Kullanıcı Oyu: 0 / 5

Yıldız etkin değilYıldız etkin değilYıldız etkin değilYıldız etkin değilYıldız etkin değil
 

YALNIZ BİR ADAM: NECİP FAZIL - FIRAT ÇELİK

16 Mayıs 1980. Türk Edebiyatı Vakfı, vefatından tam üç yıl önce Üstad Necip Fazıl Kısakürek'e "Sultanü'ş-Şuara" (Şairler Sultanı) unvanını takdim etti. Necip Fazıl, 26 Mayıs 1904'te Çemberlitaş'tan Sultanahmet'e doğru inen sokakların birinde büyük bir konakta doğar. Bahriye mektebine gireceği 1916 senesine kadar Büyükdere'de Emin Efendi isimli sarıklı bir hocanın işlettiği Mahalle Mektebi'nden başlayarak çeşitli okullara devam eder. Fransız Papaz ve Kumkapı'daki Amerikan Koleji'nde öğrenim görür. 1916'da, "Ne oldumsa bu mektepte oldum." dediği, şahsiyetini şekillendiren Mekteb-i Fünûn-ı Bahriye-i Şâhane'ye imtihanla alınır. İlk aruz denemelerini orada kaleme alır. 1920 yılında Bahriye Mektebi'ni bitiren şair, İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Felsefe Bölümü'ne girer. İlk şiirleri, Ziya Gökalp'in kurup Yakup Kadri ve arkadaşlarının çıkardığı "Yeni Mecmua"da yayımlanır. Dönemin Millî Eğitim Bakanlığı'nın yurtdışı bursunu kazanarak, 1924 senesinde Paris Sorbonne Üniversitesi'ne kaydolur. Paris'in gece hayatı ve aldatıcı cazibesinde bohem hayatı yaşar. Paris'te derin bir bunalıma düşen şair, devletin kendisine gönderdiği bütün parayı kumarda harcar. Millî Eğitim Bakanlığı tarafından üniversiteye gitmediği ve parasını kumarda harcadığı öğrenilince bursu kesilir, yurda dönmesi istenir ve İstanbul'a döner. 1925'te ilk şiir kitabı Örümcek Ağı'nı yayımlar. O yıllarda bir arkadaşının aracılığıyla Felemenk Bahr-i Sefid Bankası'nda işe başlar. Daha sonra kısa sürelerle Osmanlı Bankası'nın çeşitli şubelerinde çalışır. 1928 senesinde, "Kaldırımlar" adlı ikinci şiir kitabını çıkarır. Henüz 24 yaşında iken yayımladığı bu eseriyle büyük bir şöhrete kavuşur. 1932 senesinde askerliğini bitirdikten sonra üçüncü şiir kitabı "Ben ve Ötesi"yle şöhretin zirvesine çıkar. Öyle ki, şiirleri ders kitaplarına girer. Varlık dergisinin kurucusu Yaşar Nabi, onun için "bir mısraı bir millete şeref verecek şair" ifadesini kullanır. Fakat şairin 1934 yılına kadarki buhranlı hâli ve çalkantılı dönemi hep aynı arayışın doğum sancıları içerisinde geçer. Büyük şehirlerin serseri kaldırımlarından, duvarları yaralı otel odalarına, azap kulesi bacalardan, ölüm çanından da acı kampana seslerine kadar gördüğü, duyduğu ve tattığı her şeyde aynı şüphe, korku ve cinnet hâlet-i rûhiyesi içindedir. Kurtuluşu arayan bir seyyah gibi yapayalnızdır. "Her fikir, beyninde bir çift kelepçe" olan şair, "benlik kazanında" dev sancıların pençesindedir: 

"Bir fikir ki, sıcak yarada kezzap,

Bir fikir ki, beyin zarında sülük

Selâm, selâm sana haşmetli azab;

Yandıkça gelişen tılsımlı kütük"

Ve bir akşam, çalıştığı bankadan evine dönerken vapurda karşısında oturan ve gözlerini ondan hiç ayırmayan "Hızır" tavırlı garip bir adam, ona ruh dünyasında çektiği "hafakanlar", "zonklamalar", "kanlı kıymıklar" ve bütün ıstıraplarının ilâcını verecek, kurtuluş reçetesini yazacak müjdecisi Abdülhakîm Arvasî Hazretleri'nin adresini verir.

"Tanrı Kulundan Dinlediklerim" isimli eserinin "O'nu Nasıl Tanıdım" başlıklı ilk yazısında şöyle der: "Dinmek bilmez bir ağrı çeken diş... Ne kibrit çöpünden imdat, ne berber kerpeteni, ne karanfil yağı, ne de eczacı güllacından... İşte böyle; bir zamanlar beynim 'mutlak hakikat' acılarına yataklık etti... Ağrıyan akıl dişimdi."

"Akrep, nokta nokta ruhumu sokmuş,

Mevsimden mevsime girdim böylece.

Gördüm ki, ateşte, cımbızda yokmuş

Fikir çilesinden büyük işkence"

mısralarıyla anlattığı 30 yıllık büyük ruh ıstırabı, korkunç fikir buhranı 1934 yılında "Eyüp'teki eski bir tekkede" şairin sonradan "Tanrıkulu" adını vereceği "müjdecisi, efendisi"ni ilk ziyaretiyle daha da şiddetlenecektir; çünkü şair, eski bohem hayatıyla efendisinin ona telkin ettiği hayat tarzı arasında bocalayacaktır. Yıllarca "deliler köyünden bir menzil aşkın", "benliği bir kazan ve aklı kepçe", "boşluğu ense kökünde gezdirerek" "öz ağzından kafatasını kusan" şair, "meçhuller caddesinin kimsesiz bir seyyahı" olarak, "mutlak hakikatin dönmez davacısı" oluncaya kadar bunalımlarını yaşamaya devam edecektir.

Efendi Hazretleri'ne tasavvuf hakkında sorduğu bir suâl üzerine aldığı cevap bütün ruh dünyasını alt üst eder; "Bu iş kitapla olmaz. Akılla da varılmaz... Hiç yemeğin lezzeti çatal bıçakla aranıp bulunabilir mi?"

"Ve uçtu tepemden birden bire dam;

Gök devrildi, künde üstüne künde..."

...

"Sanki burnum, değdi burnuna yokun,

Kustum öz ağzımdan kafatasımı."

Çok zaman sonra şair, efendisinden aldığı tesiri şöyle anlatacaktır: "Onda; harikanın nasıl teşekkül ettiğini ve ne kadar benlikten kaçtığını 'Terk-i Terk' dedikleri makam... Her şeyi bıraktıktan sonra tekrar dünyaya avdet... Her an bir büyük huzurda olma kal'asının burcunda sancağı sallanıyordu! Sizinleyken sizinle değildir... Ama sizinledir... Bu irşad kutupluğu makamıdır. Bu mânâyı öyle yaşadım öyle duydum, öyle içtim ki.."1

"Ensemin örsünde bir demir balyoz,

Kapandım yatağa son çare diye.

Bir kanlı şafakta, bana çil horoz

Yepyeni bir dünya etti hediye"

...

"Allah dostunu gördüm, bundan altı yıl evvel;

Bir akşamdı ki, zaman, donacak kadar güzel"

Artık şair, fildişi kulesinden 'agora' tabir ettiği toplumun vicdanına inmiş, cemiyetin ve toplumun mücadele sahası olan meydanlarda ve fikir kulüplerinde çağımızın buhranını dile getirmeye başlamıştır. Fânîliğin, şehvetin ve korkunun bütün kapılarını zorlayan, yıllardır nefsin lâbirentlerinden bir çıkış noktası arayan şair, "kanına girdiği nurtopu günlerin" "yiyip bitirdiği kudsî emanetin" hesabını sormak üzere aynadaki hâlinin karşısına dikilir: 

"Çıkamam, aynalar, aynalar zindan

Bakamam, aynada, aynada vicdan

Beni beklemeyin o bir hevesti;

Gelemem, aynalar yolumu kesti"

Şair artık sanatta gâyenin Allah'ı aramak olduğuna inanmaktadır:

"Anladım işi, sanat Allah'ı aramakmış 

Marifet bu, gerisi yalnız çelik çomakmış" 

Bu arada, bohem hayatının karanlıklarından kurtularak "müjdecisi, efendisi"nin "ruhuna çaktığı büyük temel çivilerinden" aldığı kelimeler üstü bir tesirle yeniden doğan şairi, dönemin münekkit ve yazarları içlerine sindiremez, çok garipseyerek çeşitli yakıştırmalarda bulunurlar: "İslâm komünisti!", "Sâbık şair", "Şiirine yazık etti!"

Ancak şairin kendi ifadesiyle içini öyle bir "sosyal mücadele ruhu; sanatının muhtaç olduğu cemiyeti yoğurma heyecanı" kaplar ki, kısa bir zamanda geniş kitlelerin sahipleneceği Büyük Doğu mecmuasının ilk sayısını çıkarır (1943). Artık toplum üzerinde oluşturulan baskılar, sosyal adaletsizlik, ahlâksızlıklar ve materyalist fikir akımlarına karşı bir 'dur' deme vakti gelmiştir:

"Durun kalabalıklar, bu cadde çıkmaz sokak

Haykırsam kollarımı makas gibi açarak"

feryadına karşı yurdun dört bir köşesinden Büyük Doğu'nun açtığı cepheler vasıtasıyla büyük destek gelmiş ve üstadın hep aradığı, özlemini çektiği gençliğin ilk tohumları atılmıştır.

"Ben bir genç arıyorum, gençlikte köprübaşı!

Tırnağı en yırtıcı hayvanın pençesinden

Daha keskin eliyle başını ensesinden,

Ayırıp o genç adam, uzansa yatağına

...

Soruverse: ben neyim ve bu hâl neyin nesi!

Yetiş, yetiş, hey sonsuz varlık muhasebesi!"

Dönemin despotik güçlerinin materyalist ve pozitivist fikirlerini dayatmalarına rağmen o, 35 yıl boyunca yayın hayatına devam eden Büyük Doğu mecmuasıyla edebî, fikrî ve siyasî sahalarda amansız bir mücadele verir.

Memleket ve millete sinsice sızan tehlikeleri, cemiyetin vicdanına sunar; "İşte bangır bangır ilân ediyoruz... İşte dâvânın bamteli... Evet tekrarlıyoruz ve bin kere tekrarlasak da az buluyoruz ki, komünizma bâtılın ve dalâletin sistemi olsa da... Ona karşı koyma hakkı ancak hakkın ve hidayetin sistemi İslâmiyet'tedir..."

1952'de Vatan gazetesinin sahibi ve başyazarı Ahmet Emin Yalman'ın Malatya'da bir suikast teşebbüsünde yaralanması ile başlayan hâdiseler, dönemin basını tarafından özellikle Büyük Doğu'ya karşı karalama kampanyasına dönüştürülmüş ve onu da, azmettirici sıfatıyla o meşhur savunmalarını yapacağı sanık sandalyesine oturtmuştur. 1964'te Büyük Doğu'nun 11'inci devresini açar ve Adnan Menderes için kaleme aldığı "Zeybeğin Ölümü" adlı şiirinden dolayı takibata uğrar.

1974'te daha önce "Örümcek Ağı/1925", "Kaldırımlar/1928", "Ben ve Ötesi/1932, "Sonsuzluk Kervanı/1955", "Çile/1962" ve "Şiirlerim/1969" adlarıyla yayımlanan şiir kitaplarını yeni şiirleriyle birlikte tek kitapta; "Çile"de (1974/Bütün Şiirleri) toplar. Siyasî ve kültürel meseleleri ele alan meşhur "Rapor"ları, 1980 yılına kadar on üç yıl süreyle yayımlanır. 26 Mayıs 1980'de Türk Edebiyatı Vakfı tarafından "Şairler Sultanı" ve 1982 yılında yayımlanan "Batı Tefekkürü ve İslâm Tasavvufu" adlı eseri münasebetiyle de yılın fikir ve sanat adamı seçilir. Necip Fazıl 1981 yılında "İman ve İslâm Atlası" isimli eserini yazmak için bir daha çıkmamak üzere evinin küçücük odasına kapanır. Ömrünün son günlerini 1,5 yıllık mahkûmiyet kararı yüzünden her ân götürülme tehdidi altında kendini tamamen Allah'a adamış bir derviş yaşantısı içinde gerçek dostlarıyla mahzun sohbetler yaparak geçirir. 

"Dünyam 78 yıllık bir çile, iç burkuntuları idi. 'Ne ölüm terleri döktüm, nelerden...' Varlık yokluk muamması, yok ölüm, yok hayatın gayesi. Ve milyarlarca karıncaya lâf anlat! Fakat şimdi görüyorsun işte: Zorlu nefs'e diz çöktürüyorum" der son sohbetinde.2

Ve bir gece...

"Öleceğiz müjdeler olsun, müjdeler olsun!

Ölümü de öldüren Rabb'e secdeler olsun!"

dediği ve ömrü boyunca gergef gibi işlediği biricik meselesi sonsuza varma gerçeğinin zamanı gelmiştir. Yatağından doğrulup yorgun gözlerini, yedi kat göklere, ötelerin ötesine doğru diker... Ve son sözü:

"Demek böyle ölünürmüş!.." (25 Mayıs 1983)

...

"Hayatım, başından beri muazzam bir şeyi bulmanın cereyanı içinde akıyordu. Şu veya bu miskin vesilenin has-sasiyeti içinde birini arıyordum. Birini...

O kim mi?

Allah'ın sevgilisi...

Sonsuzluk ikliminin batmayan güneşi ve ebedilik sarayının paslanmaz tâcı...

Tek dâva O'nu bulmakta, bulduracak olanı bulmaktaydı.

Bin bir istikâmette seke seke, sağa sola büküle büküle, renkten renge bulana bulana, hiçbir şeyden habersiz ve insandaki bedava emniyet ve bedahet saadeti karşısında şaşkın, hep o "Bir" etrafında helezonlar çizilen bir hayat...

Benim hayatım budur!"

Batı kültürünün içinde yetişen ve saf şiirin asrımızdaki en güçlü temsilcisi olarak görülen Necip Fazıl, "Allah" demenin yasak olduğu bir dönemde inandığı değerler uğrunda "ciğerinden kalemine kan çekerek" davasının, kendi ifadesiyle "hohlaya hohlaya" buz dağlarını eritmenin mücadelesini vermiştir. "Ateşte ve cımbızda" bile olmadığını söylediği büyük fikir çilesi ona, "bir kanlı şafakta, yepyeni bir dünya hediye edecek", "mukaddes emaneti ne yaptınız?" diye meydan yerine çıkacağı günü kollayan gençliğin yetişmesi uğrunda tam otuz küsur yıl zindanlarda işkence görecek, "akrebin kıskacında bir hayat" yaşayacaktı. Ve bir gün, günü gelince "iyi insanların iyi atlara binip gittiği" âleme göçecektir. 

Ömrünü ve bütün mücadelesini "tırnaklarıyla kazıyarak" ulaştığı "mutlak hakikat"e, kendi çok sevdiği ifadesiyle "öteler"e ve eşyanın hakikatine kenetleyen büyük şair, benliğin nefsinden toplumun ve cemiyetin nefsine hitap eden bir davanın çevresinde örgülenmiş hayatı ve sanatında, hep "Yüceler"i, "Mavera"yı ve "Allah"ı anlatmış ve sanatkârı "Allah'ı aramak memuriyetinde olan zamanın hakiki Fatih'i" şeklinde yorumlamıştır.

Koca bir imparatorluğun çöküşüne şahit olan şair, Balkan harpleri, Dünya savaşları ve Millî Mücadele sonrasında kurulan Cumhuriyet'e şahitlik edecek ve yaşanan bütün bu hâdiseler, onun ruh dünyasına önemli tesirler yapacaktır. Aynı dönemin buruk acılarına, yıkım ve sarsıntılarına daha erkenden şahitlik edecek olan Mehmet Âkif ve Yahya Kemâl de, koca bir devletin çöküşünden arda kalan acıları bütün derinliğiyle yaşayacak ve şiirlerinde resmedeceklerdir. Onlar, kapanan bir çağın önemli şahitleridirler. Türk şiirinin yeni temel taşları bu çileli yılların içinde döşenmeye başlayacaktır. Millî ve mânevî değerlerimizin hiçe sayıldığı, ilim ve irfanın hor görüldüğü, din ve tasavvufun dışlandığı ve mukaddesatın târumâr edildiği bir dönemde, yeni dünyanın içine düştüğü boşluğun perdesini kendi öz dişleriyle yırtarak çıkan Necip Fazıl, "duvara bir titiz örümcek ağı" gibi ördüğü şiirini inceden inceye inşa edecek ve âdeta asrımızdaki insanın yapması gereken "varlık muhasebesini" kendi şahsında yapacaktır.

Tiyatrodan romana, hikâyeden hatıraya kadar geride birçok önemli eser bırakan Necip Fazıl, şiirleriyle de bir devre ışık tutmuş ve saf şiirin asrımızdaki en önemli temsilcilerinden biri olmuştur. "Âlemin nâmütenahi kesretinden büyük ve merkezi vahdete ulaşmak, şiirin biricik gâyesidir" diyen şair "şiirlerinde Yunus'un derûni sesini, Fuzûli'nin yakıcı ıstırabını, Bâki'nin ihtişamını, Nef'i'nin öfkesini, Nâbi'nin hikmetli söyleşisini, Ziya Paşa'nın hicvini, Abdülhâk Hâmid'in metafizik ürpertisini, Mehmet Akif'in dinî duygularını ve Yahya Kemâl'in tarih özlemini toplamıştır."3 

Necip Fazıl'a yakınlığıyla bilinen ve onun şiirini ve 'Poetika'sını en iyi yorumlayanlardan biri olan Sezai Karakoç, şu enfes değerlendirmeyi yapar: "Şiir, aslında Necip Fazıl'da sürekli olarak 'ben'in hiçlikle yaptığı ölümüne savaşın en etkili ve belki de tek silâhıdır. Varoluş sırrı, hakikat sırrıdır asıl önemli olan. Zamanın raksı ne içindir? Bir son vardır; bu 'ben' bu soruların etrafında dönüp durmaktadır. Şair, mutlak hakikati arayıp durmaktadır."4 Karakoç, Necip Fazılla ilgili tespitlerini özetle şöyle sürdürür: Benliğin bu büyük varoluş savaşını sürdüren Necip Fazıl, başlangıçta mistik bir güçle eşyanın, daha sonra karşısına çıkan ölümün perdesini kaldırarak birdenbire ruhun büyük cehdiyle hakikatle karşılaşmıştır. Bu, Allah'tır. Mâverâ perdelerinin gerisinde, ebedî, ezelî gerçek olan Allah, 'Ben'in kurtuluşunun da anahtarıdır... Hakikati İslâm'ın Allah ve İnsan anlayışında bulan şair, tekrar meseleler ve davalar yüklü olarak topluma döneceğini Çile şiirinin sonunda ifşa etmektedir. Baudelaire, Varlaine, Mallarme, Rimbaud kaçtığı dünyalardan geri dönmemişlerdir. Ama Necip Fazıl, topluma ve insanlara geri dönmenin sorumluluğuyla toplumun ortasına atılmıştır. Bundan sonra çeşitli eserleriyle, neşriyle ve şiiriyle insanı kendi benini kurtaran gerçeğe çekmeye, çağırmaya çalışacaktır. Bu da İslâm dünyasının tarihi sosyolojik şartlarında çok çetin ve yıpratıcı bir savaşın içine girmek demek olmuştur.5

Dipnotlar 

1- Ahmet Kabaklı, Sultanu'ş-Şuara, s.142, Türk Edebiyat Vakfı Yay., 1. Basım, Mat-Yapım – Kasım 1995. 

2- Kabaklı, age, s.188. 

3- Mustafa Miyasoğlu, Necip Fazıl Armağanı, Konak Yay., s. 304 - İstanbul Matbaa, Mayıs 2004. 

4- Karakoç, Edebiyat Yazıları-II, Diriliş Yay., s.67, Diriliş, 1970 - 2.Baskı, Bayrak Matbaacılık – İstanbul 1997. 

5- Karakoç, age, s.69.

Zindandan Aydınlık Yarınları Haykıran Bir Şâir: Necip Fazıl 

Fatih ALPEREN

 


NECİP FAZIL KISAKÜREK

Necip Fazıl'ın hayatında üç devre vardır. Onun yetmiş dokuz yıllık hayatı ve altmış yıllık şâirliği genel hatlarıyla üç devreye ayrılır.

Necip Fazıl, bu devreleri "Onu Tanıyıncaya Kadar", "Onu Tanıdıktan Sonra", "O Günden Beri" olarak adlandırır. O dediği; şâirin yol göstericisi, efendisi Abdülhakim Arvasi'dir. Necip Fazıl'ı sevmeyenlerin, onu beğenmeyenlerin tasnifi ise; "Genç Şâir", "Mistik Şâir" ve "Sâbık Şâir" şeklinde olmuştur. O, bu devrelerde birbirinden çok farklı bir hayat ve sanat anlayışına sahiptir.

1904–1934 yılları arasındaki birinci devresinde Necip Fazıl, Fransız Mektebi, Amerikan Koleji, Büyük Reşit Paşa Numune Mektebi, Rehber-i İttihat Mektebi, Bahriye Mektebi gibi okullarda okuyan yaramaz bir çocuk olarak dikkati çeker. Bu okullardan sonra İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Felsefe Bölümü'nde okur. 1924 yılında ise, Cumhuriyet'in Avrupa'ya gönderdiği ilk öğrenciler arasındadır. Paris'e gidecek ünlü Sorbon Üniversitesi'nde felsefe tahsili yapacaktır. Fakat, Paris'te kendini kumara kaptıran şâir, Türkiye'ye dönmek zorunda kalır. Üniversite öğrenciliğinden Paris dönüşüne kadar geçen yıllarının özü, kendi ifadesiyle "başıbozukluk ve serseriliktir." 1

1925–1934 yılları arasında Hollanda Bankası, Osmanlı Bankası ve İş Bankası'nda çalışır. Ahmet Haşim, Yahya Kemal, Abdülhak Hâmid, Aka Gündüz, Nurullah Ataç, Ahmet Hamdi, Cahit Sıtkı, Peyami Safa, Yusuf Ziya, Orhan Seyfi, Nazım Hikmet gibi birçok yazar ve şâirle tanışır ve onlarla birlikte kendini bohem hayatına bırakır.

İlk şiirleri 1922 yılında Yeni Mecmua'da yayımlanan Necip Fazıl, 1925 yılında ilk şiir kitabı "Örümcek Ağı"nı yayımlar. Ardından 1928 yılında "Kaldırımlar" adlı ikinci şiir kitabı çıkar. Kısa sürede büyük bir şöhrete kavuşur. Yaşayan genç şâirlerin en büyüğü olarak görülür. Devrin ünlü edebiyatçılarından Yakup Kadri, onu bir deha olarak tanıtır. Edebiyat tarihçisi İsmail Habib, onun his ve hayal yüksekliğine hiçbir şâirin çıkmamış olduğu yazar. Devrin kimseyi beğenmeyen ünlü eleştirmeni Nurullah Ataç, onu yarına kalacak tek şâir olarak değerlendirir. Yaşar Nabi, ondan "bir mısraı bir millete şeref verecek şâir" diye söz eder. Şiirleri ders kitaplarına girer ve bu arada 1932 yılında üçüncü şiir kitabı "Ben ve Ötesi" yayımlanır.

Bütün bu ilgi, sevgi, itibar ve şöhret Necip Fazıl'ı mutlu etmeye yetmez. Perişan yaşayışını önlemez. Onu kadın-içki-kumar üçgeninden kurtaramaz. Bu hali, onun şiirlerine de yansır. Bu devirde yazdığı şiirlerinde, o, yalnızlık duygusu, boşluk hissî, ölüm korkusu, umutsuzluk gibi hep menfî denilebilecek duyguları terennüm eder.

Yeryüzünde yalnız benim serseri

Yeryüzünde yalnız ben derbederim

diye feryat eder. Şüphe, korku, cinnet duyguları içinde yaşar. Büyük şehirlerin kaldırımlarında kendini yalnız, yapayalnız hisseder. Ailesinden aldığı ulvî değerleri bir süre korumaya çalışsa da, birçok çağdaşı gibi "devrini ve neslini saran korkunç imansızlığı yenemez."2"İçinde yaşadığı devir ve muhitin ulvî bir imanın gelişmesine meydan vermeyen yıkıcı şartları"3 Necip Fazıl'a da önemli ölçüde tesir eder.

İşte Necip Fazıl, bu derbeder, perişan hayatını yaşarken karşısına çıkan bir büyük insan, onun hayatının akışını değiştirmesine sebep olur. Bu, Abdulhakim Arvasî'dir. Abdülhakim Arvasî'yle tanıştıktan sonra, Necip Fazıl'ın hayatının birinci dönemi biter. 'Onu Tanıdıktan Sonra" diye adlandırdığı ikinci dönemi başlar.

Necip Fazıl, önce eski hayat tarzıyla, "kurtarıcım" diye nitelendirdiği Abdülhakim Arvasî'nin kendisine tavsiye ve telkin ettiği hayat tarzı arasında bocalar ve ne yapacağını bilmez. "Aylarca yıkık ve şaşkın" dolaşır durur. Fakat bir süre sonra, Efendisi'nin yardımıyla hayat denilen "çetin bilmeceyi" çözer. O zamana kadar aklına takılan ama bir türlü tatmin edici cevaplar bulamadığı sorulara, cevap bulur. Kâinattaki müthiş nizamı keşfeder ve bu nizam onu, bu nizamı kuran, işleten, her şeye hükmeden büyük Yaratıcı'ya götürür:

Atomlarda cümbüş, donanma şenlik;

Ve çevre çevre nur, çevre çevre nur,

İç içe mimari, iç içe benlik;

Bildim seni ey Rab, bilinmez meşhur! 

 

Abdülhakim Arvasî, şâirimize "yepyeni bir dünya hediye etmiş", onu derinden etkilemiş, hayat, kâinat ve insanın ne olduğunu anlatmıştır. Bu yüzden Necip Fazıl, Efendisi'yle tanıştığı ânı, hayatının en güzel ânı olarak görür:

Allah dostunu gördüm, bundan altı yıl evvel

Bir akşamdı ki, zaman, donacak kadar güzel.

Onu tanımadan geçen yıllarına üzülür, hayıflanır:

Tam otuz yıl saatim işlemiş, ben durmuşum;

Gökyüzünden habersiz, uçurtma uçurmuşum…

Necip Fazıl'ın hayatında, 1934 yılı, çok önemli bir dönüm noktası olur. Hayat tarzı değişir, şâir fildişi kulesinden çıkar, geniş halk kitleleriyle bütünleşir. Eserlerinin sayısı hızla artar. Kendi ifadesiyle "O güne kadar bütün eseri bir buçuk kitapçıktan ibaret mistik şâir, sadece o büyükten aldığı feyzle seksen-doksan cilt esere doğru yürür." 4 Şiirleri, tiyatro eserleri, araştırma ve incelemeleri, gazete ve dergi yazılarıyla Türk edebiyatının ve Türk sosyal hayatının en renkli simalarından biri haline gelir. Artık gözü "büyük sanatkârlıktadır." Onun için sanat Allah'ı aramaktan başka bir şey değildir. Gerisi ise çelik-çomaktan ibarettir:

Anladım işi, sanat Allah'ı aramakmış;

Marifet bu, gerisi yalnız çelik-çomakmış.. 

Şimdi "gökte samanyolu" onun, "dipsizlik gölünde inciler" onundur. O, "Allah Dostu'nun" kılavuzluğunda "biricik meselesi" olan "Sonsuza" yürümektedir. Hayatı düzene girmiş, namaza başlamış, Efendisi'nin "devamlı olarak evlenmesi gerektiği işaretine"5 uyarak 1941 yılında onun huzurunda evlenmiştir. 6Çalıştığı bankadan istifa etmiş, Güzel Sanatlar Akademisi ve Robert Kolej'de öğretmenlik yapmaya başlamıştır. Gençlik günlerine pişman olmakta, "nur topu günlerin kanına" girdiğini düşünmektedir.

Bu arada yıllar yılları kovalamış, "gazetelerde giriştiği İslâmî mücadele yüzünden" eski çevresinin ona karşı tavrı gün geçtikçe değişmiştir. O da, 1943 yılında bu şartlar altında fikirlerini daha iyi anlatacağı ve İslâm'a daha iyi hizmet edeceğini düşündüğü "Büyük Doğu" mecmuasını çıkarmış ve ilk sayısını eline alıp Eyüb'e, Efendisi'nin yanına koşmuştur. Fakat ev bomboştur. Çünkü Efendisi Bakanlar Kurulu kararıyla İzmir'e sürülmüş, kısa bir süre sonra serbest bırakılmış ve ardından vefat etmiştir. "Artık Efendisi'ni dünya gözüyle bir daha göremeyecektir." Bu olayla birlikte Necip Fazıl'ın hayatındaki ikinci devir de bitmiş, çok daha farklı, çileli, hareketli ve renkli üçüncü devir başlamıştır. 

Necip Fazıl, Büyük Doğu mecmuasını çıkardıktan sonra, Güzel Sanatlar Akademisi'ndeki hocalık görevinden ayrılmak zorunda kalmış ve kendini mücadele dolu bir hayatın ortasında bulmuştur. Çıkardığı Büyük Doğu Mecmuası bazen Bakanlar Kurulu kararıyla, bazen sıkıyönetim tarafından kapatılmış, kendisi hapse atılmış, ailesiyle birlikte maddî, mânevî büyük sıkıntılara katlanmak zorunda kalmıştır.

Büyük Doğu mecmuasıyla birlikte, Necip Fazıl'ın hayatında sosyal bir dönem de başlamıştır. Artık o, cemiyet meseleleri karşısında "beyni zonk zonk sızlayanlardan biridir." "Kaldırımlar Şâiri" değil, "Muhasebe Şâiridir." Başını iki diz kapağının arasına yerleştirip sorar:

…Ben neyim ve bu hâl neyin nesi?

Yetiş, yetiş, hey sonsuz varlık muhasebesi?

Dışımda bir dünya var, zıp zıp gibi küçülen,

İçimde homurtular, inanma diye gülen…

İnanmıyorum, bana öğretilen tarihe!

Sebep ne, mezardansa bu hayatı tercihe?

Üst kat: Elinde tesbih ağlıyor babaannem

Orta kat: (Mavs) oynayan annem ve âşıkları,

Alt kat: Kız kardeşimin (tamtam)da çığlıkları,

Bir kurtlu peynir gibi, ortasında kestiğim

Buyrun ve maktaından seyredin, işte evim!

Bu ne hazin ağaçtır, bütün ufkumu tutmuş!

Kökü iffet, dalları taklit, meyvesi fuhuş…

 

Artık Necip Fazıl, bir başka Necip Fazıl olmuştur. Artık o, "mukaddes emanetin dönmez davacısıdır." Ona kimileri mürteci derler, fakat çile şâiri onlara gereken cevabı vermekte gecikmez:

Zamanı kokutanlar, mürteci diyor bana;

Yükseldik sanıyorlar, alçaldıkça tabana

Yeter senden çektiğim, ey tersi dönmüş ahmak!

Bir saman kâğıdından, bütün iş kopya almak;

Ve sonra kelimeler, kutlu, mutlu, ulusal. 

 

O, hiç durmadan, dinlenmeden, yılmadan büyük mücadelesine devam eder. "Kollarını bir makas gibi açarak"

"Durun kalabalıklar, bu cadde çıkmaz sokak!" 

 

diye haykırır. İnsanları doğru yola davet eder. Her şeyi sorgular. Devrin tarih ve dil anlayışını tenkit eder:

Bülbüllere emir var; lisan öğren vakvaktan

Bahset tarih, balığın tırmandığı kavaktan. 

 

Onun bu şiirleri Anadolu insanı tarafından sevilerek okunur. Ve Türk halkı, kendi duygularını, düşüncelerini, inançlarını, tarihini, kültürünü, mukaddeslerini böylesine güzel bir şekilde destanlaştıran İstanbullu şâiri hasretle kucaklar.

Necip Fazıl, 1943–1960 yılları arasında defalarca tutuklanır, hapse atılır, "ölüm ve cinnetten ötede zindan acıları" çeker. Büyük Doğu defalarca kapatılır, toplatılır. "1958 Büyük Doğu'larından da yüklendiği, parça parça yüz yıla yakın mahkumiyeti" vardır. Bu durumda tam ne yapacağını düşünürken 1960 ihtilâli olur. İhtilâlin umumî basın affıyla bu cezalardan bütünüyle kurtulur. Fakat o çile şâiridir. Bu dünyaya sanki çile çekmek için gelmiştir. İhtilâli yapanların ilk tutukladıkları, kimseler arasında Necip Fazıl da vardır. "Bir metre genişlik ve iki-üç metre uzunluğunda, basık, içinde teneşirimsi tahta bir kerevet, boğucu, daha doğrusu çıldırtıcı"7 bir "hücreye" atılır. Bu hücrede "eli, kolu, dili ve yolu bağlı" çile şâirini "tokat, yumruk ve tekme altında hırpalarlar."8 Ayrıca çıkarılan genel basın affına bir istisna getirilerek, Necip Fazıl birbuçuk yıl hapse mahkûm edilir ve Toptaşı Cezaevi'ne kapatılır.9"Batı demokrasilerini örnek alan Cumhuriyet devrinde çeşitli dünya görüşlerine sahip birçok yazar ve şâir hapse atılmışlardır."10 Fakat "hapse atılma, hatta idam edilme sanatçıları düşüncelerini söylemekten alıkoyamaz. Onların elinde kendilerini mahkûm edenleri mahkûm eden ölmez bir silâh vardır: Sanat"11 Toptaşı Cezavi'nde birbuçuk yıl kalan çile şâiri, orada Türk edebiyatına çok güzel şiirler kazandırır. Bunlar arasında, belki de en güzel şiirlerinden biri olan "Zindandan Mehmed'e Mektup"da vardır. Mehmet şâirin büyük oğludur.

 

Zindan iki hece, Mehmed'im lâfta!

Baba katiliyle baban bir safta!

Bir de, geri adam, boynunda yafta…

Halimi düşünüp yanma Mehmed'im!

Kavuşmak mı?.. Belki… Daha ölmedim!

 

Avlu… Bir uzun yol… Tuğla döşeli,

Kırmızı tuğlalar altı köşeli.

Bu yol da tutuktur hapse düşeli…

 

Git ve gel… Yüz adım… Bin yıllık konak,

Ne ayak dayanır buna, ne tırnak!

 

Bir âlem ki, gökler boru içinde!

Akıl, olmazların zoru içinde.

Üst üste sorular soru içinde:

 

Düşün mü, konuş mu, sus mu, unut mu?

Buradan insan mı çıkar, tabut mu?

 

Bir idamlık Ali vardı; asıldı:

Kaydını düştüler, mühür basıldı.

Geçti gitti, birkaç günlük fasıldı.

 

Ondan kalan, boynu büyük ve sefil;

Bahçeye diktiği üç beş karanfil…

 

Müdür bey dert dinler, bugün "maruzât"!

Çatık kaş.. Hükümet dedikleri zat…

Beni Allah tutmuş, kim eder azat?

 

Anlamaz; yazısız, pulsuz, dilekçem…

Anlamaz! Ruhuma geçti bilekçem!

 

Saat beş dedi mi, bir yırtıcı zil;

Sayım var, maltada hizaya dizil!

Tek yekûn içinde yazıl ve çizil!

 

İnsanlar zindanda birer kemmiyet;

Urbalarla kemik, mintanlarla et.

 

Somurtuş ki bıçak, nâra ki tokat;

Zift dolu gözlerde karanlık kat kat…

Yalnız seccademin yönünde şefkat:

Beni kimsecikler okşamaz mâdem;

Öp beni alnımdan, sen öp seccadem!

 

Çaycı, getir, ilâç kokulu çaydan!

Dakika düşelim, senelik paydan!

Zindanda dakika farksızdır aydan.

 

Karıştır çayını zaman erisin;

Köpük köpük, duman duman erisin!

 

Peykeler, duvara mıhlı peykeler;

Duvarda başlardan, yağlı lekeler,

Gömülmüş duvara, baş baş gölgeler…

 

Duvar katil duvar, yolumu biçtin!

Kanla dolu sünger… Beynimi içtin!

 

Sükût… Kıvrım kıvrım uzaklık uzar;

Tek nokta seçemez dünyadan nazar.

Yerinde mi acep, ölü ve mezar?

 

Yeryüzü boşaldı, habersiz miyiz?

Güneşe göç var da, kalan biz miyiz?

 

Ses demir, su demir ve ekmek demir…

İstersen demirde muhali kemir.

Ne gelir ki elden, kader bu, emir…

 

Garip pencerecik, küçük, daracık;

Dünyaya kapalı, Allah'a açık. 

Bu ne güzel, ne muhteşem bir şiirdir. Bu ne güzel, ne mükemel bir dildir! Bu nasıl çarpıcı bir üslûptur. Bu nasıl bir şâirdir ki, mahkumken bile hükmeder. Çeşitli devirlerde, çeşitli dünya görüşlerine mensup birçok şâir hapse girmiştir. Fakat bunların hiçbirisi, zindandan bu kadar aydınlık, bu kadar orijinal, bu kadar derin, bu kadar heyecanla ve bu kadar gür bir sesle, bu kadar umutla haykıramamıştır. Türk edebiyatında heceyi onun kadar başarıyla kullanan çok az şâir yetişmiştir.

Çile şâirinin en önemli vasıflarından biri de, en olumsuz şartlar altında bile umutsuzluğa kapılmaması, daima umut dolu olmasıdır. O hiçbir zaman, hiçbir olumsuz şart altında ümitsizliğe düşmemiş ve topluma daima tarihî misyonunu hatırlatmıştır. Necip Fazıl, zindandan bile aydınlık yarınları haykıran, çevresine müjdeler veren adamdır:

Dua, dua, eller karıncalanmış;

Yıldızlar avuçta, gök parçalanmış.

Gözyaşı bir tarla, hep yoncalanmış…

 

Bir soluk, bir tütsü, bir uçan buğu:

İplik ki, incecik, örer boşluğu.

 

Ana rahmi zâhir, şu bizim koğuş;

Karanlığında nur, yeniden doğuş…

Sesler duymaktayım: Davran ve boğuş!

 

Sen bir devsin, yükü ağırdır devin!

Kalk ayağa, dimdik doğrul ve sevin!

Mehmed'im, sevinin, başlar yüksekte!

Ölsek de sevinin, eve dönsek de!

Sanma bu tekerlek kalır tümsekte!

Yarın elbet bizim, elbet bizimdir!

Gün doğmuş, gün batmış, ebed bizimdir!

 

 


İMAN İLE GELEN DÖNÜŞÜM - ZÜBEYİR SELİM

Zübeyir SELİM

İnsanın, inanç ve düşünce ikliminin değişmesiyle nasıl köklü ve temelden bir dönüşüm yaşayabileceğine misâl olarak, İslâm tarihinde, "İslâm'dan önce Ömer, İslâm'dan sonra Ömer" deyimi kullanılagelmiştir. Necip Fazıl ve hayatı da bu hususa misâl gösterilebilir. Bu değişim, onun şiir kronolojisine bakıldığında açıkça görülür. Mürşit olarak benimseyip bağlandığı ve sayesinde hakikatlerle tanıştığını ifade ettiği Arvasî Hazretleri'nden evvel, karamsar, kötümser, yalnız ve ümitsiz bir hayat felsefesiyle sürüklenen şair; imanı bütün hakikatiyle benimseyip yaşadıktan sonra büyük bir aşk, şevk, aksiyon, azim ve kararlılıkla koca bir nesli ardından sürükler hâle gelmiştir.

Kaldırımlar ve Otel Odaları, Necip Fazıl'ı şiir sanatındaki yeri açısından parlak bir yıldıza dönüştüren ve geleceğin büyük şairini müjdeleyen ilk eserlerdendir. Dil ve âhenk bakımından harika olan bu şiirlere aşina olanlar iyi bilirler ki, bu eserler sıkıldığında avuca yalnızlık, ıssızlık, korku, hüzün ve sıkıntı dökülür. Hayata dair kafasını kurcalayan müthiş soruları cevaplayamayan sancılı şair, sıkıntısına derman olacak bir şeyler bulamayınca kendini geceye ve karanlığa atar. Hayatın gerçeğini tam keşfedemediği için, gördüğü yalanları geceyle örtmeye çalışır ve kendine bir hakiki yoldaş bulamadığı için kaldırımlarla söyleşir:

"İçimde damla damla bir korku birikiyor.

Sanıyorum her sokak başını kesmiş devler.

Üstüme camlarını hep simsiyah dikiyor.

Gözüne mil çekilmiş bir âmâ gibi evler."

 

Korku, hayat resminde hâkim bir renktir. Yalnızlığını ve sıkıntılarını gece, kaldırımlar ve aslı astarı olmayan hayallerle paylaşmak durumundadır. Hakiki dostlardan bu kadar uzaktır şair. Diğer şiirlerindeki dekorlar da bunlardan pek farklı değildir:

 

"Yıllarca gezdirdim hoyrat başımı,

Aradım, bir ömür arkadaşımı.

Ölsem dikecek yok mezar taşımı.

Hâlime ben bile hayret ederim."

 

İnanmış bir gönlün kâinattaki her varlığı bir ümmet görüp, her canlıya bir dost gözüyle bakan nazarından uzaktır şairin ilk devirlerindeki bakışı. Hayatta kendini yapayalnız hisseder. Etrafında kimse olmadığı gibi o, Allah gibi bir dostu görememenin ezikliği içindedir. Bu eziklik hayatındaki bütün lezzetleri de ister istemez ezmektedir:

 

"Susun susun uzakta ölümüme ağlayan,

Gencim, ölmem, arzular kanımda bir çağlayan.

Şırıl şırıl

Şırıl şırıl.

Ne olurdu bir kadın, elleri avucumda,

Bahsetse yaşamanın tadından başucumda.

Mırıl mırıl

Mırıl mırıl."

 

Hakiki imandan uzak şair ölümden de ürker. Daha sonra göreceğimiz o Türk şiirinin ölümle dost mısralarının şairi, bu devirde ölüm karşısındaki çaresizliğiyle ağlamaklıdır. Ölmek istememekle beraber çok yaşamak da istemez; zîrâ ne ölümün ne de hayatın esrarını çözebilmiştir:

 

"Sanma bir gün geçer bu karanlıklar.

Gecenin ardında yine gece var.

Çocuklar hıçkırır anneler ağlar

Yaşlı gözlerinle kal anneciğim."

 

Şair, hakiki imanın o engin ve sarsılmaz ümit dünyasından uzak olunca geleceği pek parlak görememektedir. Hüznün, gözyaşının, dert ve kederin bitmeyen dâirevî dünyasında yaşamaya mahkûm bulur kendini. Böyle bir dünyada Allah gibi bir Yâr-ı Vefalısı olmayan ruh elbet de gelecekten ümitsiz olacaktır.

 

Peki, Necip Fazıl gibi; dava, azim, ümit adamında, iman adına bir döneme damgasını vuran ve kendinden sonraki dönemlerde de bu değerlerin sancaktarlığını yapan bir şairde bu büyük dönüşüm nasıl gerçekleşti?

 

"Tam otuz yıl saatim işlemiş ben durmuşum.

Gökyüzünden habersiz uçurtma uçurmuşum."

 

1934 tarihli bu beyit, karanlıktan aydınlığa adım atan Necip Fazıl'ın bu yeni dönemdeki inanç, his, düşünce ve şiir dünyasına girişini sembolize eder. Üstad bu tarihten önce kaleme aldığı şiirlerin çoğunu çöpe attığını ifade eder. Yukarıdaki beyitler ise 1934 öncesine ait olmakla birlikte, sanat değerinden dolayı, çöpe atmayıp Çile'ye aldığı şiirlerdendir. Öyle görünüyor ki şair hakikate kapalı bir dünya ile hakikati ayân beyan gören bir dünyanın ruhlardaki resmini çok iyi görebilmemiz için bunları Çile'ye almıştır.

 

Necip Fazıl, 1934 yılında Allah dostu Abdulhakim Arvasi Hazretleri'yle tanışır. Gözlerinde Yüce Yaratıcı'nın "Gören gözü olurum." hakikatini taşıyan bu Allah dostu, ona ilk nazar edişinde gönlündeki buz dağları bir bir erimeye başlar. Doğduğu günden beri içindeki sancıları dindirecek bir hakikati kovalayan büyük şair bunu o bakışlarda bulmuştur.

 

Bu tanışmadan birkaç yıl sonra kaleme aldığı Çile adlı şiirinde bu gerçeği haykırır:

 

"Atomlarda cümbüş, donanma, şenlik.

Ve çevre çevre nur, çevre çevre nur.

İç içe mimari, iç içe benlik.

Bildim seni ey Rab, bilinmez meşhur."

 

Tefekkür dürbünüyle çevresine bakmayı öğrenen şair zerreden kürelere bir bakış sergiler. Eşyadaki baş döndürücü mimari, bu mimarideki sanat ve birlik onu Allah'a götürür. Daha önceki şiirlerinde karanlık tablolar çizen şair artık her yerde çevre çevre nur ve aydınlıkla karşı karşıyadır. İman, dünyasını aydınlatmıştır:

 

"Yaradan rahmetini kahrından üstün saydı,

Ne olurdu hâlimiz gözyaşı olmasaydı!"

 

Allah'ın rahmetini açıkça görmektedir artık. İnançsızlığın verdiği o vahşet dünyası yıkılmış, rahmet ve merhametin ışıdığı yeni bir dünya açılmıştır önüne. Kâinatta tecelli eden rahmet eserleri, göğün mavisi, ağacın yeşili, çiçeklerdeki rengârenk cümbüş, canavarlarda bile tecelli eden evlât sevgisi, insanların gönüllerine taht kuran aşk ve merhamet duyguları şairi Büyük Merhamet Sahibi'ne götürüp gönlünü dalgalandırır. Merhamet öyle doldurmuştur ki gönlünü, kâinattaki rahmet eserleri gözyaşı pınarlarını coşturmuştur:

 

"Ölüm, ölene bayram, bayrama sevinmek var.

Oh ne güzel, bayramda tahta ata binmek var."

 

"Öleceğiz, müjdeler olsun, müjdeler olsun

Ölümü de öldüren Rabb'e secdeler olsun."

 

"Ölüm güzel şey, budur perde ardından haber...

Hiç güzel olmasaydı, ölür müydü Peygamber?!"

 

Şair, ölümün yüzündeki bu korkunç görünümün bir maske olduğunu, bunun altındaki şirin simayı, iman gözüyle görmüş ve göstermiştir. İman, ölümden korkan şairi ölümü aşk ve şevkle arzulayan şair hâline getirmiştir:

 

"Rahminde cemiyetin ben doğum sancısıyım.

Mukaddes emanetin dönmez davacısıyım."

 

Daha önceleri, gecelerden ve kaldırımlardan medet uman şair artık dertlere derman sunan bir dava adamı olmuştur. Artık büyük emanetin bir hâdimi olarak görür kendini. İman, ona öyle bir azim ve kararlılık vermiştir ki, kendini bu yolun ne olursa olsun dönmez yolcusu olarak görmüştür.

 

"Yokuşlar kaybolur çıkarız düze,

Kavuşuruz sonu gelmez gündüze.

Sapan taşlarının yanında füze,

Başka âlemlerden farkımız bizim."

 

Şairdeki değişim büyüktür. İçinde karamsarlık yerine büyük bir ümit vardır. "Gecenin ardında yine gece var" diyerek ümitsizliğin derinlerinde gezen adam gitmiş, "Kavuşuruz sonu gelmez gündüze" diyerek ümidin zirvesinde koşturan bir adam gelmiştir. Kavuştuğu güzelliklerin farkındadır. İmanı ona öyle bir dünya vaat etmiştir ki; bu dünya başka hiçbir hayat görüşü ve felsefesiyle ölçülemeyecek kadar güzel ve eşsizdir:

 

"Tohum saç, bitmezse toprak utansın.

Hedefe varmayan mızrak utansın.

Hey gidi küheylan koşmana bak sen.

Çatlarsan doğuran kısrak utansın."

 

İman, şaire aynı zamanda büyük bir hamle adamı olma şuuru da vermiştir. Öyle bir hamle ve aksiyon adamıdır ki çevresindeki hiçbir menfîlik onu yapacağı işlerden vazgeçiremez. O, yapacağı işlerin neticesine bakmadan yapılması gerekeni yapacak kadar şuur sahibidir artık. Mühim olanın, kendisine düşen vazifeyi hakkıyla yapmak, gerisini düşünmeden yoluna devam etmek olduğunu kavramıştır:

 

"Mehmed'im sevinin başlar yüksekte.

Ölsek de sevinin, eve dönsek de.

Sanma bu tekerlek kalır tümsekte.

Yarın elbet bizim elbet bizimdir.

Gün doğmuş gün batmış ebet bizimdir."

 

Ümit ve şevkin zirveleştiği noktadır bu dörtlük. Zindanda bütün imkânlardan yoksun hâlde bile etrafa aşılanan şevk ve ümit... Şair daimî mekânı olmuş zindanlardan birindedir. Oğluna Türk şiirinin eşsiz şiirlerinden birini "Zindandan Mehmed'e Mektup"u yazar. Bediüzzaman'ın ifade ettiği gibi, hakiki imanı elde eden bir adam olarak, bu nimeti tadamamış saraylardaki nasipsizlerden daha hürdür. Öyle ki içerden dışarıya enginlik, ümit, aşk ve şevk saçar. Sadece dışarıya değil yakın ve uzak istikbale kadar gider bu ışık.

Sıkıntı ve kuruntularıyla kendini hayatın geçici zevklerine verip perişan eden bir adam, iman nuruyla, büyük yığınların dert ve ızdırabına çareler üreten büyük bir dava adamına dönüşmüştür. Hem öyle bir dava adamı ki, tek başına devrin bütün güçlerine kafa tutan, hakikatleri haykırdığı Büyük Doğu mecmuası her çıktığında hapse düşen ve hapisten her çıktığında tekrar büyük bir azimle mecmuasını yeniden çıkaran bir dava ve aksiyon adamı.

Şu beyit, bu büyük dava şairinden kendinden sonraki dava adamlarına bir vasiyet gibidir:

"Garip geldik gideriz, rafa koy evi barkı.

Tek, dudaktan dudağa geçsin ölümsüz şarkı."

Hapisten çıkınca, 1964'den 1971'e kadar Büyük Doğu dört defa daha çıkar, kapanır. Necip Fazıl yine bu yıllarda 1963'te başlayan konferanslarıyla Anadolu'yu bucak bucak dolaşır. "Büyük Doğu Neslini" yetiştirmeye çalışır. Binlerce insana hitap eder. Hep ümit doludur. Geleceğe umutla bakar. Hiç durmadan Anadolu'ya tohum saçar. Bu tohumlar bitmezse toprak utanmalıdır:

Tohum saç, bitmezse toprak utansın

Hedefe varmayan mızrak utansın! 

Hey gidi küheylan, koşmana bak sen!

Çatlarsan, doğuran kısrak utansın! 

….

Ustada kalırsa bu öksüz yapı,

Onu sürdürmeyen çırak utansın!

Necip Fazıl, 1972'de artık evindedir. 1978'de Büyük Doğu on altıncı defa çıkar. Ama o artık bir hayli ihtiyarlamıştır. "Pırıl pırıl zekâsına, muhayyilesine, dipdiri sesine rağmen, bedeni son senelerde süratle çökmüştür." Ve koca şâire artık dünya boş, odaları loş gelmekte, gözleri müebbette, gününü beklemektedir. Gelen meleğe hoş geldin, safa geldin demeye hazırlanmaktadır. İnanan bir insan olarak onun için "Ölüm güzel şeydir." Bu inancını ne kadar da güzel şiirleştirir:

Ölüm güzel şey, budur perde ardından haber…

Hiç güzel olmasaydı ölür müydü Peygamber? 

 

O da her fani insan gibi, 25 Mayıs 1983'te bir güzel ölümle bu dünyadan ayrılır, çok sevdiği Yüce Yaratıcı'sına kavuşur.

_______________

 

Kaynaklar:

1- Necip Fazıl Kısakürek, O ve Ben, 5. baskı, İstanbul, 1987, s. 64.

2- Mehmet Kaplan, Edebiyatımızın İçinden, İstanbul, 1978,. S. 19.

3- a.g.e., s. 193.

4- Necip Fazıl Kısakürek, Bâbıâli, 2. baskı, İstanbul, 1976, s. 204.

5- Kısakürek, O ve Ben, s. 130.

6- a.g.e., s. 162.

7- Necip Fazıl Kısakürek, Cinnet Mustatili, 4. baskı, İstanbul, 1983, s. 301.

8- a.g.e., s. 302.

9- a.g.e., s. 306-307.

10- Mehmet Kaplan, Cumhuriyet Devri Türk Şiiri, 2. baskı, İstanbul, 1975, s. 30.

11- a.g.e., s.31.

12- Necip Fazıl Kısakürek, Çile, 12. baskı, İstanbul, 1987. 

 

 

 İLGİLİ YAZILAR

NECİP FAZIL BİR İMAN ADAMIYDI

NECİP FAZIL KISAKÜREK (1905 - 25 MAYIS 1983)

NECİP FAZIL KISAKÜREK'İN ESERLERİ

NECİP FAZIL’IN ‘VİSAL’ ADLI ŞİİRİ

’’NECİP FAZIL KISAKÜREK'TEN ŞİİRLER

 

 

SON EKLENENLER

Üye Girişi