Kullanıcı Oyu: 4 / 5

Yıldız etkinYıldız etkinYıldız etkinYıldız etkinYıldız etkin değil
 

ESKİ EV - ANTON ÇEHOV

Bir ev sahibinin kendi ağzından anlattığı hikâye:

Yerine yenisini yaptırabilmek için, eski evi yıktırmak gerekiyordu. Yıkımı ve inşaatı üzerine alan mimara evin boş odalarını gösterdim. Bir taraftan iş hakkında konuşurken bir taraftan da ona evle ilgili çeşitli hikâyeler anlattım. Boyası çoktan silinmiş, sıvaları dökülmüş duvarlar, kirli pencereler, pis koyu renkli sobalar çok yakın zamana kadar bu evde oturanların izlerini taşıyor, bir sürü hatıraları yeniden canlandırıyordu. Mesela şu merdivenler: Bir keresinde sarhoş birkaç adam, bir ölüyü aşağıya indirirken ayakları bir şeye takılıp tökezlemiş ve tabutla beraber tepetaklak ta aşağıya kadar yuvarlanmıştı. Adamların her yanı çürük içinde kalmış, ölü ise sanki hiçbir şey olmamış gibi yüzündeki ciddi ifadeden bir şey kaybetmemişti. Yalnız yerden kaldırıp tekrar tabutun içine koyarlarken başını iki yana sallamıştı, hepsi o kadar... Gördüğünüz şu yan yana üç oda var ya; işte orada ziyaretçileri hiç eksik olmayan genç, birkaç kadın kalırdı... Diğer kiracıların hepsinden daha iyi giyinirler ve kiralarını da günü gününe öderlerdi. Koridorun sonundaki kapı çamaşırhaneye açılır. Orada gündüzleri çamaşırlarını yıkarlar, akşamları da bira içip şenlik yaparlardı. Ve şu üç odalı dairenin ise her tarafı bakteri, mikrop doludur. Anlayacağınız hiç de iç açıcı değil. Bu dairede bir sürü kiracı öldü. Ve hiç tereddütsüz size şunu söyleyebilirim ki, bu daire biri tarafından her nasılsa lanetlenmiş uğursuz bir yer. Burada kalan her kiracıyla beraber, bir de görünmeyen, uğursuz bir varlığın yaşadığına hiç şüphem yok. Bu dairede yaşamışlar arasında, bilhassa bir kiracı ailenin akıbetini çok iyi hatırlıyorum. Gözünüzün önüne, karısı, annesi ve dört çocuğu olan basit bir adam getirin. Hiçbir bakımdan pek öyle özelliği olmayan alelade bir adam. İşte, Futohin adlı adam böyle biriydi. Otuz ruble aylıkla, bir noterin yanında evrak kopyası çıkaran bir kâtipti. Ağırbaşlı, dinine bağlı ve ciddi bir adamdı. Her zaman, dairenin kirasını getirişte, elbisesinin kılıksız oluşundan dolayı özür diler; kirayı getirmekte beş gün geç kaldığı için ezilip büzülür ve ben aldığım kiraya karşılık makbuz vereceğim zaman da şakacı bir edayla gülümseyerek: “Oh, evet, bir de makbuz yazmak var değil mi! Şu makbuzlardan ne kadar hoşlanmadığımı bir bilseniz!” derdi. Fakirdi, fakat namusuyla yaşayan efendi bir adamdı. Dairenin şu orta odasında nine, dört torunuyla beraber kalırdı. Burada pişirir, burada yer, burada yatar, burada misafirlerini kabul ederler, hatta burada gülüp dans ederlerdi. Onun yanındaki oda da Putohin’in kendi odası; içinde bir masası vardı. Tiyatrolardan, reklam şirketlerinden aldığı özel işleri bu masanın üzerinde yazardı. Soldaki odayı ise Yegoriç adlı birisine kiraya vermişlerdi. Bir çilingir olan Yegoriç kendi işinde, aklı başında bir adamdı. Yalnız sarhoş oldu mu iş değişirdi; içer içmez, sıcaktan patlayacakmış gibi ateş kesilir, soyunup dökünür, üzerinde bir yelek, ayakları çıplak, evin içinde dolaşıp dururdu. Yegoriç kilit, pistol, çocuk bisikletleri tamir eder ve kendisine birisi çok eski ve bozuk bir saat getirdiğinde geri çevirmez, oturur tamir eder ve alt tarafı bir çeyrek rubleye kızaklar yapardı. Fakat bütün bunlara rağmen yaptığı işi çok aşağılık bulurdu. Kendisine sorarsanız, aslında o müzik aletleri yapmada usta bir sanatkârdı. Masasının üzerinde, demir çelik parçaları arasında, daima ya akordu bozuk bir akordeon, ya da yanları içe göçmüş bir trompet bulunurdu. Kaldığı oda için Putohin’e iki buçuk ruble kira öderdi. Bütün gününü masası başında iş yapmakla geçirir, sadece üzerinde çalıştığı bir demir parçasını sobanın içinde kızdırmak gerektiği zaman dışarı çıkardı.

Arada bir, akşamları evi şöyle bir gözden geçirmeye gelişimde, bu dairedeki manzara her zaman aynen şöyleydi: Putohin masanın başında bir şey kopya ediyor, annesi ve ince yapılı, yorgunluktan bitkin yüzlü karısı gaz lambasının yanına oturmuş dikiş dikiyorlar; Yegoriç bir şeyi eğeliyor ve hâlâ kıvılcımlar çıkarmakta olan ateş, odayı ısıtmakta ve dumanla doldurmakta. Odadaki ağır hava, lahana çorbası, çocuk bezleri ve Yegoriç’in demir aletleri kokmakta. Fakir ve boğucu bir hava içindeki bu işçi sınıfı insanlarının yüzleri, çocukların iç çamaşırları, sobanın etrafında asılı durmakta, Yegoriç’in demir parçaları ortalığa sükûnet, samimiyet ve memnunluk havası vermekte...

Odanın önündeki koridorda, saçları itinayla taranmış çocuklar koşuşmakta. Dünyada her şeyin çok tatlı ve her şeyin hep böyle gideceğine o kadar inanmışlar ki... Onlara göre, yapılacak tek şey her sabah ve akşam yatmadan evvel dua etmek...

Şimdi aynı odayı gözünüzün önüne getirin: Tam orta yerde, sobanın iki adım ötesinde bir tabut, tabutun içinde Putohin’in karısı yatmakta. Gerçi hiç kimsenin karısı ebediyen yaşayacak değil ama bu ölümde başka bir özellik vardı. Cenaze merasiminde kocanın yaslı yüzüne şöyle bir bakmış ve o sabit bakışları bir an seyredip kendi kendime: “Vay kardeşim, vay!” demekten kendimi alamamıştım.

O anda bana öyle gelmişti ki, Putohin’in kendisi de, çocukları da, nine de ve hatta Yegoriç de, evde onlarla beraber yaşayan, görünmez uğursuz varlığın kara defterine geçirilmişlerdi. Ben batıl itikatlara, cinlere, perilere, ruhlara müthiş inanan bir kimseyim. Belki de buna biraz da ev sahibi bulunuşum ve kırk beş sene kiracılarla haşır neşir oluşum sebep oldu. Ben şuna inanırım ki, eğer kâğıt oyununda baştan kazanamazsanız, sonuna kadar kaybetmeye mahkûmsunuz. Bir kere felek, insanı ailesiyle birlikte yeryüzünden silmeyi istemeye görsün. Ondan sonra yalvarıp yakarmanın hiç mi hiç faydası yoktur, elinden imkânı yok kurtulamazsınız ve uğradığınız ilk felaket, daha başınıza gelecek binlerce felaketin sadece bir başlangıcıdır... Felaketler kaya parçaları gibidir. Yüksek bir kayalığın tepesinden bir taşın düşmesi yeterlidir, diğerlerinin de arkasından yuvarlanıp düşeceğine hiç şüphe yoktur. Kısacası, Putohin’in karısının cenaze merasiminden geri dönüşümde onun ve ailesinin kötü bir felaketin başlangıcında olduğuna son derece inanmıştım.

Ve gerçekten, tam bir hafta sonra, hiç beklenmedik bir anda noter, Putohin’in işine son verdi ve yerine genç bir bayan buldu. Ve inanır mısınız, Putohin işini kaybedişinden çok, yerinin bir kadına verilmesine içerlemişti. Peki, ama niye genç bir kadın? İşte bir türlü bunu hazmedememişti. Aynı gün, o hiddetle eve dönüşte, çocukların hepsini sıra dayağından geçirmiş, annesine küfür etmiş ve kafayı çekip zil zurna sarhoş olmuştu. Yegoriç de sırf ona arkadaşlık yapmış olmak için içip sarhoş olmuştu.

O aybaşı Futohin kirayı getirdi, on sekiz gün geç olmasına rağmen özür filan dilemedi ve benden makbuzu alırken de bir tek laf etmedi. Ondan sonraki ayın kirasını annesi getirdi; tam değil sadece yarısını getirmişti ve kalanını bir hafta içinde getireceğine söz vermişti, üçüncü ay, on para dahi alamadım onlardan. Evin kapıcısı da onlardan şikâyet ediyor; “23 numaralı dairede kalanlar efendi gibi davranmıyorlar.” diye yakınıyordu.
Bütün bunlar yaklaşmakta olan bir felaketin belirtileriydi.

Şu sahneyi gözünüzün önüne getirin: Kasvetli bir Petersburg sabahı, kirli pencerelerden içeri bakıyor. Sobanın yanında, ihtiyar nine çocukların çaylarını dolduruyor. Yalnız çocukların en büyüğü olan Vassya bardaktan içiyor, diğerlerinin çayları çay tabaklarına doldurulmuş. Yegoriç, sobanın önünde çömelmiş, bir demir parçasını ateşe sokuyor. Bir evvelki akşamdan kalan sarhoşluğunun henüz geçmemiş olduğu, önüne yıkılan başından ve mahmur gözlerinden belli. Durmadan iç geçirip kendi kendine bir şeylerden şikâyetleniyor ve kötü kötü de öksürüyor.

“Beni de baştan çıkardı, şeytan herif!..” diye sesli sesli yakınıyor, “Kendisi içtiği gibi başkalarını da günaha sokuyor.”

Putohin kendi odasında; yorganı, çarşafları ve yastığı çoktan ortadan yok olmuş kuru yatağının üzerinde oturmakta. Parmaklarını saçları arasında dalgın dalgın dolaştırmakta ve boş nazarlarla ayaklarının ucuna, yere bakmakta. Yorgun, bitkin ve hasta görünmekte.
“Hadi iç çayını, çabuk ol, yoksa okula geç kalacaksın!” ihtiyar nine Vassya’yı acele ettirmeye çalışıyor, “Benim de işe gitme vaktim geliyor, gidip Yahudilerin evlerinde tahtaları fırçalayacağım...”

Ailede morali bozulmamış tek insan ihtiyar nine kalmış. Eski günleri düşünüp onların hatırı için zor ve pis işler yapmaya gidiyor. Cuma günleri Yahudilerin çanak çömlek dükkânına giderek yerleri fırçalayıp yıkıyor, cumartesileri komşuların çamaşırlarını yıkıyor ve pazar günleri de sabahtan akşama kadar sağda solda gezinerek kendisini ev işlerinde çalıştıracak hanımefendi arıyor. Her Tanrı’nın günü muhakkak bir işi var. Çamaşırcılığı ve tahta fırçalayıcılığı yanında ebelik de, çöpçatanlık da yapıyor. Hiçbir iş bulamazsa da dinleniyor... Gerçi o da kederini unutmak için bir fırsat bulmaya can atıyor ama bir iki yudum bir şey içtiği zaman bile görevini unutmuyor. Rusya’da böyle dayanıklı, cesur ihtiyar kadınlar çok ve memleket böylelerinin yüzü suyu hürmetine ayakta duruyor.

İşte Vassya çayını bitirdi ve acele acele kitaplarını el çantasına yerleştirdi; sobanın arkasına doğru yürüdü. Kalın paltosunun, orada ninesinin elbiseleriyle beraber asılı olması lazım. Bir dakika geçmeden sobanın arkasından geri geliyor ve soruyor:
“Benim paltom nerede?”

Nine ve çocuklar hep beraber paltoyu arıyorlar, uzun bir vakti böylece boşuna harcıyorlar. Zira palto ortalıktan yok olmuş! E, peki nereye gitti? Nine ve Vassya korkudan sapsarı kesilmişler. Yegoriç dahi şaşırmış, alık alık etrafına bakınıyor. Odada bir tek kıpırdamayan var: Putohin. Aslında etrafta olup bitenlerin pekâlâ farkındaysa da sanki hiçbir şey duymamış, hiçbir şey görmemiş gibi umursamaz oturuyor. Son derece şüphe çekici bir durum.

“İçki almak için götürüp sattı!” Yegoriç itham ediyor. Putohin’den çıt çıkmıyor. Demek ki doğru. Vassya ne yapacağını, ne diyeceğini iyice şaşırmış, nefretle karışık kinle korkak korkak bakınıyor. Kalın paltosu, o canım paltosu, ölen annesinin elbisesinin kumaşından yaptırdıkları, içi şahane patiska astarlı paltosu, içki karşılığı meyhanede satılmış olsun! Palto gittiğine göre, hiç şüphesiz, cebindeki mavi kalem ve üzeri yaldızlı harflerle “Note bene” yazılı not defteri de gitti demektir! Defterin içinde ucu silgili başka bir kalem daha ve kolayca kopyası çıkan resimler de vardı üstelik!

Vassya’nın içinden ağlamak geliyor ama ne olursa olsun ağlamaması lazım. Eğer ağlarsa başına gelecekleri pekâlâ biliyor: Zaten başının ağrıdığından şikâyetlenen babası, ağladığını duyar duymaz ayağa kalkacak, güm güm ayaklarını yere vuracak ve başlayacak onu esaslı bir şekilde dövmeye... Ninesi onu korumak için araya girecek, fakat gözü hiçbir şey görmeyen babası ona da vuracak, sonunda Yegoriç kavgayı bastırmak için araya girecek, babasının önüne geçip onu durdurmaya çalışacak fakat muvaffak olamayıp onunla beraber yere yuvarlanacak... Yerde bir müddet debelenip pis sarhoş ağızlarıyla kaba kaba küfürler savuracaklar, ihtiyar nine ağlamaya başlayacak, çocuklar hep bir ağızdan çığlığı basacaklar, gürültüden rahatsız olan komşular kapıcıyı ihtar etmek üzere yollayacaklar... Hayır, hayır en iyisi ağlamamak!

Ağlamak şöyle dursun, kızgınlığını sesli olarak ifade etmekten dahi çekinen Vassya başlar olduğu yerde parmaklarını, ayaklarını acı içinde sıkmaya.

Tıpkı bir köpeğin bir tavşanı dişlediği gibi ceketinin yakasını ısırmaya... Gözleri bir çılgın gözleri gibi yuvalarından çıkmış, yüzü çaresizliğin ifadesi ile çarpılmış gibidir. Onu böyle gören ihtiyar nine, başından şalını çıkarır ve o da başlar, gözleri bir noktaya takılmış, acı içinde olduğu yerde kıvranmaya. O anda, eminim ki, hem çocuğun hem de ihtiyar kadının kafasında hiç şüphesiz inandıkları bir tek acı hakikat vardır: Hayatlarının tamamen mahvolduğu, onlar için artık kurtuluş ümidi kalmadığı...

Yarım saat sonra Vassya, ninesinin şalına sarılmış, okulun yoluna düşer ve o zamana kadar hiç ses çıkarmamış Putohin, tarifi imkânsız ıstırap dolu bir yüzle ayağa kalkar ve oğlunun arkasından yola çıkar. Ah, o anda oğluna seslenmeyi, onu yatıştırmayı, ondan kendisini bağışlaması için yalvarmayı, şerefi ve ölmüş annesinin üzerine yemin ederek söz vermeyi o kadar ister, o kadar ister ki... Ama dudaklarından laf yerine ancak hıçkırıklar çıkar... Bulutlu ve soğuk bir sabahtır. Okula yaklaşır yaklaşmaz, arkadaşlarının kendisini öyle görüp kadına benzeterek alay etmelerinden çekinen Vassya, ninesinin şalını sırtından çıkarır ve ceketle okula girer. Ve süklüm püklüm eve dönen Putohin, başlar hıçkıra hıçkıra ağlamaya, birbirini tutmaz laflar söylemeye. Ve daha fazla dayanamayıp kendisini annesinin ayakları altına fırlatır. Biraz kendine geldikten sonra, hemen koşup bana gelir ve nefes nefese başlar yalvarıp yakarmaya:

“Ne olur, Tanrı aşkına bana bir iş bul, yalvarıyorum!”

Ona hiç şüphesiz, ümit verir, teselli ederim.

“Oh, nihayet kendime gelebildim.” diye biraz rahat eder. “Artık aklımı başıma toplamanın zamanı çoktan geldi. Kendimi hayvan derecesine kadar düşürdüğüm yeter. Artık her şey geçti bitti. Her şey geride kaldı.”

Çok neşeli bir şekilde bana teşekkür eder; ben ki ev sahibi olduğum uzun senelerin verdiği tecrübeyle bu çeşit insanların ne mal olduğunu içli dışlı bildiğim için ona şöyle bir bakıp o anda neredeyse içimden şöyle demek gelir:

“Artık senin için çok geç, aziz dostum, çok geç! Kendini şimdiden ölmüş kabul edebilirsin!”
Benden ayrıldıktan sonra Putohin, doğru okula koşar. Okulun önünde bir aşağı bir yukarı dolaşarak oğlunun çıkmasını bekler. Ve çocuk çıkar çıkmaz yanına yaklaşıp:
“Hey, Vassya!” diye neşeli neşeli konuşmaya başlar. “Biraz evvel birisi bana iş vereceğine dair söz verdi. Biraz sabret, sana şahane kürklü bir palto alacağım. Seni liseye göndereceğim! Anlıyor musun? Liseye! Seni bir beyefendi yapıp çıkartacağım! Bir daha da içki denilen zıkkımı ağzıma vurmayacağım. Şerefim üzerine söz veriyorum, artık tövbe!”
Ve geleceğe olan inancı sonsuzdur. Ama yine akşam olur, ihtiyar kadın Yahudilerin evini temizleyerek kazandığı yirmi kopek cebinde eve döner ve bütün vücudu sızılar içinde olmasına rağmen başlar çocukların bezlerini, çamaşırlarını yıkamaya. Vassya oturur aritmetik yapmaya. Yegoriç ise artık çalışmamaktadır. Artık o da tıpkı Putohin gibi kendisini tamamıyla içkiye vermiştir. Tanrı Putohin’den razı olsun! İşte yine, içip sarhoş olmak için, içinde önüne geçilmez bir arzu duymaktadır. Oda sıcak ve içerideki hava boğucudur. İhtiyar kadının içinde çamaşır yıkadığı leğenden çıkan sıcak buharlar odanın içini doldurmaktadır.
“Gidiyor muyuz?” diye Yegoriç sert sert sorar: Putohin’de cevap yok. Sabahki hadiseden sonra dayanılmaz bir ıstırap ve bedbinlik içinde olduğu belli. Üstelik bir de verilmiş sözü var: Ağzına bir daha içki dokundurmamak... İçkiye olan dayanılmaz arzusuyla, verilmiş şeref sözü bir an çarpışırlar ve... ve sonunda, besbelli, dayanılmaz arzusu galip gelir. Malum hikâye...

Gece yarısına doğru, Yegoriç ve Putohin evden çıkıp meyhanenin yolunu tutarlar. Ve sabahleyin, Vassya, ninesinin şalını bulamaz...

İşte bu dairede cereyan eden dram buydu. Şalı da içki almak için sattıktan sonra Putohin, bir daha eve dönmedi. Nereye kaybolup gitti, bilmiyorum. O ortalıktan sırra kadem bastıktan sonra ihtiyar nine kendini evvela içkiye verdi, ondan sonra da hastanenin yolunu boyladı. Küçük çocukları ise akrabaları mı yoksa bilmem tanıdıkları mı himayeleri altına aldılar. Vassya da şu karşıdaki çamaşırhanede çalışmaya başladı. Gündüzleri çamaşıra yardım ediyor, akşamları da gidip çamaşırcı kadınlara bira getiriyordu. Bir müddet sonra oradan kovuldu. Genç bir kadının hizmetine girdi. Bu kadının adına sağa sola haber götürüp getiriyordu. Ve kısa bir zamanda adının “tehlikeli müşteri’ye çıktığını işittim.
O zamandan beri ne oldu, bilmiyorum.

Ve işte şu gördüğünüz odada, yollarda çalgı çalarak para kazanan bir adam tam on sene oturdu. Ve öldüğü zaman, kuş tüyü yatağının içinde tam yirmi bin ruble buldular.

SON EKLENENLER

Üye Girişi