Kullanıcı Oyu: 1 / 5

Yıldız etkinYıldız etkin değilYıldız etkin değilYıldız etkin değilYıldız etkin değil
 

 

Deneme bir edebi tür olarak, kolayca tanımlanabi­lir mi? Ben bunun kolay olmadığını düşünüyorum -ve galiba, bazı türler arasına ayırt edici sınırlar çizmenin mümkün olmadığını da!

Benim 'Budalalığın Keşfi' ile, mesela Nurullah Ataç'ın, Nermi Uygur'un ya da Sabahattin Eyuboğlu'nun denemeleri türsel olarak benziyorlar mı birbir­lerine? Belki de benzer yanları vardır, ama ben, ben­zerliklerin değil farklılıkların öne çıkması gerektiğini düşünüyorum. Benim 'Geçmiş Yaz Defterleri', örne­ğin, 'anı' olarak da, 'günce' olarak da okunabilir; 'deneme' olarak da!

İlk deneme kitabımın adı, 'Denemeler, Karşı-Denemeler'di. Biraz da, Malraux'nun Antimemoires'ının adından esinlenerek, kitaptaki bir bölük denemeye, 'karşı-deneme' demeyi daha doğru bulmuştum. 'Kar­şı-Deneme, benim, Sabahattin Eyüboğlu'nun deyişiy­le, 'gülen düşünce' diye tanımlamayı yeğlediğim bir deneme türü. Ayraç içinde belirteyim: 'Gülen düşün­ce' deyişinin, şimdi, sadece 'karşı deneme' için değil, genel olarak 'deneme' türü için kullanılabileceği kanı­sındayım. Bu deyiş, 'mizah' sözcüğüne karşılık olmaktan çok, 'deneme'ye uygun bir tanım gibi geliyor bana. Deneme, gülümsetmeli okuru; Rabelais'in agelaste'ları gibi gülmesini bilmeyen okurlar, okumasınlar denemelerimi, derim ben...

Deneme türüne ilişkin özel tarihime gelince: İlk okuduğum denemeler, ortaokul Türkçe kitaplarındakilerdir. O yıllarda ortaokul Türkçe kitapları, bir edebiyat beğenisini temellendirmek amacıyla, özenle hazırlan­mışlardı. Elbette, öteki türlere olduğu gibi, denemeye değer veriliyordu o kitaplarda. Montaigne ve Ataç'ı, ortaokul sıralarında tanıdım. Ama itiraf etmeliyim ki, ortaokul yıllarımda deneme türü beni o kadar ilgilen­dirmedi; lisede Behçet Hoca (Necatigil) sınıfta, Rilke'nin 'Malte Laurids Brigge'nin Notları'ndan bölüm­ler okuyuncaya kadar da ilgilendirmemeye devam et­ti. Ama Rilke'nin, hele büyük bir şairin çevirisiyle okunduğunda, düzyazı yazmaya özendirmemesi ve el­bette düzyazı hazzı'nın ne demeye geldiğini kavratma­ması olanaksızdır.

'Budalalığın Keşfi', denemeyi hem şiirsel hem de düşünsel kılma savıyla olduğu kadar, okura haz duya­rak gülmek ve gülerek düşünmek olanağını verme sa­vıyla da yazıldı. 'Felsefe Yazıları'nın, ya da 'Osmanlılık, Kültür, Kimlik'teki yahut 'Modernleşme, Oryantalizm, İslam'daki yazılarımla şiirlerim ya da denemelerim arasında bir ortak paydadan bu anlamda söz edile­mez.

Deneme yazmanın, benim açımdan, biraz da ga­zetede köşe yazarı olmakla ilgisi var. Sait Faik'in Ay Işığı' öyküsünü anımsıyor musunuz; 'Havada Bulut' kitabındadır. orada, bir gazeteye başvuran öykü kişisi­nin, gazetenin başyazarınca, deyiş yerindeyse, sorgu­ya çekilişine ilişkin bir bölüm vardır. Ağız aramakta us­ta' başyazar, 'Nasıl bir dünya arzuluyorsunuz?' diye sorar. Uzun bir söylevi vardır öykü kişisinin ve bir ye­rinde şöyle der: 'İçinde iyi şeyler söylemeye, doğru «eyler söylemeye salahiyetler kıvranan adamın, kork­madan ve yanlış tefsir edilmeden bu bir şeyleri söyle­yebildiği bir dünya...' Gazete yazarlığını, ben tasta­mam böyle anlıyorum. Ama sorun, sadece, 'iyi şeyler, doğru şeyler' söylemek değildir. Bence, gazete (köşe) yazarı edebiyatçı ise, etik olduğu kadar edebi kaygılar da taşımak konumundadır. 'Budalalığın Keşfi'ndeki yazıların (Çoğu, benim 'Zaman' gazetesinde yayımlan­mış olan köşe yazılanındır.), 'deneme' türünden yazı­lar olması ve 'deneme' türüne, meylimin daha da art­mış olması, bundan dolayıdır.

"Edebiyatçıların gazetelerde 'köşe' tutmaları"na gelince, hemen belirtmeliyim ki, sayıları geçmişe oran­la çok az. Siyasal yazılarındaki ideolojik tavra hiç katıl­mıyor olmakla birlikte, benim için, Türkiye'deki edebi­yatçı 'köşe' yazarlarının en değerlisi, Oktay Akbal'dır. Attila İlhan, ne yazık ki, bir edebiyatçı gibi yazmadı ya­zılarını; -bir 'fikir adamı' olmaya özendi ama maalesef, bunun için gerekli entelektüel donanımı yetersizdi! Özdemir İnce'ye gelince, ne edebiyatçı kimliğine ne de fi­kir adamı kimliğine ilişkin en küçük bir ima taşımıyor yazıları... Zülfü Livaneli'yi saymıyorum;- çünkü 'Bu­dalalığın Keşfi'nde de yazdığım gibi, onu (bana göre, elbet!) ne edebiyatçı ne de fikir adamı kabul etmek olanağı var. Oysa bundan elli yıl öncesini düşünün: Peyami Safa'nın 'köşe' yazılarını, 'Cumhuriyet'in ikinci sayfasındaki makaleleri: Tanpınar'ın, Hasan Ali Yücel'in, Bedri Rahmi'nin, daha sonra da Melih Cev­det'in makalelerini ve köşe yazılarını... Mehmet Ke­mal'i unutmamalı. Nereden nereye...

Şunu da söylemeliyim:'Felsefe ve Ulusal Kültür'de­ki yazılarım, daha 1970'li yılların başında, benim entelektüel ilgilerimin nasıl bir edebî ve fikrî bir form için­de dile getirilmek istendiğine ilişkin ipuçlarını veriyor­du. Edebî ve fikrî anlamda uzun soluklu, hacimli ('tuğ­la gibi'?) düzyazı yapıtları üretmeye uzak durdum da­ima. Bunda şüphesiz söylemek istediklerimi döndürüp dolaştırmadan, ayrıntılarda yitip gitmeden toparlama kaygısı ağır basıyor.

Sözü uzatmayayım, deneme, benim için gerçekten ideal bir form. Dokunduğu her şeye bir bakış, bir de­rinlik, fikrî ve edebî bir boyut katan' bir tür. Makale ile farkı da, bana göre elbet, öncelikle üslupta (makale, öznesizdir) ve referansların sunuluş biçiminde: Maka­lede, alıntıladıklarına, dipnotlarda, sayfa numarasına varıncaya kadar, vermek zorundasınızdır; -denemede ise, sadece kitabın ya da yazarın adını (metnin içinde) verir geçerim;- o kadar!

Denemenin, yazarının entelektüel otoportresi ol­duğu söylenebilir elbet ama sadece bu kadar değil! Denemeyi, yaşanmış olan'dan bağımsız ele almamak gerek. Belki de edebî türler içinde, yazarının yaşamıy­la, yaşam deneyimleri ile zorunlu olarak, birebir ilişki içinde olan tek tür, denemedir. Öteki türlerde, yazarın yaşamıyla ilişki, zorunlu değil, olumsaldır; olsa da olur, olmasa da olur! Ama denemede durum öyle değil. ,Budalalığın Keşfi'nde hem fikri hem de bireysel yaşa­mıma ilişkin denemeler var, biliyorsunuz.

Fikrî deneyim, elbette, okumalardan geliyor. Be­nim oldukça geniş bir entelektüel ilgi alanım var. Ede­biyat, Felsefe, Antropoloji ve Dinbilim, özellikle de İs­lam Kelamı ve elbette Tasavvuf. Bir ara çok ciddi Fre­ud çalıştım; özellikle de Popper, Sartre, Wittgenstein'in Freud okumalarından yola çıkarak. Boğaziçi Üniversi­tesi'nde verdiğim Yaz Okulu derslerinde bu konuyu ele aldığımı, sanırım, öğrencilerim anımsıyorlardır. Marksizme gelince, o, gençlik yıllarımdan beri, üzerin­de çalışmayı hiç savsaklamadığım 'büyük anlatı'dır. Eh, 75 yaşımdayım. Baudelaire'in o güzelim 'Spleen'lerinden birinde dediği gibi, 'sanki bin yaşındayım, o kadar hatıram var' ('J'ai plus de souvenir que si j'avais mille ans'). Bunlardır beni deneme yazmaya yönlendiren... Sait Faik'in öykü kişisi gibi, 'içinde iyi şeyler söylemeye, doğru şeyler söylemeye salahiyetler kıvranan' biri olup çıkıyorsunuz bunca yaşantı, dene­yim ve okumalardan sonra...

Deneme, felsefi düşüncenin önünü açabilir mi; evet, açabilir! Düzyazı geleneği, bir düşünce geleneği­ne dönüşünceye kadar, felsefi düşünceler, tıpkı Sokrates-öncesi doğa filozoflarınınki gibi, şiirsel söylemin içinden dile getiriliyordu.

Unutmamak gerek: Tanpınar, Akif Paşa'nın 'Âdem Kasidesi'ni bir felsefi metin sayıyordu. Öte yandan, Lyotard'ın duyurduğu gibi, 'büyük anlatı'ların sonu geldiyse, Aristoteles, Kant ya da Hegel türü 'büyük (felsefi') sistemler'in de sonunun geldiğini düşünüyorum. Bu bağlamda en büyük öncü Nietzsche, sonra da Wittgenstein olmuştur. Wittgenstein'den sonra, büyük sistemler, bana olanaksızmış gibi görünüyor.

Şunu demek istiyorum: Batı'da da, bizde de, felse­fi düşünce, artık, Blanchot'nun deyişiyle,'parçalı yazı' (écriture fragmentaire') olarak üretilecek gibi görünü­yor. Deneme de, bence bu tür yazı için ideal bir örnek­çe...

Deneme, eğer gazete yazarlığıyla bağlantılıysa, el­bette, güncel sorunlardır öne çıkan: Burada 'güncel sorunlar' sözünün yanlış anlaşılmaması gerekiyor. Be­nim için 'güncel' olan, sıradan herhangi bir 'köşe' ya­zarı için 'güncel' olan değil elbet; onun arkasında giz­lenmiş, doğrudan verilmemiş olandır! Bakın, mesela budalalığı ele alalım. Bence budalalık, benim anladı­ğım anlamda 'güncel' bir sorundur. Zarif nüktenin ye­rini, kaba mizahın alması,'güncel'dir. (Ayraç içinde be­lirteyim: Nasreddin Hoca'sından İncili Çavuş'una, Bektaşi fıkralarına kadar uzanan incelmiş bir mizah ge­leneğine sahip olan bu toplum, nasıl oluyor da, bugü­nün o budalalaştırıcı 'stand up'çularının, 'showman'lerinin kaba nüktelerine gülüyor? Gülmek, düşünmektir elbet; kuşkusuz, neye gülündüğü de, düşüncenin dü­zeyi konusunda şaşmaz bir ölçüttür.)

Denemelerin, bir düşünce sistematiği geliştirdiği doğrudur. Daha önce de belirttim: Ben modernliğe, hele Türkiye'nin modernleşmesi söz konusuysa, ciddi kuşkular ve tedirginliklerle bakan bir okuryazarım. Di­le, düşünceye, belleğe, yere, mekâna, aidiyete dair olan düşüncelerimin, tümüyle, modernleşme ile ilişkili bir sistematiğe dayandığı söylenebilir. Türkiye'de sa­hih bir aydın olma konumu, Modernleşme/Gelenek sorunsalı göz ardı edilerek temellük edilemez. Bir Peyami Safa'ya, bir Hilmi Ziya Ülken'e, bir Tanpınar'a, bir Ülgener'e, Cemil Meriç'e ve Kemal Tahir'e bakınız, bu kavramları, hangi bağlamda ele almışlar, görürsü­nüz. Türkiye'de sahih bir aydın olmanın önkoşulu, di­le, belleğe, mekâna ve aidiyete dair sorunları, mo­dernliğin gelenekle olan kopma ve kopçalama (Lacan'cı anlamda: 'Le Point de Capiton') ilişkileri bağla­mında ele almaktır. Sahih bir Türk aydınının düşünce sistematiği bu olmalıdır.

Hilmi YAVUZ

SON EKLENENLER

Üye Girişi