Aşağı yukarı iki bin yıl Avrupa tiyatrosu ölüydü. İ.Ö. 400 yılından İ.S. 1600 yılına kadar tek bir büyük oyun yazılmadı. Euripides'den Lope da Vega'ya, Marlowe'a; Shakespeare'e uzanan boşlukta tiyatro sahneleri kıraç toprak gibiydi.
Yunan tiyatrosu dört ya da beş yüzyıl, İ.Ö. beşinci yüzyılda yazılmış oyunları oynamakla yetindi, onlara önemli bir şey ekleyemedi. Ondan sonra gelen dört ya da beş yüzyılı Roma tiyatrosunun düşüşü, fazla olgunlaşmış bir meyve gibi çürüyüp kuruyuşu doldurdu. 476'da Roma'nın yıkılmasından yüz yıl sonra başlayıp karanlık çağların sonuna, on birinci ya da on ikinci yüzyıla kadar süren uzun bir zaman boyunca da "tiyatro" diye bir yer yoktu. Gezici oyuncular ise tiyatroyu kurtaracak, yükseltecek durumda değillerdi. On ikinci yüzyılda Gotik katedrallerin, on üçüncüde Dante'nin, on dördüncüde Petrarch'ın gelişi kiliseden pazar yerine atlayan dinsel oyunların ortaya çıkmasına yol açtı. Ama büyük oyun yazarlarının yetişmesi için, derebeyliğin, şövalyeliğin, kilise devletinin yıkılıp gitmesi, baskı makinesinin, Reformasyon un, Eski Yunan yapıtlarının ortaya çıkarılışının, Amerika'nın bulunuşunun - kısacası Rönesans'ın - üzerinden epeyce zaman geçmesi gerekti.
Ortaçağ tiyatrosu çok tuhaf bir tiyatroydu. Devam edebilmiş olmasının gizi insanoğlundaki oynama isteği ile oynayanları seyretme isteğinde aranmalıdır. Gezici oyuncular yalnız oyunlar oynamakla kalmaz, cambazlık, hokkabazlık, saz şairliği, kuklacılık da ederlerdi. Bütün bunların yanı sıra devletin, kilisenin yasaklarından kaçarak yaşamayı da iyi bilmek gerekiyordu. Ama tiyatroyu yasaklamış olan Katolik Kilisesi sonradan onun canlanmasına öncülük etti.
(S. Kemal KARAALİOĞLU, Ansiklopedik Edebiyat Sözlüğü, İnkılâp ve Aka Kitabevleri, İstanbul 1983.)