus Emre’nin ve Yunus tarzının tasavvufi halk şi­rine yön verdiği, tartışma kabul etmeyen bir gerçektir. Pek çok mutasavvıf şa­ir, varlığa onun gibi bakmaya, gerçeğe onun izlediği aşk yoluyla ulaşmaya ve duygularını onun gibi dile getirmeye çalışmışlardır. Köprülü, Niyazi-i Mısri’nin (1618-1692),Yunus Emre kadar başarılı olamadığını, Yunus Emre’nin lirizminin yanında Mısri’ye ait şiirlerin sönük kaldığını kabul eder (1991: 349). Kocatürk’e göre (1974: 472-78) ise Niyazi-i Mısri, Yunus Emre’yi en iyi taklit eden ve Yunus tarzını üstün bir tavır ile temsil edebilen yetenekli bir şa­irdir. Elmalılı Sinan Ümmi’nin halifesi olan Niyazi-i Mısri, Halvetiliğin Mısriye kolunu kurmuştur. Tasavvufun çeşitli yönlerini açıkladığı fikrî ve edebî, manzum ve mensur eserlerinde Arapça ve Türkçeyi kullanmıştır. Eserlerinde Muhiddîn Arabî, Fuzulî, Seyyit Nesimî, Simavna Kadısıoğlu Şeyh Bedrettin, Mevlevi Ahmet Eflaki Dede, Aziz Mahmut Hüdai ve Elmalılı Sinan Ümmi’den güçlü esintiler var ise de özellikle hece ölçülü şiirlerinde şekil, içerik, dil ve üslup açısından Yunus’u örnek alır. Divan'ında Yunus Emre’ye olan sevgisini "Niyâzî’nin dilinden Yunus durur söyleyen / Herkese bir cân gerek Yunus du­rur cânbana” (Erdoğan 1998: CXX) beytiyle dile getirir. Yunus’un şiirlerinde­ki redifleri kullanır, ona nazireler yazar. Niyazi-i Mısri, pek çok mutasavvıf gibi vaizlik yapmıştır ve insanlara nasıl hitap edilmesi gerektiğini iyi bilir. Halk dilini ahenkli ve sağlam bir söyleyişle kullanır. Şiirlerinde öğreticilik esastır. Bu sebeple ayet ve hadisten, bilinen kıssalardan ve tasavvufi remizler­den yararlanır. Öğütlerini çoğu zaman diyaloga dayalı bir üslûp ve iç konuş­malarla verir. Mısri, manevi olgunluğun, Allah’a duyulan aşk ve O’nun sırla­rını öğrenmek arzusundan kaynaklanan ilim ile elde edilebileceğini savunur. Divan’ında, "aşksız ibadetten, aşktan gayrı olan her şeyden vazgeçmek ve aşka uymak gerektiğini; hakikat ehlinin aşkı rehber edindiğini” (Kurtkan Bilgiseven 1998: 8-9) vurgular. Şiirlerinde kendini bilmek, fakr, uzlet, nefs ve ruh, vuslat, vahdet ve kesret, insan-ı kâmil, gönül, namaz, zikir gibi dinî ve tasav­vufi konuları işler. Niyazi-i Mısri, hem divan hem de halk edebiyatı gelenek­lerini izlemiş, her ikisinin de usul ve metotlarını uygulamıştır. (Erdoğan 1998: CXVIII). Divan-ı İlahiyat, aruz ve hece ölçülü gazel ve koşmalardan oluş­muştur. Mısraların iç kafiye ile ikiye bölünerek beytin dörtlük hâline getirile­bildiği musammat gazellerin sayıca fazlalığı dikkat çekicidir. Aynı nazım şek­lini kullanarak ürettiği lirik ve didaktik şiirleri dil ve üslup özellikleri bakı­mından hem halka hem de yüksek tabakaya hitap edebilmiştir. Niyazi-i Mısri’nin Divan-ı ilahiyat'tan başka mecmuaları, Risale-i Devriye, Risale-i Arşiye, Risale-i Nokta, Risale-i İade, Es’ile ve Ecvibe-i Mutasavvıfane, Tabir-name, Vahdetname vb. risaleleri, şerhleri ve Arapça eserleri mevcuttur.

Oğlanlar Şeyhi İbrahim Efendi (1591-1655), şiirlerinde vahdet-i vücut an­layışını ele alır. Tasavvuf-name veya Vahdet-name adı verilen manzum eseri didaktiktir. Divan’ında yirmi beş kadar hece ile yazdığı tasavvufi gazeli vardır. Nakşi Akkirmani’nin (ö. 1654) hece vezni ve dörtlük nazım birimiyle yazdığı bazı şiirler halk arasında çok sevilmiştir.

Türk tasavvufu açısında önemli bir merkez olan Kütahya’da XVII. yüzyılın ilk çeyreğinde doğan Sun’ullah Gaybi, zengin bir tasavvufi ve edebî çevrede yetişmiştir. İlmî, tasavvufi ve edebî eserlerinde aktarılan derin bilgi ve önem­li meselelerin tahlilinde yaşadığı çevrenin izleri fark edilir. Halvetilik mensu­bu Sun’ullah Gaybi, Oğlanlar Şeyhi İbrahim Efendi’nin mürididir. "Hakk’a ermenin yegâne yolu olarak, 'merdan’ ile sohbet etmeyi, cân ve ten kaydını koyarak kişinin kendi özünden zevk alması” gerektiğini savunur (Kemikli 2000: 55). Manzum ve mensur pek çok eser vermiştir. Divanı, varoluş süreci­ni, varlıkların hakikatini ve hakikate ulaşma yollarını gösterdiği Keşfu’l-Gıta kasidesi ve tasavvuf dilini anlamayanlara karşı dinî akide ve düşüncelerini or­taya koymak için yazdığı Huda Rabbim adlı manzum eserleri tasavvufi halk şi­iri için önemli örneklerdir (Kemikli 2000: 63, 65, 67). Divanda kaside, gazel, murabba, kıta, koşma nazım şekillerinde; ilahi, tevhit, nutuk, naat, devriye, miraciye ve münacaatlar bulunmaktadır. Şiirlerinin bir kısmı Halvetî, Bekta­şi ve Melami dergâhlarında okunmuştur. Manzum eserlerinin dışında Ruhu’l- Hakika, Sohbet-name, Biat-name, Risale-i Halvetiyye vü Bayramiyye, Mekarimu'l-Ahlak vb. mensur eserleri de bulunmaktadır.

XIV. yüzyılın sonu ile XV. yüzyılın başında, Bâtinilik etkisiyle Fazlullâh-ı Hurufi’nin harflerin ve sayıların gizli anlamlarına dayanarak kurduğu ve ge­liştirdiği Hurufilik akımı, baş halifesi Ali el-A’la (ö. 1419) tarafından Anado­lu’da yayılmıştır (Aksu 1989: 38ı). Bu dönemden sonra tasavvufi Türk edebi­yatında ve özellikle Şii-bâtini inançlar çevresinde meydana gelen tasavvufi halk şiiri örneklerinde Hurufi eğilimler belirmeye başlar. Alevî-Bektaşi edebiyatında "Yedi Ulular” arasında yer alan Âşık Virani, (XVII. yüzyıl) Alevî-Bektaşi şiirinin ve Hurufiliğin "XVII. yüzyılda en kuvvetli propagandacısı olmuştur (Güzel 2000: 410). "Virani”, "Viran Abdal”, "Viran Baba” gibi mahlaslar kullanan Âşık Virani’de Hurufiliğin derin izleri görülür. Bu inanç bağlamında görüşlerini açıkça dile getirmekten çekinmemiştir. "Mutlak varlık Allah’tır ve O da Ali’de tecelli etmiştir” kabulü Âşık Virani’de hulül ve tenasüh anlayışlarının işlenmesini sağlar. Şairin, Hurufilik akidelerini gös­teren bir Risale'si ve kırk kadar şiiri içeren bir Divanı vardır. Çoğunlukla he­ce ölçüsünü kullanmıştır. Dinî-tasavvufi terim ve terkipleri çok kullandığı için dili ağırdır.

Kul Nesimî (XVII. yüzyıl), tasavvufu ve Hurufiliği iyi bilen bir şairdir. İyi derecede öğrenim görmüştür. Beşerî aşkı ele aldığı şiirleri de bulunmakla birlikte nefeslerinde ilahî aşkı lirik bir üslupla işler (Öztelli 1969:18). Hz. Ali ve On İki İmam sevgisini dile getirir, düşüncelerinde Bağdatlı Seyit Nesimî’yi örnek alır. Lirik bir şair olan Kul Nesimî, din dışı aşk şiirleri dikkate alındı­ğında herhangi bir saz şairinden farksızdır. XVII. yüzyılda âşık tarzı edebiyat temsilcilerinden Âşık Ömer, Gevheri ve Kuloğlu da din ve tasavvuf içerikli şi­irler yazmışlardır XVIII-XX. yüzyıllar

XVIII-XXX. YÜZYILLAR

XVII.yüzyılda tekkeler çevresinde yaşanan gerginlik ve huzursuzluk, şiirlere temkinli bir propaganda söylemi hâlinde yansımış, pek çoğu Yunus tarzının etkisi altında olsa dahi tasavvufun ruhunu ve İslâm ahlâkını yansıtabilen di­daktik şiirler üretilmiştir. XVIII. yüzyılda eski bilgi ve akidelerin tekrarlandı­ğı tasavvufi halk şiirinde dil, üslûp, ifade bakımından özgün metin sayısı azal­mış, Yunus tarzında söylenen ilahiler zaman zaman ahenkli ve samimi olmak­la birlikte, söz sanatlarından uzaklaşmış, söz varlığı daralmış, vezin bozuklukları, kafiye uyumsuzlukları vb. dış özellikler bakımından da zayıfla­mıştır. Şiir, halk tabakalarının ruhunu coşturan, onları tekkeler çevresinde toplayan etkisini yitirmek üzeredir. Döneme ait tasavvufi halk şiiri örnekleri­ni, mutasavvıf şairlerin divanlarından, cönk-mecmua gibi yazılı kaynaklar­dan tespit etmek mümkündür. XVIII. yüzyılda şeyh şairlerin eserleri dikkat çeker. Nakşi şeyhi Neccarzade Rıza (XVII. yüzyıl), Hz. Muhammed için söyle­diği âşikane şiirler ve naatlar ile ün kazanmıştır. Uşşaki tarikatı şeyhi Cemalettin-i Uşşaki (ö. 1750), Celvetî tarikatı şeyhi Üsküdarlı Haşim (ö. 1782) ve Şabaniye tarikatı şeyhi Nasuhi’nin (ö. 1717) Divanlarında hece ve aruzla yazıl­mış Yunus tarzı ilahiler mevcuttur.

Yüzyılın ilk yarısında yaşamış Halvetilik mensubu Senayi’nin şiirleri bir yazma mecmuada toplanmıştır. Kadirilik mensubu Mehdî’nin (XVIII. yüzyıl) yazma mecmualarda şiirleri bulunmuştur. Mehdî ilahilerini bestelemiştir. Deli Şükrü mahlasıyla da şiirler yazan Kul Şükrü (XVIII. yüzyıl) Abdal Musa müritlerindendir. Nefesleri cönk ve yazma mecmualardan derlenmiştir. XVI- II. yüzyılın en tanınmış mutasavvıfları Bursalı İsmail Hakkı ve Erzurumlu İb­rahim Hakkı’dır. Her ikisinin de Divanı olduğu hâlde şairlikleri ön planda değildir. Celvetiye tarikatı şeyhi Bursalı İsmail Hakkı (1658-1724), Üsküp,

Bursa, Şam, Tekirdağ ve Üsküdar’da sürdürdüğü irşat faaliyetleriyle halk ara­sında saygın bir yer kazanmıştır. Tefsir, hadis, fıkıh, kelam ve tasavvuf ilim­leriyle ilgili çok sayıda eseri mevcuttur. Bursalı İsmail Hakkı, Ruhu'l-Beyan adlı Kur’an tefsirinde, şiirin inşam Allah’a itaate, züht ve ahiret hayatına teş­vik etmesi gerektiğini; amaç değil, araç olduğunu-, anılan vasıfları haiz şiirin bilgisizliği, zevk ve eğlenceye düşkünlüğü engelleyeceğini; mutasavvıf şairin gönülleri fethetmek ve içe doğan bilgiyi anlatabilmek için şiir yazdığını ifade eder (Yurtsever 200i: 107). Divan’ı, vahdet-kesret ilişkisi, tecelli, ilahî güzel­lik ve kudret, tasavvuf terbiyesi, mürit-mürşit bağı, tasavvufi hâl ve makam­lar, zikir, ibadet vb. temalar çevresinde verdiği şiirlerden oluşmaktadır. Hece ölçüsünü az kullanmakla birlikte, dil ve üslup özellikleri itibarıyla halk şiirine çok yakın metinler üretmiştir. Şiirlerinde ayet ve hadislerden iktibaslara, ata- sözlerine, peygamber kıssaları ve evliya kerametlerine yapılan telmihlere sık­ça rastlanır. Divan'dan başka, Mevlana’nın Mesnevi’sinin şerhinden ibaret Ruhu’l-Mesnevi, Yazıcıoğlu Mehmet’in Muhammediye mesnevisinin şerhi olan Ferahü’r-Ruh, Hacı Bayram Veli’nin "Çalabım bir şar yaratmış” adlı man­zumesinin şerhi olan Şerh-i Ebyat-ı Hacı Bayram Veli gibi şerhleri önemlidir. Bursalı İsmail Hakkı, didaktik şiirlerinde vahdet-i vücut meselesi üzerinde durmuş ve tasavvuf anlayışını açıklamıştır.

Araştırmacı kimliği ve engin bilgisiyle tanınan Erzurumlu İbrahim Hakkı (1703-1780), döneminin ünlü bir mutasavvıfıdır. Erzurumlu İbrahim Hak­kı, evrenin Allah tarafından yaratılmış olduğunun bilinmesi gerektiğini ve hayatta en önemli amacın "marifet”; marifetin en yüksek derecesinin ise "marifetullah” olduğunu kabul eder (Çağrıcı 2000: 307). Arapça, Farsça, Türkçe manzum ve mensur eserlerinin tamamı bu kabul çevresinde oluş­muştur. Divanı Türkçedir ve İlahi-name, Müfredat, Rubaiyat, Vasil-name, Pend-name, Şükür-name, İkbal-name (Çağrıcı 2000: 309; Altıntaş 1993: 3ı-38) gibi bölümlere ayrılır. Mesnevi ve gazel tarzındaki şiirlerinde irşat düşüncesi ön plandadır. Bu nedenle, dinî-tasavvufi bilgisini oldukça sade bir dil ile aktarır. Şiirlerinin bir kısmına mensur eserlerinde de yer ver­miştir. Didaktik şiirlerine rağmen, Erzurumlu İbrahim Hakkı’nın geniş bir kitle tarafından tanınmasını sağlayan eseri, mensur Marifet-namedir. Marifet-name, "insanın Allah’ı bilmesi için önce sosyal ve pozitif ilimler yardı­mıyla kendini tanıması gerekir”. (Altıntaş 1993: 41) düşüncesiyle hazırlan­mış ansiklopedik bir eserdir.

Köprülü, Ahmet Yesevi ve Divan-ı Hikmet’in, ozan-baksı geleneğini sür­düren Türkmen aşiretleri üzerinde de etkili olduğunu, bu toplulukların hikmetlere yabancı olmadıklarını ve özellikle Türkmenlerin "âdeta kudsi bir mâhiyet verdikleri halk şairi Mahdum Kulu’nun şiirlerinde Ahmet Yese­vi etkisinin göze çarptığını” (1991: 177) vurgulamıştır. XVIII. yüzyılda yaşa­yan Mahtumkulu’nu (1733-1783/1790), elinde sazı ile Maveraünnehr ve Ku­zey İran’da dolaşan bir Nakşibendî dervişi olarak tanıtan Köprülü, onun Türkmen aşiretleri arasında yaşanan çatışmaları konu alan şiirleri bir yana, dünyanın faniliğini, ahiret hayatına hazırlanmanın gerekliliğini, ilahî aşkı, gerçek dervişlerin değerini, iman ve ibadeti, ahlâkî esasları vb. ele aldığı ta­savvufi-ahlaki şiirlerinde tamamıyla Ahmet Yesevi’nin ruh ve edasına sahip olduğunu ifade eder. XVIII. yüzyıl Türkmen edebiyatını inceleyen A. Bekmıradov, Mahtumkulu’nu "eski Oğuzların şairane geleneğini” sürdüren, Oğuz edebiyatında Arap ve Fars edebiyatları etkisiyle unutulmaya yüz tut­muş koşuk (koşma) tarzını yeniden canlandıran ve yüksek bir seviyeye çıka­ran şair olarak tanıtır (Biray 1992: 7). O. Yagmırov ise Ahmet Yesevi, İbn Si­na, Ömer Hayyâm, Mevlana Celalettin Rumi, Yunus Emre, Ali Şir Nevai, Fu­zulî gibi büyük şair ve düşünürlerin Mahtumkulu’nun "manevi akıldan” (1997: 194) olduklarını söyler. Mahtumkulu, sekizli ve on birli heceli koş­malarında, az sayıdaki gazel ve bentlerinde, yaşadığı dönemin siyasi, sosyal, kültürel durumunu işler. Türkmen toplumundaki huzursuzluğu, dinden uzaklaşmayı, ahlaki çöküntüyü, zalim idarecileri eleştirir. Nasihat edici şi­irlerinde, "alçak gönüllü olmayı, korkusuzluğu, Kur’an’a bağlılığı, öbür dünyaya hazırlıklı olmayı tavsiye eder” (Biray 1992: 22). Mahtumkulu’nun şiirleri pek çok kere yayımlanmıştır.

XIX. yüzyıl, Osmanlı İmparatorluğu’nda çağın bir gereği olarak kabul edilen Batılılaşma hareketinin yaşandığı değişim ve dönüşüm devridir. Siyasi, aske­ri, ilmi, sosyal, ekonomik, kültürel tüm kurumlan etkileyecek olan bu yeni­den yapılanma sürecinde Batı etkisinde bir edebiyat anlayışı gelişmeye başlar. Batı edebiyatları örneğinde verilen eserler yanında tasavvuf konulu metinler de varlığını devam ettirir (Tansel 1963a; Tansel 1963b). Ziya Paşa, Muallim Naci, Şeyh Vasfi, İsmail Safa, Hüseyin Fahrettin Dede, Üsküdarlı Talat, Tokadizade Şekip Bey, Abdülaziz Mecdî ve Neyzen Tevfik hem Batılı tarzı uygulayan hem de tasavvufi edebiyat geleneğini sürdüren sanatçılardır. Batılılaşma dü­şüncesi, XVII. yüzyılda görüldüğü gibi kimi zaman aşırı muhalefet ve çatışma­larla süren medrese-tekke ilişkisinde ılımlı ve uzlaşmacı bir tutumun belir­mesini sağlar. Tekke kültür çevrelerine mensup derviş şairler, âşıklar ve di­van şairleri Batılılaşmaya karşı tavır almalarına rağmen değişimin kaçınılmaz sonuçlarını engelleyemezler. "Tekkede halvet yerine halk içinde Hak ile bera­ber” olmayı öneren Kuşadalı gibi bazı tekke mensuplarının yenileşme çabala­rı yetersiz kalır ve tekkeler çevresinde meydana gelen edebî gelenek son bir­kaç temsilcisi dışında fazlaca varlık gösteremez. Edebî alandaki bu olumsuz gelişmelere rağmen, mutasavvıf şairler yanında saz ve divan şairleri arasında tasavvufi şiirler verenler veya eserlerinde tasavvufun geleneksel telmih ve mecazlarından yararlananlar da olmuştur.

XIX.yüzyıla ait şairnamelerde adına rastlanan ve şiirleri cönklere kaydedi­len Develili Seyrani (ö. 1866) bir saz şairidir. Divan ve halk edebiyatının çe­şitli nazım şekillerinde, aruz ve hece ölçülü şiirler vermiştir. Şiirlerinde dinî ve ahlaki konulan sıkça ele alan Develili Seyrani’nin geniş bir din kültürüne sahip olduğu anlaşılır. Yunus Emre ve Kaygusuz Abdal etkisinde söylediği koşma tarzındaki nefes ve devriyelerde, "toplumdaki genel ahlak bozukluğu­nu eleştirir” (Yüksel 1987: 16). Din istismarı, cehalet, haksızlık, fakirlik, rüş­vet ve riyayı yerer; doğruluk, adalet ve hakkı yüceltir. İman ve ahlak konuları­nı işlerken ayet ve hadisleri sözüne delil olarak gösterir. Mealen veya telmihen başvurduğu âyet ve hadisler ile İslam’ın iman esaslarını ve ahlaki değerlerini hatırlatır.

Bektaşi Ali Türabı Dede (ö. 1868), aruz ve heceli şiirlerinde Fuzulî’den il­ham almıştır. Halvetî ve Bektaşi Aşık Dertli (1773-1845), Nakşibendi Salih Baba (1846-1906/1907), Kadiri Bitlisli Müştak Baba (1759-1883), Kul Him­met Üstadım (XIX. Yüzyıl), Ruhsati (1883-1911), Kadiri Kuddusi (1769-1849), Edip Harabi Baba (1853-1916), Üsküdarlı Sâfi (1863-1901) gibi âşık ve derviş şairler, halk edebiyatı geleneğinde dini tasavvufî şiirler vermişlerdir.

Geniş ve derin bir perspektifle bakıldığında Türkiye Cumhuriyeti devrimleri, III. Selim’in (1761-1808) reformlarıyla başlayan, XIX. yüzyılda Tanzimat ile devam eden Osmanlı Batılılaşma hareketlerinin yeni bir devlet yapısında, kökten değişim esasına göre gerçekleştirilen devamı niteliğindedir. Kaynağı­nı Türkiye Cumhuriyeti’nin ilkelerinden alan devrimlerin amacı, laik / seküler bir düzenin kurulması ve halkın millî, bağımsız, çağdaş ve demokratik bir ortamda yaşamasıdır. 1934’te hilafet kurumuna son verilerek Şeriat ve Evkaf Bakanlığı kaldırılır. Tevhid-i Tedrisat kanunu gereği medreseler kapatılır. Şeyh Sait İsyanı’ndan (11 Şubat 1935) sonra, önlemler daha da artırılır. 3o Ka­sım 1935’te "Tekke ve Zaviyelerle Türbelerin Saddine ve Türbedarlıklar ile Birtakım Unvanların Men ve İlgasına Dair Kanun” gereği, tarikatlar resmen lağvedilir, tekkeler, zaviyeler, türbeler kapatılır. Laikleşme yolunda alman bu ve benzeri önlemlerden sonra artık medreseler ve tekkeler çevresinde yetişen şairler tarafından verilen tasavvufi şiir, üretildiği sosyal çevrelerin faaliyetle­rinin resmen durdurulması nedeniyle sonlanmış düşüncesini uyandırsa da, kaynağını gelenekten aldığı için varlığını devam ettirmiştir.

XX.yüzyılın ilk yıllarında medrese ve tekke eğitimi alan Bektaşi Edip Harabi’nin (1853-1916) şathiyeleri, Bektaşi Mihrabi’nin (1860-1930) nefesleri, Yozgatlı Mehmet Nuri (1963-1933) ve Yozgatlı Hüzni’nin (1879-1936) hece ve aruzla yazdıkları şiirler, tasavvufi halk şiirinin Cumhuriyet dönemi öncesi son örnekleri olarak kabul edilebilir. XIX. yüzyıldan itibaren kendi kabuğuna çe­kilme eğilimi gösteren tasavvufi Türk edebiyatı, XX. yüzyılın başında, önce mahallileşme ardından millileşme akımlarıyla yeniden canlanmaya başlar. Cumhuriyet döneminde, şiirin esin kaynağı sadece Batı değildir. Rıza Tevfik (Bölükbaşı), Mehmet Akif (Ersoy), Yahya Kemal (Beyatlı), Beyatlı’yı izleyen A. Hamdi Tanpınar, Elmalılı Hamdi (Yazır), Ferit Kam, Bağbanzade Ahmet Naim Efendi, dinî motiflerden yararlanan mistik tavırlı şair ve yazarlardır. Asaf Hâlet Çelebi, Faruk Nafiz Çamlıbel, Ömer Bedrettin Uşaklı, Behçet Necatigil, Bedri Rahmi Eyüboğlu, Necip Fazıl Kısakürek ve bu nesilden sonra eser veren

Hilmi Yavuz, Sezai Karakoç, Ali Günvar gibi şair ve yazarlar, İslam tarihi ve kültüründen, tasavvufi bilgi birikiminden, divan ve halk edebiyatı gelenekle­rinin dinî-mistik türlerinden ve şekil özelliklerinden yararlanmış, şiirlerin­de mistik birçok konu, tema ve motife yer vermiş, göndermeler yapmışlardır. Kadiri Âşık Molla Rakım (ö. 1980), Kadiri Sıtkî (öl. 1961), Deruni (ö. 1946) ve Bektaşi Zeynel Baba (ö. 1990), Cumhuriyet sonrası mistik halk şiirine hece ölçülü ve çoğunlukla koşma tarzında şiirleriyle olgun örnekler eklemişlerdir. Âşık edebiyatının çağdaş temsilcileri serbest ve sistemli deyişlerinde sanatla­rının adabı gereği dinî-mistik temaları işlemektedirler. i98o’den sonra Tür­kiye Diyanet İşleri Başkanlığınca düzenlenen Kutlu Doğum Haftası etkinlik­leri kapsamında 1989 ve i99i’de Hz. Muhammed sevgisinin pekiştirilmesi ve dinî mistik edebiyatın canlandırılması için düzenlenen naat ve münacat ya­rışmaları (Günümüz Dilinden Hz. Peygambere Naatlar 1993, Ankara 1993,: TDI Yay.; Günümüz Dilinden Münâcâtlar, Ankara 1993, TDV Yay.), XX. yüzyılın son döneminde dinî-mistik edebiyata yeni bir soluk kazandırmıştır. Geleneksel ve çağdaş şiir anlayışlarına göre oluşturulan naat ve münacatlar, yeni şairlerin yetişmekte olduğunun ve dinî-mistik şiirin daima varlığını sürdüreceğinin birer göstergesidir.

Tasavvufi halk şiirinin hedef kitlesi geniş halk tabakaları-, amacı, Kur’an-ı Kerim âyetlerinin ve Hz. Muhammed’in hadis ve sünnetinin mistik bir yoru­mu olarak ortaya çıkan tasavvuf öğretisini benimseterek İslâm ahlâkına uygun hâl ve davranışları tanıtmak, İslâm dinini yaymaktır. Bu nedenle, tasavvufi halk şiirinin düşünsel boyutu ideolojik, mistik, hikemî ve didaktiktir. Farklı dönem ve tasavvufi çevrelerde faaliyet gösteren, farklı sufi geleneklerine mensup şairlerin eserleri, düşünsel boyutta aynı özellikleri gösterirler. Musatavvıflar, iç dünyalarında ulaştıkları manevi makamları, sözleri, davranışla­rı, sürdürdükleri eğitim faaliyetleri ile olduğu kadar, kaleme aldıkları dinî- fikrî metinler ve edebî ürünler ile de dışa vurmuşlardır. Pek çoğu halk taba­kalarının manevi liderleri olarak sevgi ve saygı gören, çevrelerinde toplanılan, şer’î, bâtini, zahiri sorunların çözümünde yardımları istenen mürşitler, hem bir eğitim aracı, hem de Allah’a bağlılık duygusunun verdiği coşkuyu dile getirme vasıtası olarak şiirden yararlanmışlardır.

Tasavvufi halk şiiri, yüceltilmiş bir aşk ve vahdet bilinci temelinde geliş­miştir. Şiirlerin asli teması, insanlara nefs terbiyesi yaptırmaktır (Güzel 3000: 43). İslâmî edebiyatın temel düşüncesi ise, "i’lâ-yı kelimetullah” yani Allah’ın adını yüceltmektir. Şiirde bu emir, mistik / içsel bir duruş ve duyuş ile yerine getirilir. Ortak duygu, düşünce, dünya görüşü ve manevi ihtiyaçlar­la tekkeler çevresinde buluşan insanlar, derviş şairlerin eserlerini yol göste­rici rehberler olarak benimsemişler; şiirden ilham ve güç alarak nefs terbiye­lerini sürdürmüşlerdir.

Sufi kültüründe şiir, sanatçı kimliğin vurgulanması, ün kazanmak ve mad­deten ödüllendirilmek için üretilmemiştir. Tasavvuf, bir edebî ekol olmadığı gibi sadece şair de yetiştirmemiştir. Şair, sanat yapmak endişesi taşımadan duygu ve bilgisini hedef kitlesiyle paylaşır. Hitap ettiği kişilere içlerindeki gerçeği sezdirmeye çalışır. Derviş şair, elbette anlamı pekiştirmek, hitabı kuvvetlendirmek, sözü güzel ve etkileyici kılmak için söz sanatlarına başvurur, soyut kavramları semboller ile somutlaştırır, tasavvuf terminolojisini kullanır ve Türk dilinin estetik yönünden yararlanır. Ancak, şairin öncelikli hedefi, akılda kalıcı ve işlevsel metinler üretmektir. Ortalama bir dinî-tasavvufi bilgi düzeyine sahip halk tabakalarının rahatlıkla anlayabileceği bir içe­rik; dönemin konuşma diline dayanan bir şiir dili; gelenekle veya kültürel et­kileşmeyle öğrenilen nazım şekilleri ve sade, yalın, samimi ifadeler ile kuru­lan şiirlerin işlevselliği, dinleyici üzerinde olumlu bir etki bırakacak ahenk ile pekiştirilir. Tüm bu özellikler nedeniyle tasavvufi halk şiiri örnekleri, çeşitli sosyal ve kültürel çevrelere mensup kişilerce birer ders metni gibi kabul edil­miş, Kur'an-ı Kerim ayetlerinin, hadis ve sünnetin tercümesinden ibaret ilahî sözler gibi algılanıp benimsenmiştir.

Tasavvufi halk şiirine özgü nazım şekillerinden bahsetmek mümkün değil­dir. Derviş şairler, divan ve halk edebiyatlarında kuralları gelenekle belirle­nen sabit nazım şekillerini kullanmışlardır. Halk şiiri nazım şekillerinden mani, koşma, destan; divan şiiri nazım şekillerinden gazel, kaside, kıta, musammat, murabba, terkip-bent, terci-bent, rubai, tuyuğ ve mesnevi en yaygın kullanılan şekillerdir. Eserlerde nazım birimi dörtlük ve beyit esasına daya­nır. Hece ve aruz ölçüsü kullanılmıştır.

Yüzyıllar boyunca, tasavvuf anlayışının asli kaynaklan olan Kur’an-ı Kerim ve hadis kitapları yanında, muhtelif tasavvuf literatüründen, doğrudan veya dolaylı olarak beslenen derviş şairler, bilgi, duygu ve deneyimlerini tevhit, münacat, ilahi, naat, hicretname, miracname, mevlit, methiye, mersiye, ne­fes, düvaz-ı imam, maktel, devriye, şathiye vb. türlerle nazma dökmüşlerdir. Çoğu kere konular nazım, nesir, nazım-nesir karışık metinlerle işlenmiştir.

Doğu Türkçesinin kullanıldığı Yesevi hikmetlerinden, Türkiye Türkçesi ile üretilen çağdaş dinî-mistik şiirlere kadar tüm eserler kendi dönemlerin­de geniş halk tabakaları arasında yaşayan konuşma diline dayanır. Tasavvufi halk şiirinin oluşum devresinde, İran edebiyatı ve kültürü etkisi altında pek çok dinî-tasavvufî kavram ve terim Farsçadan Türkçeye geçmiştir. Karahanlı dönemi ilk yazılı eserlerinde ve Yesevi hikmetlerinde, dile giren yeni kav­ram ve terimlere Türkçe karşılıklar bulunmuş veya yeni sözcükler türetil­miştir. Doğu Türkçesi, Anadolu sahasında yerini önce Batı / Oğuz Türkçesi- ne sonra Farsçaya bırakır. Kent kültürünü temsil eden Mevlana Celâlettin Rumi eserlerinde Farsçayı; Yunus Emre, kent merkezleri dışında konuşulan Batı / Oğuz Türkçesini kullanmıştır. Sultan Velet’in Arapça-Farsça-Türkçe karışık / mülemma şiirleri, dönemin edebî dil anlayışını sergiler nitelikte­dir. Yunus Emre, Arapça-Farsça sözcüklerin, dinî-tasavvufi terim ve kav­ramların yanında onların Türkçe karşılıklarını da kullanmıştır. XX. yüzyılın dinî-mistik şiirinde, şairlerin seçimleri doğrultusunda sufi terminolojisine yerleşen Arapça ve Farsça terimlere yer verilmekle birlikte çağdaş Türkçenin hâkimiyeti dikkat çeker. Derviş şairler ne saz şairleri kadar duru, ne de divan şairleri kadar ağdalı bir dil kullanırlar. Şiirlerde günlük konuşma dilinden alman tabirler, Kur’an-ı Kerim’den alman sözcük, terim ve ayet parçaları, kalıplaşmış tasavvuf ve tarikat deyimleri, bazen dar bir tarikat zümresinin anlayabileceği kapalı ve rumuzlu ifadeler görülmektedir. Tasavvufi halk şi­irinin dili, derviş şairlerin gelenekten esinlenerek kişisel yetenekleri ile ge­liştirdikleri, zengin çağrışım ve imgelerle duygu ve düşünceleri etkileyen, manevi dünyayı şekillendirmeyi amaç edinen bir dildir. Bu dil, şiirin kimli­ğini korumasına yardımcı olmuştur.

Türk halk şiirinin karakteristik özelliklerinden biri nazım eşliğinde icradır. Gerek İslam öncesinde dinî inanç ve kutsallar çevresinde oluşan şiirler, gerek İslam sonrasında dinî-tasavvufi içerikle üretilenler, çeşitli ritüellerde tınılı yalın ses veya bir müzik aleti eşliğinde icra edilmişlerdir. İslam öncesinde şö­len, sığır, yuğ vb. törenlerde görülen uygulamanın, İslam sonrasında yerini tekke ve dergâhlarda, tarikatın adap ve erkânı gereği düzenlenen çeşitli ritüellere bıraktığını söylemek mümkündür. XII. yüzyıldan itibaren Türk sufiliğini şekillendiren Yesevilikte ibadet ve "zikr-i erre” meclisleri, Nakşıbendilik’te "hatm-i hacegân”, Bektaşilik’te "âyin-i cem”, Mevlevilikte "sema”, Halvetilikte "darb-ı esma”, Kadirilik’te "devran”, Rufailik’te "zikr-i kıyam”, Celvetilikte "nısf-ı kıyam” vb. adlarla anılan ve kuralları gelenekle belirlenen âyinlerde veya sohbet ortamlarında şiir, "gûyende” /okuyucu dervişler veya "zakir’ler tarafından seslendirilmiştir. İslam kültüründe "ihya gün ve gecele­ri” olarak bilinen kandiller ve Kadir gecesinde düzenlenen tazim, şükür ve dua maksatlı toplantılarda, günün anlamına uygun tevhit, mevlit, miracname, şefaatname, ilahi, nefes, nutuk gibi türler başta olmak üzere, Allah’a ve Hz. Muhammed’e, İslâm ve tasavvuf yolunun diğer önemli şahsiyetlerine bağlılı­ğı dilen getiren, sufi psikolojisini yansıtan şiirler icra edilmiştir.

İslâm kültürü geniş halk tabakalarında yaygınlaştıktan sonra fikrî, yapısal ve işlevsel özelliklerini tarikat ritüellerinden alarak halk arasında çeşitlenen tören ve toplantılarda da dinî-mistik şiirlerin kullanıldığı bilinmektedir. Halk arasında doğum, askere uğurlama, evlilik, ölüm gibi geçiş dönemleri, di­lek ve adak uygulamaları, şükür ve dua toplantıları, ihya gün ve geceleri vb. se­beplerle tekrarlanan çeşitli dinî-toplumsal törenlerde imanı tazelemek, İs­lâm ahlâkını vurgulamak, birlik ve beraberlik duygusunu canlandırmak ama­cıyla dinî-mistik şiir örneklerine yer verilmektedir.

Sözlü kültür geleneğindeki icra ortamlarının yanı sıra, yazılı kültür ortam­larında da dinî-mistik içerikli şiirler halkın beğenisine ve kullanımına su­nulmuştur. Popüler dinî yayınlar arasında eski ve yeni metinlerin yer aldığı pek çok kitap bulunmaktadır.

Medya sektöründe, gazetelerin Ramazan ayma ait sayılarında Yunus Emre ve Mevlâna başta olmak üzere mutasavvıf şairlerin şiirlerine, menkıbelerine, ha­yat hikâyelerine, sözlerine yer verilen bölümler hazırlanmaktadır. Halkın dinî ve ahlâkî ihtiyaçlarını karşılamak, okuyucuyu bilgilendirmek amacıyla yayım­lanan çeşitli dergilerde İslâmî inançlarla ilgili anlatılar, anılar, söyleşiler, bi­yografiler, özlü sözler ve şiirlerden yararlanılmaktadır. Çeşitli radyo ve televiz­yon kanallarında, dinleyici ve seyircilerin isteklerine göre şekillenen prog­ramlar yayımlanmaktadır. Elektronik kültür ortamlarının artışı ile birlikte kaset, cd, vcd, dvd vb. imkânların yanında, internet’te*  mistik dünya görüşü, tasavvuf ve tasavvufi müzik ile ilgili pek çok sayfaya ulaşılabilmekte, şiir metinleri veya seslendirilmiş şiirler  kopyalanabilmektedir .

Tasavvufi halk şiiri, İslâmî dönem Türk kültürünün tarihi geli­şiminde, geniş halk tabakaları arasında meydana gelen mistik duyuş, anlayış ve yaşam şekillerinin edebî alanda beliren yansımasıdır. Kaynağını Türk ve İslam kültürlerinden alan, Türk sufi geleneklerini temsil gücüne sahip derviş şairler tarafından geliştirilen tasavvufi halk şiiri, "gelenek şiiri” veya "kültür şiiri” ifadeleriyle tanımlanmalıdır. Bu özelliği nedeniyle tasavvufi halk şiiri yüzyıllar boyunca sosyal ve kültürel değişikliklerle meydana gelen yeni çevre­lerde, yeni metinlerle, yeni bağlamlarda varlığını sürdürebilmiştir

 Edebiyat Tarihi, Kültür Bakanlığı

 * Bu konuda geniş bilgi için bk. Baz. İbrahim (2002)  "Sanal Âlemde Tasavvuf”, Tasavvuf, 8: 147-156' ya bakılabilir

İLGİLİ İÇERİK

TASAVVUF FELSEFESİ ve TERİMLERİ SUNUSU

DİNİ TASAVVUFİ HALK ŞİİRİ

TASAVVUF NEDİR?

TASAVVUFUN ANAHTAR TERİMLERİ

YUNUS EMRE -TASAVVUF ŞİİRLERİ

TASAVVUFİ TERİMLER

SON EKLENENLER

Üye Girişi