Kullanıcı Oyu: 0 / 5

Yıldız etkin değilYıldız etkin değilYıldız etkin değilYıldız etkin değilYıldız etkin değil
 

Bu Konuyu Facebook Profilinde Paylaş

'Evim'den sürgün olmuş, çıplak kalmıştım. Üşü­yordum, biteviye tedirgindim. Hayat büyüktü, ben ise küçük... İnsanı masalın içine çeken okumak denen afet-i canana tutulmuş, düştüğüm kitap sayfalarıyla gi­yiniyor, çıplaklığımı gideriyordum. Bir şeyler bilmek ve anlatmak için değil, üşümüşlüğüme ve tedirginliğime iyi geldiği için kitapların koynuna sokuluyordum. Böy­lesi okumalardan emdiğim süt bir süre sonra 'metinler' şeklinde göğsümden döküldü. Hayır, deneme veya öykü yazmaya çalışmıyordum! Benimkisi, 'kendimden dışarıya çıkmak' ihtiyacıydı. Bir 'tür'e karşılık gelmek veya bir formu doldurmak üzere yazılmamış metinleri­min okuyucuları beni 'deneme yazarı' bildiler. Ben de kendimi 'insanın denemeci hâli' üzerine düşünürken buldum. Denemedeki 'ben'i yani...

 

Hiç şüphesiz yirmi yıl öncesinden bugünü göre­mezdim. Yazıldığım yurtsuzlukta bana bir yurt olan ki­taplarda yapacağım/yaşayacağım yolculuğun bana 'yazar-denemeci' elbisesini giydireceğini nereden bile­cektim!? O uzun yolculuğun ve yaşanmışlığın beni içi­ne bıraktığı 'bugün'de sekiz kitabın üzerinde imzası olan biriyim. Okumalardan emdiğim sütün göğsümden dökülmesinden başka bir şey olmayan metinlerim 'deneme' olarak isimlendirildiği için bugün bu cümleleri kuruyorum. Susamış adamın su içme sorunu ol­maz, suyu çok güzel içer. Suyu çok güzel içmiş adama 'su içmek nasıl bir şeydir?' dediğinizde ise susakalır, bi­raz önce içinden geçtiği durumu izah edemez. Ben o kadar yıl içinde yazarken rahattım, şimdi bu masada eylediğim üzerinde düşünürken zorlanıyorum.

Yazı'nın benim için neye karşılık geldiği konusunu düşünmüşlüğüm vardı, ama yazılarıma elbise olmuş 'deneme'nin mahiyetini bir vesileyle düşünmeye baş­ladım. Deneme üzerine yaptığım okumaların hepsi 'ben ülkesi'nden bahsediyor, denemenin ben'in dili ol­duğunu söylüyor. Anladım ki. bir 'denemeci'yim. Bu keşif şaşırtmadı beni, çünkü okuma ve yazmalarımın merkezinde 'benimin kendisi duruyor. Derdim kendimledir! Kendimi kavramak ve var kılmak çabası için­de kitaplara gitmekteyim, yazdığım yazılar da, kitapla­ra yaptığım yolculuklardan inşa ettiğim 'ben'imin ifadesidirler.

Evet deneme 'ben'e, şahsiliğe işaret eder. Bu 'ben'i açmak gerekir diye düşünüyorum. Malum, adı Montaigne olan deneme on altıncı yüzyılda doğuyor, Türk Edebiyatı'nda görünmesi ise Tanzimat ve Servet-i Fünun ile oluyor. Dolayısıyla deneme öncesine, 'biz'in diliyle konuşan zamanlar diyebiliriz. Bu dönemlerde, 'ben'in içinde eridiği meta bir dil vardır; ben konuşmu­yor, 'ben'e konuşuluyor. Montaigne'nin çıkışı devrime giden bir Fransa'da gerçekleşiyor. Bizde ise deneme, imparatorluğun çözüldüğü, Cumhuriyet'e doğru gidil­diği bir aralıkta...

Hiç şüphesiz deneme'de görünen bu ben'de hü­manist paradigmanın izleri vardır. Batı'da Montaigne ve Bacon, bizde Nurullah Ataç ve Sabahattin Eyüboğlu okunduğunda bu izlerin adresi bellidir: Hüma­nizm Hümanist paradigmanın ben'i ise Tanrı'dan ve büyük anlatılanlardan bağımsızlığı imliyor. Varlık'ın merkezi olan kurucu bir ben, 'dolaysız özne'... Edebi­yatın gövdesinde olan roman bu ben'in trajedisine ve itirafına yaslanmış, Montaigne ve Bacon'un geliştirdik­leri denemede bu ben'in dili vardır.


Bu yüzdendir ki, bizde hep şu cümle kurulmuştur: Doğu'nun. inanmış insanın romanı mümkün değildir. Bu ben Tanrıdan, meta hikâyelerden, büyük anlatılar­dan, "bütünden kopuşu imliyorsa şu da sorulabilir: Doğu'da ben mümkün müdür, inanmış insan 'ben' olabilir mi? Roman sorusunun ruhuyla gelişen dene­me sorusunun cevabı da bellidir: Doğu'da ben yoktur, dolayısıyla olmayan bir ben'in denemesinden de bah­sedilemez.

Hiç şüphesiz bu değerlendirmelerdeki Doğu bir metafordur ve hümanist paradigmanın dışını göster­mektedir. Doğu'dan, inanmış bir adam olarak şunu söylemek isterim: Doğu'da 'ben' mümkündür, inanmış insan 'ben' olabilir, dolayısıyla inanmış ben'in dene­mesi de kendincedir. Ancak Doğu'nun ben'i, Batı'nın ve hümanist düşüncenin kurduğu ben değildir. Doğu­lu ve inanmış bir ben'dir bu! Ne 'bütün'den kopuktur, ne de büsbütün onda yok olmuş bir eriyiktir.

İnanmış ben şöyle düşünür: İnsan bir imkân olarak yaratılır, öylece yeryüzüne bırakılır. Kendisinden beklenen, 'imkân'dan 'mümkün'ü çıkartmaktır. Hayat' sana, kendisini ikame etmesi için bahşedilmiştir. insana, 'Kendini bil!' denilmiştir. Dolayısıyla inanmış ben" ancak kendini bilenin Rabb'ini bileceğine inanmakta dır. İnsanın kendini tanıması, kendisini inşası anlamına gelir. İnsan ise varlığın bütününde yatmaktadır. İçine bırakıldığı Varlık dünyası, bu dünyada yaşanır olan hayat, hayatın açılımı olan her bir şey okunası metin­lerdir. 'İkra!' hitabı bunu söyler. İnsan dışarıda, bu okunası metinlerde kendini toplayarak inşa olur.

İnanmış olarak öyle bir inşayım ki, Varlık'ta kay­bolmayan, Varlığı kendinde toplayan bir 'ben'im. Hem Varlık hem de ben, kendi başlarına var olmayan dolaylı varlıklarız; dolaysız var olmuş Tanrı ile var ol­muş şeyleriz. Tanrı'dan bağımsızlaşarak var olmuş hü­manist ben Varlık karşısında yalnız başına kalırken, ben Tanrı'ya yaslanarak Varlık'tan azade olup özgürleşiyorum. Varlık ile başa çıkmak gibi bir meselem olmu­yor, onun koynunda kendi inşamla meşgul oluyorum. Batılı ben'in trajedisi varlık ile çatışmasından doğarken benimkisi sonluda sonsuzu ikame etme mesuliyetim­den doğuyor.

Hem Batı'nın hem de Doğu'nun denemesi için şu­nu diyebiliriz; ikisi de 'ilm-i hâl' bilgisidir. Denemeci ol­duğu hâl üzere 'yazı'ya dökülür. Denemede görünür olan şey yazarın şahsi hâlleridir. İlginçtir, Hallaç'ı ölü­me götüren durum 'şahsi hâl, deneyim' olarak değer­lendirilmiştir. İrfani metinlerin tümüne böyle bakılmış, 'şahsi ve kalbi bir yolculuktan aktarılan notlar' şeklin­de okunmuştur.

Nihat DAĞLI

SON EKLENENLER

Üye Girişi