Kullanıcı Oyu: 5 / 5

Yıldız etkinYıldız etkinYıldız etkinYıldız etkinYıldız etkin
 

(Roman-Hikâye)

Hikâye ve romanı tek bir bölümde ele almamın sebebi, çoğunlukla yazarların hem hikâye hem de roman yazmalarıdır. Bir edebiyat terimi olarak roman tarifinin dilimizde Namık Kemal tarafından 1888'de Celâl mukaddimesinde1 yapılmasına rağmen 1891'de Halit Ziya Uşaklıgil'in Hikâye adlı kitabında" romanı anlatırken "hikâye" demesi dikkati çeker. Roman, hikâye, büyük hikâye gibi çeşitli adlar birbirinin yerine kullanılmaktadır. Küçük hikâye romandan ayrı bir türdür ve hikâyeyi romana geçiş vasıtası olarak görmeyerek ömrü boyunca hikâye yazan çok değerli yazarlarımız vardır. F. Celâlettin, Haldun Taner, Tomris Uyar, Nursel Duruel. Bazıları ise roman yazmalarına rağmen hikâyeci kimliğiyle kalmışlardır: Memduh Şevket Esendal, Tarık Dursun K.

Zaman zaman edebiyat ortamını hareketlendirmek için "bizde roman (veya şiir, edebiyat) yoktur" türünden sözler söylenir ve bu iddialar üzerine uzayıp giden tartışmalar başlar. Tartışmalar bu konular üzerinde yeniden düşünme fırsatı verdiği için yararlıdır ama ben bu türlerin bizde olduğuna ve sanıldığından güçlü ve güzel olduğuna inanıyorum.

Roman ve hikâyenin bizde başlamasının batıdan farkı şudur: Batı kendi destan, hatıra, denemelerinden hareketle romana gelmiş ve bugüne ulaştırmıştır. Batılının daima geliştirerek, değiştirerek yenilemesine karşılık bizde şekillerin donarak aynen tekrarlanmaları söz konusudur. Eskiden Türk toplumunun roman ihtiyacını halk hikâyeciler ve meddahların anlattığı destan, halk hikâyeleri, masallar oluşturmuştur. Klasik şairlerimiz onları mesnevilerde tekrarlamışlardır. Halk hikâyelerinin yazıya geçmemesi veya geç geçmesi onların gelişmesini izlemekten bizi mahrum bırakmaktadır. Zaten bunlar halk hikâyeleri diye küçümsenmiş, temâşâ sanatlarında -yine sözlüde kalmak şartıyla- devam etmiştir.

Roman önce birkaç çeviri (ilk çeviri Fenelon'dan Telemak'tır 1862) ile başlamıştır. Önde gelen yazarlarımız kalemlerini romanda da denemek isteyince "hikâye anlatma" geleneğinden ve bu geleneğin örneklerinden yararlanmak gerekmiştir. Batı edebiyatını çağdaşlarından daha iyi bilen Şemsettin Sami'nin çok acemice de olsa Taaşşuk-ı Talât ve Fıtnat’ ta (1872) geleneksel halk kültürü unsurlarını kullanması anlamlıdır.

Batı roman örneğine göre roman yazmayı hedefleyen Namık Kemal'in yanında Ahmet Mithat Efendi geleneği yeni bir şekilde canlandırmayı tercih ederek halk için, öğretici romanlarını, hikâyeleri yazdı. Bunların etkisi sanıldığından fazladır. İlk kadın romancımız Fatma Aliye'yi de destekleyen Mithat Efendiyi Hüseyin Rahmi ve Ahmet Rasim takip etmiştir. Recaizade Ekrem ile Sami Paşazade Sezayi'nin romantik, pre-realist ve realistlerden etkilenen roman ve hikâyeleri Servet-i Fünun'un hazırlayıcılarıdır. Halit Ziya Uşaklıgil, eserin yapısını, üslûbunu ön planda tutan roman ve hikâyeleriyle romanımızın "piri" olmuştur"" Cumhuriyet döneminin sanatkâr yazarları onun eserlerini bir ölçüt olarak görmüşlerdir.

Ahmet Mithat Efendi bir Tanzimat yazan olarak Osmanlılık ideolojisine bağlıdır. Namık Kemal tarihî romanı Cezmi'siyle, Mizancı Murat Turfanda m yoksa Turfa mı (1892) romanıyla bu ideolojiye İslamcılığı katarlar. II. Meşrutiyet'te Türkçü, Turancı romanlar da yazılır. Müfide Ferit [Tek’in Aydemiri (1918)] en meşhurlarındandır. Halide Edib'in Yeni Turan'ı (1912) ilk siyasî romanlarımızdandır.

Nabizâde Nazım (1862-1893) kısa ömründe yazdığı Zehra (1896) ile psikolojik romanın Namık Kemal'inkinden çok daha gelişmiş örneğini verirken Karabibik (1890) ile de realist köy hikâyesini başlatmıştır.

II. Meşrutiyet'te hikâyede Ömer Seyfettin ve Refik Halit, romanda Halide Edib [Halide Salih] ve Yakup Kadri yepyeni seslerdir. Türkçülük akımının yer yer realist, yer yer ütopik eserlerini Aka Gündüz yazar.

Mütareke döneminde Anadolu'ya giden ve bütün Millî Mücadele dönemini Anadolu'da geçiren Halide Edib başta olmak üzere Millî Mücadele'yi İstanbul'da kalemleriyle destekleyen yazarlar, Cumhuriyet döneminin de ilk yazarları olurlar. Cumhuriyet dönemine ulaşıldığında roman ve hikâyemizde epeyce bir birikim bulunmaktadır.

Cumhuriyet dönemi edebiyatı başlangıçtan itibaren bazı temalar etrafında dönmektedir. Bu temaların başında Anadolu'ya açılma ve Anadolu insanının hikâyesi yer alır. Bu edebiyatımız bakımından en önemli yeniliktir. İstanbul'dan seyredilen Anadolu ve meseleleri artık bizzat görülecek ve anlatılacaktır. Bu yenilik de romandan önce hikâyede gerçekleşir.

Yahya Kemal Beyatlı'nın "Üç Tepe" adlı yazısında belirttiği gibi, edebiyatçılarımız önce Çamlıca'dan sonra Tepebaşı'ndan bakmışlardır, şimdi sıra ülkeye Metristepe'den bakmaya gelmiştir.

"Birkaç senedir, Yakup Kadri, edebiyatın yazı denilen cephesini kaldırarak ruh denilen ötesini görmeye çalışıyor, bu yeni meylini ilk gösterdiği satırları birkaç sene evvel çıktığı zaman hemen hemen bütün eski perestişkârları meyus oldular, yalnız Halide Edib haber verdi ki bu yeni hareket bizde edebiyatın yakasını açan harekettir. Yazıdan hayata geçti geceli muharrir Halide Edib'i unuttuk, iki sene evvel Sultanahmet meydanlarında tekbirler çekilirken önümüze düşüp bize meşale çeken bu ulvî mahlûk edebiyatı hayata nakletti. O gün, o meydanda o tekbîr sesleri ortasında siyahlarla görünen insan, hafızamıza yeni şahsiyetini o kadar kudretle hakketti ki eski hayalini hatırlayamıyoruz. Ve bize öyle geliyor ki asıl eseri de o günden başlıyor. Yakup Kadri'nin Metristepe'yi bundan sonraki Türk edebiyatının mihrakı gibi gösterdiğini işittiyse hemen tasdik etmiştir, sanırım."

Ahmet Hamdi Tanpınar, Yahya Kemal'in bu makalesiyle "yeni bir edebiyatın programını" verdiğini söyler. Gerçekten de bu üç tepe Tanzimat, Servet-i Fünun ve Cumhuriyet döneminde yazarların bakış açılarını belirtmektedir. Özellikle roman bir bakıma sosyolojik bir önem kazanır. Ziya Gökalp "Roman" adlı yazısında, halkın ve yeni nesillerin yetişmesinde roman türünün önemini belirtir ve kısaca bizdeki mazisinden söz ederek şöyle der:

"Mademki Türk halkı bugün romandan başka bir şey okumuyor ve mademki çok kitap okumak da medenîliğin miyarıdır, bugünün mürebbileri de romancılar olmak iktiza eder. Ah romancılar, ah romancılar! Bugün siz elinizdeki kuvveti biraz bilseydiniz, az zamanda memleketin ahlâkını değiştirebilirdiniz

(...)

Şiirde gördüğümüz türden bir tasnifi roman ve hikâyelere uygulamak güçtür. Çünkü 1940'ta Garip akımı gibi bir hareket roman ve hikâyede ortaya çıkmamıştır. 1923'ten sonra da roman ve hikâye yazarları tenkitçi bakış açılarını sürdürmüşlerdir. Romanda medeniyet değiştirmenin kaçınılmaz ikilemleri yazarlarımız tarafından işlenmeye devam edilmiştir. Millî Mücadele ve Cumhuriyet'in ilk yıllarında roman ve hikâyelerimizde işlenen temler şunlardır:

1. Anadolu ve Anadolu halkı. İlk romanlarda İstanbul dışı ve Ankara ile savaş bölgeleri; burada yaşayan köylüler ve onlarla karşılaşan İstanbullu görevliler ve aydınlar işlenir. Millî Mücadele ve inkılâpların anlatılması. İstanbul'dan Anadolu'ya bakış ele alınır.

2.  Eskiye ve İstanbul'a karşı, yeni değerlerin ve Ankara'nın yüceltilmesi ve Ankara'daki hayat.

3.  Zaferle sonuçlanan mücadele ve vatanın kurtulması, yeni zaferlerin kazanılacağı umudunu verir. Bundan doğan iyimserlikle tabiat, yoksulluk ve cehaletle mücadele hedeflenir. Yine de romanımızda kö­tümser bir şekilde fakirlik tabloları yer alır.

4.  Maziyle hesaplaşma bugüne kadar sürmekle beraber, 1930'dan sonra mazi ile barışılmış, hatıra­ların güzelliği dile getirilmeye, Osmanlıya karşı daha müsamahalı bakılmaya başlanmıştır.

5.  Aşk romanları, savaş sonrasının getirdiği ahlâk çöküntüsünü özellikle İstanbul mekânında iş­lenmiştir.

6.  İşçi-işveren ilişkisi. Sadri Ertem'le başlamıştır.

7.  Psikolojik eserlerle (Dokuzuncu Hariciye Koğuşu 1930) ferde dönüş başlamıştır.

8.Sıradan insanların hikâyeleri, vak'a hikâyelerinin yerini alır. Memduh Şevket Esendal, Sabahattin Ali, Sait Faik.

 

1946-1980 arası bunlara yeni temalar katılmıştır:

1.  Maziyi özlemle anış. Abdülhak Şinasi Hisar'ın eserlerinde görülür. Günümüzde etkisi o kadar hissedilen Huzur romanı 1949'da yayımlanmıştır.

2.  II. Dünya Savaşı'nın izleri ve izlenimleri, gençlik üzerindeki etkisi ve Türkiye dışındaki bazı olayların işlenmesi: İçimizdeki Şeytan (1940), Korkunç Yıllar (1956).

3.  Demokratikleşme süreci. Siyasî partilerin kurulması, ihtilâller, romanların konusu olurken, siyasî görüşlere göre de romanlar yazılmaktadır. İhtilâl ve askerî müdaheleler (27 Mayıs, 12 Mart) özellikle 1970'ten sonraki hikâye ve romanlarda çoktur.

4.  İhmal edilen, unutulan köy. İdeolojik bakış açılarıyla romanlar ve hikâyeler yazılmıştır. Bunları Anadolu'dan büyük şehirlere, özellikle İstanbul'a göçün ortaya çıkardığı gecekondu bölgelerinin anlatılması ve işçi romanları takip etmiştir.

5.Tarihî romanlarda yeni bakış açılan doğmuştur.

6.  Kadın konusu, kadın yazarların sayısının artmasıyla çeşitli cephelerden işlenmiştir. 1970 sonrası kadın konusu artık sadece aile ve çalışma hayatında değil, cinsellik açısından da ele alınmaktadır.

7.  Medeniyet değiştirme konusu bir aydın romanı oluşturmaktadır. Aydın halk farkı, memur ro­manları diyebileceğimiz eserlerde Anadolu gerçeğine yeni bir gözle bakılmasına yol açmıştır. Aydına bakış farklılaşmaktadır.

8.  1960 sonrası Almanya'daki Türklerin maceralarını işleyen eserler. Parçalanmış aileler. Gelenek­sel gurbet temi şehirleşme, sanayileşme ve yabancı ülkelerde ekmeğini arama çabasının getirdiği bin bir sıkıntı ile yoğrulur. Özellikle arkada kalan kadınlar ve çocukların hikâyeleri yazarlara yeni bir alan oluştu­rur. Almanya'dan sonra başka ülkelere gidenler de ele alınır.

9.Dinî yaşayışı telkin eden dinî romanlar yazılır.

 

1980 sonrası roman ve hikâyede bu temaların hepsi işlendiği gibi birkaç yeni özellik belirir:

1.Avrupa'da yaşayan yazarların kısmen siyasî hesaplaşmaları (12 Eylül).

2.Eski İstanbul'a özlem. İstanbul yine yazarların anlatmayı tercih ettikleri mekândır. Hattâ bazı yazarlar İstanbul'un sürekli göçlerle değişen ve köyleşen çehresinden şikâyet etmektedirler. Bu eğilim yeni bir "İstanbul roman ve hikâyeleri"ne dönüş sayılabilir.

3.Cinselliğin her türü ve eşcinsellik bol miktarda, işlenir.

4.Başlangıçtan itibaren söz konusu edilen temaların hepsini bir arada, günlük hayatın karmaşıklığını verme amacıyla "Postmodern" yöntemle anlatma yaygınlaşır.

Bütün bu eserlerde kuvvetli bir sosyal tenkit hâkimdir, onun için sosyal tenkidin müstakil bir madde olarak yer almasına lüzum görülmemiştir. Yukarıdaki maddelerden birkaç tanesi aynı eserde yer alabilir. Bunlar eserin karmaşıklığına, yazarın ustalığına göre işlenmektedir. Aslında Cumhuriyet sonrası Türk romanı her okuyucuyu tatmin edecek büyük bir çeşitlilik göstermektedir.

Elbette edebî eserler sadece temadan ibaret değildir. Sanat açısından asıl önemli olan temaların işlenişi, anlatım teknikleri ve üslûptur.

Yazarlarımız eğitim ve kültür düzeyleri bakımından farklılık göstermektedirler. Başlangıçta Halide Edib'in dışındaki İstanbullu yazarlar, genellikle Fransız edebiyatıyla yetişmişlerdir. Bu yazarlar realist, naturalist ve romantik yazarların etkisindedir. Yakup Kadri, Peyami Safa, Abdülhak Şinasi ve Ahmet Hamdi Tanpınar'da Dostoyevski'nin yanı sıra Proust, Joyce ve Huxley'den gelen bilinçaltı roman akımı etkilidir.

1935 sonrası doğanların yabancı dilleri iyi öğrenmeleri ve dünyaya açılabilmeleri, bütün akımların sıcağı sıcağına ülkemizde de uygulanmasına yol açmıştır. Bilinçaltı akımı, Oğuz Atay ve Virginia Wolf un başarılı çeviricisi Tomris Uyar'da görülmektedir. Büyük bir kısmı yabancı okullarda okuyan, yabancı eserleri yazıldıkları dillerden takip edebilen yazarların kendilerini sürekli olarak yeniledikleri, sadece kendi gözlemlerinde ve yaşantılarında (şahsî hayat tecrübesi) kalmadıkları gözlenmektedir. Dostoyevski etkisine Kafka ve D.H. Lawrence da eklenmiştir.

Ancak edebiyatçılarımızın büyük bir kısmındaki eksiklik, kültür noksanıdır. Kendi yaşantılarını, yaşanmışlıktan kaynaklanan samimiyetle anlatarak kazandıkları ilk "ün"den sonraki eserlerinde, ilkin soluk kopyalarını vermektedirler. Özellikle köy enstitülerinden çıkan yazarlar bir süre köyün gerçeklerini, kendi yaşantılarından gelen sıcaklıkla anlatmış ve ilgi uyandırmışlarsa da, sürekli ken­dilerini tekrarladıkları için kısa sürede bezdirici olmuşlar ve unutulmuşlardır. Benzer bir durum Almanya tecrübelerini yansıtan romanlarda da görülür.

Edebiyatta takınılan siyasî ve ideolojik tavır daima edebiyatın aleyhinde olmuştur. Bu tavır yazarın çevresinde oluşturulan reklam oranında bir süre kendisinden söz ettirse de zamanla yerini yenilerine bırakmıştır. Bu yüzden edebiyat dergilerinde, gazetelerde belirli bir süre büyük yazar, "olay" olarak takdim edilenlerin aradan on yıl bile geçmeden unutuldukları görülmektedir.

Çoğulcu demokrasiye geçildikten sonra kurulan partilerin doğrultusunda eser veren yazarlar bulunmaktadır. Bunlar özellikle Marksist, Türkçü ve dinci yazarlardır. Bu eserleri edebiyat ölçütleriyle değerlendirmek pek mümkün değildir, ancak bunların belirli çevrelerde okunarak, belirli davranış şekilleri oluşturmaları, siyasî ve sosyal güçlere dönüşmeleri dolayısıyla mutlaka edebiyat dışı sosyolojik veya siyasî ölçütlerle incelenmeleri ve değerlendirilmeleri gerekmektedir.

Özellikle 1923-1965 arası eser veren yazarları doğum yılları dışında köy romanı, tarihî roman, kadın romancılar, mizah yazarları gibi başlıklar altında toplamak ihtiyacını hissettim. Bu bölümlere aldığım yazarların doğum tarihlerinde kaymalar oldu. 1960 sonrası eser veren kadın yazarlar için böyle kümelendirmek gereksizdir.

PROF.DR. İNCİ ENGİNÜN, CUMHURİYET DÖNEMİ TÜRK EDEBİYATI, DERGÂH YAYINLARI, s.237-243

fotoğraf: www.fotokritik.com

SON EKLENENLER

Üye Girişi