Kullanıcı Oyu: 4 / 5

Yıldız etkinYıldız etkinYıldız etkinYıldız etkinYıldız etkin değil
 

DÜŞE ÇAĞRI-NURULLAH ATAÇ

Severim gerçekçi edebiyatı. Bu yaşa değin en çok onun ürünlerini, o yolda yazılmış hikâyeleri, romanları, hep o çığırı öven denemeleri, eleştirmeleri okudum. Bir hikâyede, bir romanda anlatılanların, gerçekte olanlara benzememesi, çok kimseler gibi benim için de büyük bir suçtur. Peri masallarından, dev masallarından çocukluğumda bile pek hoşlanmadım. Olmayacak şeyler, benzerleri görülmeyecek insanlar anlatan hikâyeler arasında beğendiklerim yoktur demeyeceğim, ama onlarda da gerçeği aradım: "Bütün bunlar gene bir doğruyu söylüyor, ancak yazar gerçeği bir düşle örtmüş, kaldırın o örtüyü, arasından BÂKİn, gerçeğin ta kendisini, çırılçıplak doğruyu bulursunuz" diye düşünürüm.

Bunun içindir ki bugünkü yazarlarımızın çoğunun gerçekçiliğe özenmelerine göneniyorum. Bize hayatı anlatıyor, her gün gördüğümüz insanları tanıtıyorlar, okurlara çevrelerindekilerin de kendileri gibi düşünen, duyan, dertler çeken birer varlık olduğunu sezdiriyorlar, insanoğlu, çoğu bencildir, yalnız kendiyle ilgilenir, kendi kendisiyle uğraşır da başkalarının gerçekliğini kavrayamaz. Benliğimiz içine kapanır kalırız. Bu kabuğu dışarıya değinmemize, yani temas etmemize bırakmayan bu benlik kabuğunu ancak edebiyat, gerçekçi edebiyat kırabilir. Hani şiir okumayı, hikâye okumayı boş bir iş sayıp da kendilerine yakıştıramayan kimseler vardır, siz onlar arasında başkalarını anlayan, başkalarının dertlerine, kaygılarına ortak olan birini gördünüz mü hiç?... Onu ancak edebiyat aşılar. Batılıların edebiyata "humanites" yani "insanlıklar", kişiye insanlığı, insanca duyguları, düşünceleri aşılayan bilgiler ne denli gerçekçi olursa bu ödevini o denli iyi başarır.

Evet, severim gerçekçi edebiyatı, gerçekçi sanatı, bütün çığırlar arasında onun en üstün olduğuna inanırım. Ama düşünüyorum da: "bizi alıp düşler acununa götüren bir edebiyat da gerekli değil mi?" diyorum. Bu günün birçok yazarları sanatın toplumsal görevi üzerinde türlü türlü sözler söylüyorlar. Okurları düşler acununa alıp götürmek de edebiyatın toplumdaki görevlerinden biri değil midir? Biz gerçek içinde yaşıyoruz, duvarlarını yıkıp aşamadığımız bir gerçek içinde. Onun da güzellikleri var elbette ama pek alıştığımız için göremiyoruz, tadamıyoruz o güzellikleri. Edebiyat, sanat bize o güzellikleri sezdirsin. Madame Rachilde'in (Madam Raşild) "Güneş satıcısı"nı "Le Vendeur du Soleil" (Lö Vandör dü Soley) bir türlü unutamam, çok anlattım onu okurlarıma, bir kez daha anlatayım:

Paris'in bir köprüsü üzerinde bir satıcı, bağırıyor, dil döküyor, sattığı nesnenin eşsiz güzelliklerini anlatıyor. Başına toplananlar merakla bekliyorlar: nedir acaba o adamın sattığı? En sonunda söylüyor: "Size güneş, her gün gözlerinizin önünde duran, ama sizin bakmadığınız, güzelliğini göremediğiniz güneşi satıyorum. BÂKİn; BÂKİn! Sizin bütün hülyalarınızdan güzel değil mi?" Dinleyenlerin çoğu omuzlarını silkip gidiyor, ancak bir iki kişi: "Sahi! Ne de güzelmiş!" diyorlar.

Şairin, hikâyecinin o adama benzemeleri gerektir: Bize gözümüzün önünde duran, ama alışık olduğumuz için artık fark edemediğimiz güzelliklerini anlatmaları, sezdirmeleri gerekir. Hayatın yalnız iyi yanlarını söylesinler demek mi istiyorum? Hayır. Acıları, kötülükleri, çirkinlikleri söyleyerek de o işi başarabilirler, okurlara yaşamanın güzel bir şey olduğunu sezdirirler de acılar, kötülükler, çirkinlikler karşısında irkilmenin kutluluğunu, o yürekler paralayan mutluluğu duyururlar. Bütün o acıları, kötülükleri, çirkinlikleri kaldırmaya özendirirler de insan olmanın onurunu duyururlar onlara.

Yapsınlar bunu şairlerimiz, hikâyecilerimiz, bunu yapmak için de gerçekçi olsunlar. Peki, ama yalnız bu yeryüzünün, yaşamanın güzelliğini göremeyenlere, sezemeyenlere midir sanatın yararlığı? Güneşi satan adam muradına erdi, hepimize güneşin güzelliğini anlattı, bizi hayatın biteviyeliğinden (monotonluğundan) kurtarabilir mi?... Bugün düne benziyor, yarın bugüne benzeyecek. Çeşit çeşit güzellikler var yöremizde, güneş doğuyor, batıyor, yıldızlar parlıyor, karanlık, soğuk, kasırgalı gecelerin bir de bir tadı var, çiçekler açıldı, yarın solacak, hepsi ayrı bir duygu veriyor kişiye... İyi, hepsi iyi ama hep biteviyelik içinde geçen bu güzellikler bıktırıyor, biteviye olduğu için çirkinleşiyor. Biz o biteviyelikten kurtulamayacağımızı anlıyoruz da bir perişanlık duyuyoruz içimizde. Yalnız yaşlılar mı kapılıyor bu melale?... Bu üzüntüden bizi yalnız hülya kurtarabilir. Ama hülyalar kurmak her kişinin elinden gelir mi sanırsınız? Gerçeğin güzelliklerini sezmek her kişiye vergi değildir de gerçekten silkinip kendine daha gönlünce bir acun kurmak her kişiye vergi midir? İyi bir dinleyin kendinizi: Hülyalarınız da günleriniz gibi, hep birbirine benzemiyor mu? Çevrenizdeki gerçeğin biteviyeliğinden kurtulamadığınız gibi, hülyalarınızın da biteviyeliğinden kurtulamıyorsunuz, onlar da sizin için, gerçek sahibi, birer duvar olmuyor mu? Size yeni yeni hülyalar kurabilmeniz için yardım edilmesini istemez misiniz?. Toplumda edebiyatın, sanatın böyle bir görevi de vardır. Gerçekçi sanat... Doğru, en üstünü belki o. Ama ötekinin, bizi olmayacak şeyler acununa, düşler acununa sürükleyip götüren, yalanlar söyleyen, masallar anlatan sanatın gerekliliğini de unutmayalım. Bizi, biteviyelik içinde sürüp giden hayattan silkindiğimiz sanısı vererek avutan edebiyatı da büsbütün küçümsemeyelim. Hülyaya çağırıyorum sizi, o acunda ne güzel şeyler var. Ama ben bir şair, bir hikâyeci değilim ki size onları anlatabileyim.

Fransız düşünürlerinden Jules Soury'yi (Jül Sur i) bir gün yolda görmüşler; "Bütün masalları çürüttüm, yıktım. Masalsız kaldım... Bana masal verin, masal verin bana, masalsız yaşayamıyorum!" diye bağırıyor. Çıldırdı demişler onun için, belki de çılgınlıktan o gün kurtulmuştur.

NURULLAH ATAÇ

 

OLGUN KİŞİ

Her şeyin iki kulpu vardır: biri onu taşımaya elverişli olan kulp, Öteki elverişli olmayan kulptur. Şu hâlde, kardeşin sana bir kötülük ederse, onu sana kötülük yaptığı taraftan alma. Zira bu onu götürüp gitmeğe münasip olmayan kulptur. Fakat öbür taraftan yani senin kardeşin olan tarafından al, Bu suretle ona katlanabileceksin.
Hikmet ve marifette bir adamın olgunlaştığının alâmetleri: kimseyi yermez, kimseyi övmez, kimseden şikâyet etmez, kimseyi ayıplamaz olmasıdır. Mühim bir kimseymiş yahut çok şeyler bilirmiş gibi, asla kendinden bahsetmemek de olgunluktur. O, elde etmek istediği şeyde bir zorlukla karşılaşırsa, bundan, yalnız kendini mesul sayar. Kendisini metheden olursa, onunla gizlice alay eder, İtham edildiği yerde haklı çıkmağa çalışmaz; tuzak kuran bir düşmanmış gibi, kendisine karşı daima uyanıktır.
Her hâdisede, elimizde olanı yapmalı ve gerisi için sakin ve metin olmalıdır. Deniz yolculuğuna çıkmağa mecburum. O hâlde ne yapmalıyım? Gemiyi, tayfaları, mevsimi, günü, rüzgârı iyi seçmek işte elimde olan şeyler. Denize açılır açılmaz müthiş bir fırtına kopar, bu benim düşüneceğim iş değil, kaptanın vazifesidir. Gemi batıyor. Ne yapmalıyım? Elimde olanı yaparım, bağırıp çağırarak kendi kendimi yemem. Biliyorum ki her doğan ölür. Bu umumî kanundur. O halde benim de ölmem gerekecektir. Ben ölümsüz değilim. Ben bir insanım; vakit, günün bir parçası olduğu gibi ben de bir bütünün parçasıyım. Vakit gibi, ben de gelir geçerim... Geçip gitme tarzı mühim değildir, İster sıtma ile olmuş ister su ile hepsi bir...
(Epiktetos, Büyük Feylesoflar Antolojisi, Çeviren: Burhan Toprak)

Epiktetos: Birinci asırda yaşamış bir Yunanlı feylesoftur. Sert ve soğukkanlı bir ahlâk felsefesi kurmuştur. Roma'ya esir götürülüp satılmış, fakat buna üzülmemiş ve fikirlerini yaymaya devam etmiştir. Rivayete göre, bir gün efendisi, zaten sakat olan bacağını kırmakla eğlenirken o sükûnetle: "Oynama kırarsın!" demiş. Bacak hakikaten kırılınca da “Kırarsın demedim mi”den ibaret bir tepki göstermiştir. Bize kalan eserleri Sohbetler ile Düşünceler’dir.

 

CADDELER

Paris'te, Londra'da, Roma'da veya büyük bir Avrupa şehrinde dikkati ilk çeken manzaralardan biri, göz alabildiğine uzanan, vasıta ve insan kalabalıklarının aktığı geniş caddelerdir. Büyük şehir böyle, yüzlerce cadde ve sokaktan ibarettir. Hiç birinde tıkanıklık, çamur, bozukluk, gözü ve ayağı rahatsız eden bir şey yoktur. Hayat bu güzel cadde ve sokaklardan sıhhatli bir çocuğun damarlarından akan bir kan gibi, rahat bir şekilde akar, gider. Bunun asap üzerinde dinlendirici bir tesiri olduğunu, Şark'tan gelenler derhal hissederler.
Karışıklık, eğri büğrü oluş, ikide bir engelle karşılaşma, tıkanma, aksama, sinirleri bozmak, için birebirdir. Avrupalıların sakin oluşları, kendilerine hâkim gözükmeleri, başlarını dik tutmaları, bana Öyle gelir ki bu düz yollarla yakından alâkalıdır. Bu düz yollar, onları hayatlarının başka sahalarında da düz çizgileri aramağa, tabiatın ve hayatın arızalarını gidermeğe, her şeye bir nizam vermeğe alıştırmıştır diye düşünürüm. Fakat bunun aksi de doğru olabilir. Onlar kafalarının içinde bir nizam olduğu için, şehirlerine ve hayatlarına bu düzeni vermişlerdir, demek belki hakikate daha uygundur. Zira onlar yalnız caddelerinde değil, her yerde ve her şeyde bir nizam ararlar. Descartes'in "Usul Hakkında Nutuk" adlı kitabı, bunun en kuvvetli delilidir. "En karışık, aslında nizamsız olan şeylerde bile bir nizam arayacaksın". Çok sabit gibi görünmekle beraber, bu, dünyayı ve hayatı değiştiren bir fikirdir. Bu fikirle karmakarışık gökyüzüne bakın, nizamı arayın, Kopernik'i, Newton'u, Einsteine'ı hayran bırakan ilâhî düzeni bulursunuz. Hayata bu fikri tatbik edin, sonu ebedî bir nizama varan ihtilâller yaratırsınız. Geometrinin tabiata tatbiki bütün güzelliklerin kaynağıdır. Tabiat âsi, tabiat karışık, tabiat korkunçtur. Düz ağaçlıklar, karışık ormanlardan daha güzeldir. Sahilleri sağlam rıhtımlarla çevrilmiş, deniz ve nehir, huzur vericidir. Nizâmın en güzeli, hiç şüphesiz karma karışık seslerin ruhu uçuran bir âhenge büründüğü musikî eserleridir, Valery, sanatı "kaosu kozmos hâline getirmek", "karışıklığa nizam vermek" diye tarif ediyordu. İster tabiat, ister hayat, ister sanatta olsun bıktırıcı olmayan bir düzene sokulmuş her şey güzeldir. Büyük, geniş, sağlam caddeler, Avrupa şehirlerinin en güzel süsüdür. Onlarda dolaşırken içimde bir ferahlık hissediyorum.

(Mehmet Kaplan, Hisar, Sayı 44, Ağustos 1967)

 

ŞARKI, SEVGİ VE AŞK-OĞUZKAN BÖLÜKBAŞI

"İster doğru ister yanlış seviyorum lanet olsun" diyor Erol Evgin. Sevginin yanlışı olur mu, sevmek bireysel bir eylemdir, tek yanlı olabilir, karşılığı olması şart değildir, olursa güzel olur. Yürek birini, bir şeyi sevmeye layık bulduğunda sever. Niçin sever, neden sever? Daha önemlisi akıl mı sever, yürek mi? Bence akıl sever. Niçin sever, çünkü aklın olumlu duygulara ihtiyacı vardır, insandaki id'i azaltmak, köreltmek, yaşama sarılmak için sever. Neden sever, gün doğduğunda yataktan kalkmanın sebebidir sevgi, topluma karışmanın sebebidir, kazanma arzusunun sebebidir sevgi. Sevgi, sevileni güzelleştirme çabasıdır, bazen savaşa dönüşür.

Sevilen seçilmeli midir? Yani yaş, mevki, sosyal yapıya bağlı olarak, sevgi gösterilecek kişi farklı mı olmalıdır? Bu soruların cevabını evet olarak veren kişi sevmeyi bilmiyor demektir bence, çünkü seven akıl düşünmeyi unutmuş akıldır, düşünen akıl sevmeyi beceremez, sevgide karşılık arar, çiçeği kokusu için sever ama koparır, kadınsa erkeği, erkekse kadını karşılığını aldığı kazançlar için sever. Akıllı sevmenin tükenişi hızlı olur, akılsız sevgiler uzun sürer. Ben akılsız sevgilerden yanayım. "İster doğru ister yanlış seviyorum lanet olsun" denildiği gibi sevgilerden yanayım. Geleceği planlanmış sevgilerde evdeki hesap yarına uymaz, aslında dün ve yarın yoktur,bugün vardır, yaşanan an vardır, o anın güzelliği vardır.

Sevgi nasıl gösterilir veya ifade edilir? En büyük sıkıntı burada. Çünkü sevilen sevgiyi ve buna bağlı ifade tarzlarını ret edebilir. Çünkü her sevgi ifadesinin altında bir beklenti olduğu kanısı insanlarda oldukça yaygındır. Bu beklentinin ne olduğu konusunda çoğu kişi en olumsuz düşünceyi kafasında taşır. Yani bir çıkardan veya bir istismardan korkar. Süper egonun çok gelişkin olduğu bizim gibi toplumlarda, davul dengi dengine, ne kadar ekmek o kadar köfte, almadan vermek Allah'a mahsustur, yaşının adamı ol, hanım hanımcık ol, sözleri hep bu korkunun yansımasıdır.

Sevmeyi bilmeyen bir toplum, sevgi mezarlıkları kazar, acılı şarkılarla gününü geçirir. Sevginin şekil değiştirebileceğini, sonu olduğunu anlayamaz. Sevdiğini kimseye yar etmemek için vurur, kendini acınacak durumlara düşürür. Oysa sevgiyi yoğun yaşadığı anların güzelliğinin tadını çıkarmak onu güzel anılar arasına koymak yerine, sevgiyi bir mülkiyet unsuru olarak görür. Ölüme kadar sürecek sevgileri yaratmayı, yeşertmeyi bilmez. Sevgi bir mahkumiyetmiş gibi görünür.

Sevgili sözcüğü, sevgilim sözcüğünden daha güçlüdür. Birincisinde mülkiyet yoktur sadece bir algılama vardır, ikincisinde mülkiyet çok etkindir.

Sevmek mi güzel yoksa sevilmek mi der bir şarkı. Sevmek kadar güzel bir başka şey var mı? Sevmek bir gün sevilmeyi getirecektir zaten. Love Story romanında aşk "hiçbir zaman pişman olmamaktır"diye tarif edilir. Bence aşkın, sevginin tarifi budur. Yaşanma şekli, sonu ne olursa olsun, pişman olunmaması gereken, değmezmiş denmeyecek kadar kişisel bir algılamadır sevgi ve aşk.

Seni seviyorum dediğinizde bu beni sen de sev anlamına gelmemeli. Seviyorum sözcüğü o denli kişisel bir sözcük ki, niye kalabalıklaştıralım. Karşıdaki severse sever. Sevmek sevene sorumluluk yükler sevilene değil.

Bugün bunları yazmak istedim, ya da bölüşmek, sevgili okuyucularım. Doğru olmam şart değil, sadece bu benim düşüncelerim, katılmak veya katılmamak konusunda her zaman olduğu gibi özgürsünüz. Ama yine de meraktayım, ne diyorsunuz?

İLGİLİ YAZILAR

11.SINIF DENEME SLAYTI

DÜZYAZI TÜRLERİ TEST -DENEME 

DENEME ÜZERİNE BİR DENEME

DENEME ÖRNEKLERİ

DENEME ÖRNEĞİ-GÖZ CANLININ NERESİNDE?

DOSTLUK-DENEME ÖRNEĞİ

DENEME ÖRNEKLERİ - MUSTAFA KUTLU'DAN

 

 

SON EKLENENLER

Üye Girişi