Kullanıcı Oyu: 0 / 5

Yıldız etkin değilYıldız etkin değilYıldız etkin değilYıldız etkin değilYıldız etkin değil
 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

CENGİZ DAĞCI KİMDİR?


Cengiz Dağcı kimdir? Hayatı ve eserleri: Ülkesi ve halk üzerinde Sovyet diktatörlüğünün maddî manevî korkunç baskı­larını yaşamış, sonra da 1941-1943 Rus-Alman boğuşmaları sırasında bütün Kırım Türklüğü’nün tehcir ve katliâm ile yok edildiğini görüp yaşayarak bu büyük in­sanlık faciasını eserlerine yansıtmış tek romancı olan Cengiz Dağcı, 9 Mart 1919’da Gurzufta doğmuştur. Kırım Türkleri’ndendir. (Komünistlerin Kırım’ı Türkler’den boşaltma kötülükleri 1928’de başlamıştı.)

Köyünde ve Akmescit’te okuduktan sonra Kırım Pedagoji Enstitüsü’ne girmiş, ancak II. Dünya Savaşı başladığı için (1940) enstitüyü yarım bırakarak askere alınmış, Odesa’daki subay okulunda yetiştikten sonra (1941) Alman-Rus Savaşı’na katılmıştır. Bir süre Ruslar safında savaştı, sonra Almanlar’a (biraz da Ruslar’a kini dolayısıyla isteyerek) esir düştü. Fakat Almanlar, esirlere ve bilhassa Türkler’e Sovyetler kadar kötü ve zalim davranıyorlardı. Genç asker, onlarda da beklediği insaniyeti görmeyince ve zaten Almanlar’m yenilmeye yüz tutmaları üzerine Polonya’ya sığındı. Bu ülkede Alman işgal kuvvetlerine karşı millî dire­niş hareketlerine katıldı.



Savaşm bitiminde, bir Türk konsolosluğuna başvurarak Türkiye’ye gelmek is­tedi ise de umduğu anlayışı göremeyen Cengiz Dağcı, (Kızılhaç aracılığı ile) Al­manya’yı işgal eden müttefik kuvvetlere sığındı. Polonyalı eşi ve küçük kızıyla sı­ğındığı Londra’ya (1946) yerleşti. Yıllarca orada bir dükkân işletti.

Eserleri Türki­ye’de Ötüken Neşriyat’ça yayımlanmakta olan Cengiz Dağcı ’nın romanları ve hatıra kitapları:



Korkunç Yıllar (1956),
Yurdunu Kaybeden Adam (1957),
Onlar da İnsandı (1958),
Ölüm ve Korku Günleri (1962),
O Topraklar Bizimdi (1966),
Dönüş (1968),
Genç Temuçin (1969),
Badem Dalına Asılı Bebekler (1970),
Üşüyen Sokak (1972),
Anneme Mektuplar (1988),
Yansılar (1988),
Benim Gibi Biri (1989),
Yansılar (2-3- 4) (1990-1991-1993),
Yoldaşlar (1992),
By John Marple’ın Son Yolculuğu (1998),
Haluk’un Defterinden ve Londra Mektupları (1996),
Ben ve İçimdeki Ben (1994),
Bay Markus Burton’un Köpeği (1998)
Hatıralarda Cengiz Dağcı (2000),
Regina, (2000),
Oy Markus Oy (2000),
Rüyalarda Ana ve Küçük Alimcan (2 Hikaye) (2001).

Cengiz Dağcı ’nın 1956’dan beri üst üste yayımlanan yukardaki romanları esas itibariyle otobiyografik çizgiler taşır çoğu da birbirlerinin devamı şeklinde düzen­lenmişlerdir. Hele Yurdunu Kaybeden Adam kesinlikle Korkunç Yıllar’ın devamı ve ikinci bölümüdür. Genç Temuçin ise Cengiz Han’ı bir Kırım Türk’ü gözüyle, Kı­rımlıların efsaneye karışık tasavvurlarıyla anlatan bir tarihî roman denemesidir. Dağcı, çıplak ve acı hakikatlerden sıyrılıp, Tatarlar’ın şan, yiğitlik, cihangirlik günlerine yöneldiği… Yani batış yıllarının faciasından doğuş yıllarının ferahlığı­na geçtiği bu tarihî romanında, üslûp, tasvir, hayal gücü bakımlarından daha ba­şarılı görünmektedir.

Şimdilik daha çok öbür romanlarının açısı ile bakacağımız Cengiz Dağcı, yu­karda özetini gördüğümüz çok trajik, maceralı, korkulu, yer yer ümide kapılan fa­kat daima bir acı sonuçla noktalanan hayatını, köy ve kasabasında yaşayan Kı­rımlı soydaşlarının acıklı yaşayışlarına katarak anlatmaktadır. Romanları böylece:

Bazı kişiler ve olaylar vasıtasıyla bir topluluğu; bir şehir, bir bölge hatta ülke (Kırım ülkesi) halkını; sayısız üzülüşleri, intibaksızlıkları, Sovyet emperyalizmi karşısında gizli açık isyanları; bundan kurtuluş ümitleri ile anlatan «sosyal ro­manlar» dizisi olmaktadır.

Korkunç Yıllar’dan tutarak yazar, kendi çocukluk günlerinden itibaren Kırım Türkleri’nin Sovyet sömürücüleri elinde inleyişlerini, bilhassa Stalin diktası al­tında barbarlığı arttıran komünist rejimin şehirli, köylü Türk halkı üzerindeki baskılarını, halkta beliren tepki ve direnişleri, bu direnişlerin nasıl zalimce ceza gördüğünü vs. ele alıyor.

Anlatılan o Türkler, geleneklerine, törelerine, dinlerine… Uzun süre Osman­lı’yı bile uğraştırmış ve bilhassa Rus çarlığını korkudan titretmiş olan savaşçı yi­ğitliklerine, ısrarla bağlıdırlar. Buna karşılık modem makinelerle, çelik ordular ve insaniyet dışı komünizm iktası metodları ile gelip onları yok eden Sovyet em­peryalizmi 20. yüzyıl sonlarına kadar insanlığın baş düşmanı olmuştur. Şöyle ki:

Camileri yıkarak, minareleri devirerek, İslâmiyet’i yasaklayarak, en basit ihti­yaç mallarını bile gasp ederek, ailelerin içine yolsuzluklar, casuslar, hafiyelik so­karak bu gelenekleri çökertmiştir. Yıllar geçmiş, Türk halkı kolhozlara ve bu re­jimin dolaplarına alışamamıştır. Sovyetler’e ısınmak şöyle dursun, sürekli diş bi­lemektedirler. Nesiller değişmiş fakat eski törenin Türkler’e verdiği direniş sön­memiştir. Komünist Partisi’nin Türk mensupları (kolhoz reisleri vs.) Türkler ara­sında »hain» sayılmaktadır. Bu adamlar kendileri dahi gizli tedirginlik, vicdan hu­zursuzluğu içindedirler, Çok kötü yaratılmış olanları bir yana fakt (meselâ O Top­raklar Bizimdi’deki) Çukurca köyünün kolhoz reisi Selim gibi kimseler, Sovyet zulmünün kendilerini kullanarak halkı ezmesinden dolayı ağır suçluluk hissi du­yarlar.

Nitekim kültürlü olgun, insancıl tabiatta bir kimse olan Selim, Çukurca Kol­hoz reisliğine atandığı gün kendi kendine şu ‘iç konuşma’yı yapmaktadır. Aldığı görevle-vicdanî çatışmasının bu güzel sözleşmesini (diyalog)aşağıya alıyorum:

“Halk nedir?”

– Dil ile, törelerle, geçmişte birbirlerine bağlanmış, hatta birbirine benzeyen insanlar, insan topluluğu…”

-Ya halkın gücü?”

-Halkın gücü toplum olmasındadır. Ancak halkın bu gücünden yararlanmak için her şeyden önce halkı, yahutta toplumu kontrol altına almak gerekir. Halk kontrol altına alınmazsa bu güç olumsuz bir rol oynayabilir.”

– Nasıl? Ne gibi olumsuz?”

– Komünizm ideolojisine karşı, yabancı ideolojiler tarafından yararlanılır. Komünizm’in kuruluşuna engel olan ideolojiler… Komünizm’in ilerleyişini frenleyi­ci ideolojiler. Sözgelimi, halkın arasında bazı kişilerin zenginleşmesi… Kapital… Kapitalizm…”

– Ya halk ayrı ayrı kişilerin bir arada toplanması değil mi? Halkı ayrı ayrı kişi­ler meydana getirmiyor mu? Elbetteki halkı ayrı ayrı kişiler meydana getiriyor.

Herkes kendi bildiği yolda yürüyor: Çalışıyor, yaptığı işi seviyor, kendisi için iyi bir iş yapıyor, yahutta yaptığını sanıyor, kimi ise başka bir yolda gidiyor. O da ça­lışıyor; o da iyi bir iş yapıyor, yahutta yaptığını sanıyor; yalnız ötekinin tuttuğu yo­lu beğenmiyor. Ama onlar aynı topraklar üstünde, aynı göğün altında yaşıyorlar. Olabilir M ikisinin yaptığı iş de iyi bir iştir, faydalıdır. Bırakalım, ayrı ayrı yollar­da gitsinler. Onları bir tek yolda yürütmeğe bir mecburiyet var mı?”

– Senin düşüncelerin çürük! Çürük ve zararlı. Komünizm çerçevesi içinde se­nin bu düşüncelerin üzerine tartışmağa yer yok. Senin bu düşüncelerin on doku­zuncu yüzyılın burjuva milliyetçilerine ve günümüzün zararlı ve tehlikeli Batı fel­sefesine ait düşüncelerdir. Büyük Bolşevik İhtilali senin bu düşüncelerini yerin dibine gömdü. Senin karşında duran insan iyi bir insan mı kötü bir insan mı, bu­nun önemi yok. Senin karşında duran insan, her şeyden önce, Komünizm kuru­cusu olmalıdır. 0, bir Komünizm kurucusu ise, ne kadar kötü bir kişi olursa ol­sun, onun gücünden yararlanacaksın. Senin karşında duran kişi bir Komünizm kurucusu değilse, onu yok edeceksin. Hemen, yok edeceksin. Öldüreceksin!”

“-Nasıl?”

– Hemen, hiç vakit kaybetmeden öldüreceksin… Çünkü hayatta kalırsa, yakın veya uzak bir gelecekte, bil ki komünizm düşmanı olacaktır. Komünizmi kuracak olmayan, dolayısıyla ona düşman olabilecektir. Bir kişiyi öldürmekle komünizm zaferini yaklaştırmış olacaksın.

– Ama halkın coğrafî durumu, dini, gelenekleri komünizmin kuruluşunda bir dereceye kadar müsbet rol oynayamaz mı?

– Hayır, hayır, hayır! Senin yüreğinin içinde kapitalist, burjuva ve milliyetçi duygular yuva örmüşler. Sen kendi kendinden kaçamayacağın gibi komünizm kurucularının gözlerinden de kaçamayacaksın. Seni görüyoruz biz!…»

(O Topraklar Bizimdi, 1966, s. 64-66)

İlk beş romanında halkın bu sıkıntılarını, Sovyet idaresi ile çatışmalarını, on­lara yeniliş ve ezilişlerini anlatan Dağcı, aynı eserlerinde yine o yılların insanlık dışı, ikinci belâsı olan “Nazi Almanları” felâketini de kudretle dile getirmektedir. Alma-Rus Savaşı sırasında Kırım Türkleri’nde büyük ümitler doğmuştu. Fakat ka­ba askerî mantık ve Nazizm barbarlığı içinde zafer sarhoşu olan Almanlar bir esir milletteki bu duygulan anlamadılar. Bilâkis Ruslar kadar zulüm ve eziyet ederek halkı yeni felâketlere, isyan ve nefretlere şevkettiler. Ukrayna’da olduğu kadar Kı­rım’da da esir yerli halklarla dostluk kuramayan Almanlar’ın (büyük ölçüde) bu yüzden Ruslar’a yenildikleri Cengiz Dağcı ’nın evrensel tespitleri arasındadır.

Ruslar’dan sonra Almanlar’ın da eziği Kının Türklüğü, üstelik «düşmana yar­dım ettiler, işbirliği yaptılar» bahanesi ile, bin yıllık vatanlarından büsbütün sö­külüp atılmış, milyonlarcası kurşuna dizilmiş, Sibirya’larda dondurulmuş, «teh­cir» sırasında öldürülmüş, açlığa ve soğuğa terk edilmşlerdir. Bu bakımdan Dağcı’nın romanları, katliâma (jenosite) uğratılmış bir milletin son çırpınışlarım an­latan, böylece edebî güzelliğine denk vesika kıymeti taşıyan eserlerdir. Bunlar bir gün insanlığın ibretle, dehşetle inceleyip, insanlık adına utanacağı feci sahnelerle doludur.

Kırım Türklüğü’nün Anadolu’nunkine çok benzeyen insanları, onların töre, inanç, itikat ve âdetleri; zulüm karşısında sinişleri, köleliğe rağmen ara sıra dire­nişleri; yok edilmeyen ümitleri, hür, bağımsız ve kendi işlerine, kendi tarlalarına sahip olma tutkuları ile birlikte bu romanlarda:

Cengiz Dağcı esirlik ve savaş facialarını; bir milletin insanlık dışı boş bir ide­oloji olan Sovyet emperyalizmi baskısı altında çiğnenişini ve beşeriyeti yıllarca kırıp geçiren İkinci Dünya Harbi’ni yaşamış bir romancıdır. Birçok cephelerde, te­merküz kamplarında, gerek Sovyet gerek Alman karargâhlarında çocukluktan beri yaşamış… O felâketlerden mucize denilecek tesadüflerle kurtulmuştur… Son­radan yerleştiği İngiltere’de, kıt kanaat yaşamasına rağmen hürriyetin ne büyük saadet olduğunu hakkıyla kavramış olan Cengiz Dağcı ’nın romanları, edebiyatı­mız için yenilik, değişik iklim ve zenginlik kaynaklandır.

Edebiyata belki de hazırlıksız bu Kırım Türkü’nün ilk romanlarındaki üslû­bunda çok usta olmadığı, Türkçe’mizi özenle kullanamadığı, sayfalan arasında gevşek ifadelere rastlandığı söylenebilir. Fakat bu eksikler belgelere, yaşanmışlı­ğa ve bin bir faciaya dayalı cehennem hayatını anlatan bu romanlarının değerini azaltamaz. Kaldı ki, sonradan yayımladığı eserlerin edebî değer bakımından ilk kitaplarına üstün olduğunu kendisi de şöyle anlatmaktadır

“Bunları takip eden romanlarım «Onlar da İnsandı», «Badem Dalma Asılı Be­bekler», «O Topraklar Bizimdi», «Anneme Mektuplar», hem dil, hem de edebî öze­likleri bakımından «Korkunç Yıllar» ve «Yurdunu Kaybeden Adam»la kıyas edile­meyecek kadar üstündürler. Buna rağmen, bu eserler üzerine soru soranlar çok az oldu, dergilerde de çok eleştiri yazılan yazıldı.”

Kolhoz’da Hayat’tan

…Cengiz Dağcı ’nın O Topralar Bizimdi romanı, «Kolhoz’da Hayat» ve «O Top­raklar Bizimdi» adları ile iki bölüm üzerine kurulmuştur. Birinci bölümde Çukurca’nın Alman-Rus Savaşı patlak vermeden ve Almanlar gelmeden önceki yaşayış­ları, İkincide ise Alman zulmü alfandaki günleri anlatılır. Aşağıda Çukurca Kolhoz Reisliği’ne yeni tayin edilen; (yukarıda tanıdığımız) vicdanlı Selim’in ilk günler­deki halka acıdığı belli olan davranışları anlatılmaktadır.

“Kooperatife çıkan yolun sonu bir şişe ağzı gibi dardı. Yolu tıkamış olan köy­lüler Slim ‘i görünce duvar diplerine çekilerek yol açtılar. Selim, uzun adımlarla geçip meydana girdi.

Solda, çardaklı Kolhoz aşhanesinin kırık camlı penceresinden çıkan sac soba­nın borusu tütüyordu. Kadınlar, ellerinde sepetleri ile, kooperatifin kapısına, da­ha doğrusu kapıya asılı duran kocaman demir kilide bakıyorlardı. Aşhanenin du­varı dibinde sekiz on köylü kümelenmiş gözleri solgun, hayata küskün, umutsuz­ca fakat sabır ve ısrarla birini bekliyorlardı.

Meydanın orta yerinde duran Selim, bekleşen kadınlara ve adamlara baktı ve acı bir tavırla gözlerini yere indirdi.

Tam o sırada aşhanenin kapısı açıldı ve eşikte orta boylu şişmanca, ensesine düşen uzun saçları özenerek taranmış, uzun kirpikli, bir dananın gözleri kadar iri gözlü, temiz ceketli, temiz çizmeli br adam durdu. Meydanda bekleşenlere göz bi­le atmaksızın, orta yerde duran Selim’e, soğuk ve âdeta saygısız bir selâm verdi. Tatsız gülümsemesiyle ona doğru yürüyerek:

-Merhaba! Salavat Morcan’ım ben. Tanışmadık henüz. Çukurca’ya dün geldin öyle mi?

Selim kooperatif ve Kolhoz aşhanesini idare eden Salavat’ın kendisine «sen» diye hitap ettiğinden emin olmak istermişçesine durmuş, hayretle gelene bakı­yordu. Vakarlı bir sesle:

-Ooo! Siz Salavat Morcan’sınız demek, dedi. «Siz»in üzerine iyice basıyordu. Salavat’ın gülümsemesi bütün yüzüne yayıldı:

-Ben’im. Sen İcra Komitesi’nden geliyorsun öyle mi? Ben de arada bir uğra­rım komiteye. Bazen iş de çıkıyor da. Biliyorsun ya parti işi…

İstiyorsan gel içeri girelim. Bir şeyler bulunur senin için. Ben olmadığımda da girebilirsin. İçerdekilere benim adımı söyle… Selim kımıldamadı. Yüzü değişme­miş yalnız kaşları biraz çatılmıştı. Morcan’a bakarak sordu:

-Onlar ne yapıyorlar orada?

-Şu duvarın dibindekiler mi?

-Evet.

Bir şey yapmıyorlar, yemeği bekliyorlar.

-Şimdiden mi?

-Sersem köylüler. Aşhanenin kapısı on birden önce açılmaz. Köyde Kolboz ku­rulalı neredeyse yedi yılı geçiyor. Hâlâ öğrenmediler. Lâftan anlamıyorlar ki.

Salavat Morean, kooperatif kapısında bekleşen kadınlara da şöyle bir bakarak sözüne devam eti.

-Onlar da öyle, dün kendilerine belki on kere söyledim. «Unu önümüzdeki sa­lı günü vereceğim» diye… Ama sen söyle oğlum! Canın çıkana kadar söyle… Ne sözden anlarlar, ne yazıdan.

-Unu niçin salı günü veriyorsun?

-Çünkü bugün verirsem salıya kadar yer bitirirler.

Elini kaldırdı ve parmakları ile saymaya başladı:

-Un salı, mısır ve buğday perşembe, patates de cumartesi günlen.

-Ne kadar un veriyorsun?

-Adam başına iki yüz gram. Üç yüz gramdı ama iki yüze indirdim. Biriktirmek gerek. Ya ne? Onlar, bahçelerde meyva yemiyorlar mı? Sen söyle, sen: Yan köy’ün kooperatifi de benim gibi yapmıyor mu?

-Ne kadar un biriktirdiniz? Yani şimdi ambarda ne kadar var?

-İki yüz yetmiş çuval un. Yüz elli çuval geçen yıldan kalma mısır, buğday. On altı çuval mercimek… Hele hele oruç zamanı gelsin, iki yüz gramdan yüze indire­ceğim. Bilir misin, bunlar hâlâ oruç tutarlar oğlum. Oruç tutar bunlar, komünizm denilen şey, kolay kolay girmez bunların kafalarına…

Selim /azla dinlemedi, kooperatife doğru yürüdü. Salavat, kısa adımlarla, onun yanında ve koluna takılmış gibi yürüyordu. Onlar kooperatife girerken ka­dınlar arasında bir kımıldanma başladı. Ellerindeki sepetler, yağ tenekeleri, sahanlar birbirlerine çarptı, takırdadı.

Kapı gıcırdayarak açıldı, içerisi karanktı. Pancurlar açılınca gün ışığı dükkâ­na sızdı. Salavat konuşmaya devam etti:

-Sen kıyı halkındansın galiba. Yalta’lı mı? Bizim yerliler gibi konuşmuyorsun. Ben, doğrusu, bizim Kolhoz’a, bir Rus tayin edileceğini sanmıştım.

Selim onu dinlemiyor, arka tarafa birbiri üzerine düzensizce yığılmış un çuval­larına bakıyordu. Burnunu temizleyen Salavat:

-Epeyce mal var ha! Dikkatli ol Reis. Benimle iyi geçinmeğe bak Kolhoz işini becerecek misin, becermeyecek inisin bilmiyorum? Burası Çukurca oğlum! Yalta veya Akmescit değil. Dışardaki şu kadınları gördün ya, onlarla komünizmi kura­cağız. Zordur zor… Onlarla nasıl konuşulacağını sen bilmezsin. Bilir misin ya? Bi­ri ölünce evlerinde gizli bir şey, -bir ismi var ama- aha Mevlid-i şerifmi ne.:. Öyle bir şey okurlar. Bir de sünnetçi vardı Çukurca’da. Ama şimdi yok. Geri döneceği­ni hiç sanmam… Kara Mustafa adında biri idi.

Selim öfkeli ve kalbi kırılmış bir sesle, onu dinlemeden ve sesi güçlükle çıka­rak konuştu:

– Kadınlara, şu dışarda bekleyen kadınlara un ver. Bugün şimdi…

-Haa? Ne dediin?

-Kadınlara… Hepsine un ver. Beşer kilo. Kim gelirse ver, boş çevirme!..

-Beşer kilo!

Salavat Morcan, sırtını Selim’e çevirerek elini salladı:

-Git işine oğlum! Kolhoz’u idare etmeye, halkı işletmeye geldin, bana emir ver­meye değil! Ben emri senden değil RAY. PİŞ. PROM’dan alırım. Haydi işine yal­lah!

Selim’in yüzü kıpkırmızı kesildi. İri parmaklarını avcu içinde toplarken rengi morarıyordu. Morcan’a iyice yaklaşarak dişleri arasından:

. – Sa-la-vat Mor-caan!..

Ve lâfını bitirmeden bir eliyle Morcan’ın pantolonundan, ötekiyle ceketinin ya­kasından tutup kapıya doğru sürükledi. Morcan, kendisine ne olduğunu anlama­dan, gözlerine kara bir perde çöktü, kapı müthiş bir gürültüyle açıldı.

Şimdi Morcan, kooperatifin önünde yüzükoyun uzanmış duruyordu. Selim, şimşek çakan gözleriyle ayaklan dibinde yatan Morcan ’a bakıyordu. Öteden, mey­danın kenarındaki yoldan arabayı çeken iki öküz durdu. Tavlaların yanındaki dar yoldan iki, üç, dört köylü çıktı. Yerde yatana doğru yürüdüler ve kooperatifte olup biteni hemen anlamış olacaklar M, durup Selim ’e baktılar. Sonra yavaşça duvar dibine çekilip bekleştiler. Öylesine derin bir sessizlik çökmüştü ki, az ötedeki öküzlerin yere düşürdükleri taze gübrelerin kısık lap-şlap sesleri duyuluyordu…

Selim

Ge-ber-tirim! dedi… Beş kilo un! Kim gelirse vereceksin!.. Sonra Morcan’ı bı­raktı, Köy Sovyet’i binasına doğru uzun adımlarla yürüdü…”

O Topraklar Bizimdi

Cengiz Dağcı ’nın “Bütün Eserleri” Ötüken Yayınevi’nce basıldı. Bazı gazete ve dergilerde Dağcı ile-röportajlar yapıldıktan başka, Cengiz Dağcı hakkında kitap­lar (İsa Kocakaplan, Cengiz Dağcı ‘nın Dört Romanı, MEB. Çağdaş Yazarlar Dizisi, 1992; aynı eserin genişletilmiş baskısı Kırım’dan Londra’ya Cengiz Dağcı (1998) başlığıyla yapılmıştır. Diğer bir çalışma da İbrahim Şahin, Cengiz Dağcı ’nın Ha­yatı ve Eserleri (1996)’dır. Ayrıca bazı yaslar da çıktı: Mustafa Köker; “Cengiz Dağcı” (Türk Edebiyatı, Ocak 1993), Osman Türkay: “Dış Türklere İlgisizlik ve Cengiz Dağcı” (Türkiye gazetesi, 25 Kasım 1990), Hakkı Dursun Yıldız: (Onlar da İnsandı üzerine, Türk Kültürü), İnci Enginün: (Yansılar, Anneme Mektuplar, Be­nim Gibi Biri üzerine, Erdem dergisi, 1992).

Bu son yayınlarda ve özellikle Dağcı’nın açıklamalarında onu tanıtan, ansik­lopedilerdeki bazı bilgiler düzeltiliyor. Meselâ, birçok okurunun, romanlarındaki kahramanları kendisi zannetmesine karşı Dağcı, ısrarla şunları söylüyor:

“Korkunç Yıllar”ın esir kamplarıyla ilgili bölümleri gerçeğe dayanır. Yalnız bu gerçeği tam ve güçlü bir biçimde romanda yansıtamadığıma üzülüyorum. Korkunç Yıllar’ın devamı ve ikinci cildi olan Yurdunu Kaybeden Adam’a gelince, bu bir «muhayyel» eserdir; eserin baş kahramanı Sadık Turan da hayali bir roman kah­ramanıdır. Benim şahsî hayatımın dışındadır. Ben ne tank teğmeni oldum, ne Ruslar’a kan savaştım, ne de yaralandım. Eşim Polonya’lıdır ama hemşire değil­di ve romandaki Marya’mn hayatıyla hiçbir alâkası yoktur.”

(Türk Edebiyatı, Ocak 1991)

Dağcı’nın Romanları Üzerine

Dağcı’nın hemen bütün romanları çocukluk ve gençlik günlerini geçirdiği; an­nesinin, babasının mezarı bulunan, hatıralarının cenneti Kırım’da geçmektedir. Yine romanlarının hepsi, ister kendi başından geçsin, ister (dediği gibi) başkala­rına yaşatılmış olsun (Abdülhak Şinasî’nin eserleri gibi) hatıralar çeşnisindedir.

İlk romanlarındaki başlıca özellikleri, yukarıda görmüştük… 1972’den sonra (hepsi Türkiye’de) yayımlanan romanlarında ise, yazarın daha fazla derinleştiği, daha şiirli ve romantik, daha hoşgörücü ve telâşsız olarak, geçmiş günlerin tadı­nı çıkardığı görülüyor. Çoğunlukla klâsik kuruluşta romanlar yazan Cengiz Dağ­cı, bu son romanlarında iyice modem, hatta “postmodern” unsurları bile deniyor. Fakat eski veya yeni bütün romanlarında (ve Yansılar’ında) olayların hayata uy­gun, kişilerin de canlı çizilmiş olduğu görülüyor. Bu romanlarda göze görünen za­man (Genç Temuçin’ı saymazsak) yazarın çocukluğundan bugüne kadar geçen 70 yıllık Sovyet İmparatorluğu dönemidir. Bu dönemin 1928-1945 arası, özel ağırlık­la alınmıştır. Fakat, olayların, düşüncelerin arka plânında, geri dönüşlerle gidilip gelinen 1000 yıllık Türk-Kırım geçmişini bulmak da mümkündür. Bu roman ve hatıralarda mekân ise daima Kırım’dır. Hatırada ve gerçekte olaylar: Kızıltaş, Gurzuf, Bahçesaray, Akmescit, Yalta vs.’de yaşanmaktadır.

Hepsinin hatıra çeşnisinde yazıldığını belirttiğimiz bu romanlarda, vak’alar daima birinci ağızdan, birinci şahsın anlatıcılığı ile gelişmektedir. Bütün roman­larındaki kahramanların Cengiz Dağcı ’nın kendisi olduğu hissi, buradan da doğ­maktadır. Yine okuyucuya, bu romanlarının hepsi birbirlerinin devamı olduğu hissi gelmektedir. Zaman kesimi aynı, Kırım çevresi ve orada anlatılan köyler, manzaralar, dertler aynı, eziyetler, açlık ve sıkıntılar, rejim belâları, savaş çilele­ri aynıdır. Kişiler ve olaylar değişik olsa bile… Sanki tren penceresinden bakan se­yirciye (okuyucuya) aynı manzaranın sürüp gittiği duygusu gelmektedir. Lakin yazar Dağcı aslında tekrar edilen bu manzara ve hayatı her seferinde yepyeni gi­bi gösterebilmektedir.

Bununla birlikte, yaptıkları insanlık dışı işlerden dolayı Almanlarla Sovyetlere “bayrak açan” ilk romanlarına göre Dağcı’nın son romanları, daha serin ve da­ha derin ifade ve duygulan apaçık belli olmaktadır. Son romanlarında yazar, ken­disini güzelleşen hayallerin, kısmen hafifleşen ve uzaklaştıkça büyüleyici olan hatıraların derinliğine bırakıyor. Herkes gibi kendisi de, bu son romanlarını edebî açıdan, daha değerli ve önemli buluyor

“Onlar da İnsandı, Badem Dalma Asılı Bebekler, O Topraklar Bizimdi, Anne­me Mektuplar” hem dil, hem de edebî özellikleri bakımından, “Korkunç Yıllar ve Yurdunu Kaybeden Adam’la kıyas edilmeyecek kadar üstündürler. Buna rağmen, bu eserler üzerinde yeterince durulmamış, bunlar incelenmeden, romanlarım üzerinde belli hükümler verilmiştir.’’ (Türk Edebiyatı, Ocak 1993) diyor.

Kişileri, samimî gözlemler ve tahlillerle anlatılır, ayrıca her romanında, olduk­ça kalabalık bulunurlar. Sözgelişi, yukarıda incelediğimiz ve bir bölümünü de al­dığımız “O Topraklar Bizimdi” romanında, birkaç milletten, türlü mizaç, mevki ve tutumda kimseler bulunmaktadır. (Geniş bilgi için bk. İsa Kocakaplan, Cengiz Dağcı ’nın Dört Romanı, s. 117-127)

Bunlardan, (fikirlerini de az çok tanıdığımız) Selim, Reis Bilâl, Berber Haşan, Kara Mustafa, Gümüş Çoban, Şevket, Veli, Muzaffer ve “O Topraklar” gibi Salavat Morcan Türk kişilerdir. Ruslardan: Sergey Vasileviç Kuzmin, Natalya Vasilyevna, Zina, Lüba yine Alman er ve subayları, Ukraynalılar, Yahudiler, Çingeneler var­dır. Kısacası, Kırım çevresinin çeşitli ırk gruplan bütün eserlerinde de yer alıyor­lar.

Son romanlarından Benim Gibi Biri, önceki eserlerinde görülen çevre, vak’a, kişi ve hadiseleri yine alıyor, fakat bunları daha “modem” bir tarzda, yer ve za­man belli etmeden ortaya koyuyor. Kırım’dan bahsettiği ancak imâlar ve telmih­lerle anlaşılıyor. Böyle yapmakla yazar, her yerde olabilecek zulümleri fenalık ve iyilikleri, “evrensel” bir genişlikte anlatmak istemiş olacaktır. Ne var ki aynı yıl­da (1988) yayımlanan Anneme Mektuplar’ında, yazar daha derinleme olarak, Kı­rım’da bir köyün içindedir. Topraklarının gasp edilip, güzel tabiatları üzerine Kolhoz’un çöküşünü, bir zelzele geçirir gibi kâbuslarla anlatmaktadır.

“Benim Gibi Bin” romanında, sosyalizmin, komünizmin işgali felâketine uğra­yan bir ülkeyi, coğrafya ve zaman dışı belirtilerle vermektedir. Ancak, bu romanında dahi yazarda iz bırakmış olan korku, sıkıntı ve bunalım tasvirleri, okuyana ha­fakanlar getirmektedir.

“Anneme Mektuplar”, Dağcı romanlarının belki de en derini, en mükemmeli­dir. Elli yıl Kırım’a hasret yaşamış bir adamın vatan-sıla özleyişleri, öte yandan mutlu çocukluk cennetine hayalî dönüşleri bu eserde başlıca ve şairane temaları meydana getiriyor. 1930’larda bir gencin, 16 yaşındaki kadar sâf ve teiniz ilk aşk­larının kudretli anlatımları, bu romana bir şaheser üstünlüğü sağlıyor. Eyvasıl’lı Emin Teyze’nin kızı, Saniye’ye ilk masum sarkıntılıkları… Safi ile Akimova’nın, inanılmaz kudretle anlatılan sevdalan bu romanı ötekilere göre daha fazla çeşit­lendirmekte, derinleştirmektedir. Şu duygulara bakın meselâ: “…Suskun bir dün­yada çiçek olurdu, ışık olurdum. Pilibaşı başında bir salkım üzüm olurdum, Boz- kaya üstünde güneşlenen kertenkele olurdum; Dere başında salkımsöğüt olur­dum…”

Okudukça seviyorsunuz romanı. Çünkü: Sıla hasreti bu kadar derin olabilir. Vatan sevgisi, gündelik hayatlar, bahçeler, baharlar, şenlikler, acılar içinde bu kar dar elle tutulur hale gelebilir. Yazar, çok sevdiği Kırım’a, “Şimdi Türksüz” olma­yı yakıştıramamakta, o hatıraların, o türkülerin dışında bir Kırım düşünememektedir. İşte bu hâl ondaki ümidi, romantizmi artırmaktadır. Kırım’ın, bir gün mutla­ka, yine Türklerle dolup taşacağına imân etmektedir. Türkler elbette Kırım’da, ar­tık Han’lar devrinde olduğu gibi yalnız ve tek başlarına olamayacaklar ama, sev­gili topraklarını, başka milletler ve soylarla paylaşmasını bileceklerdir. Eser bu hü­viyetiyle aynı zamanda Türk’ü sevmenin, insanlığı sevmenin, hasretle güzelleşen dünyayı sevmenin doruğuna çıkmaktadır.

Cengiz Dağcı, Londra’da kendisine, “Türkçe’yi nereden öğrendiniz?” diye dü­şüncesizce soran birine:

“Ben Türkçe’yi öğrenmedim. Türkçem çocukken annemin bana konuştuğu dilden; «Uçma bülbül, konma bülbül kirez dalma, Sevdiğimi vermez edim dünya malına» gibi, güzelliğini Kızıltaş ve Gurfuz türkülerinde bulan dilden kaynaklanı­yor.”

Gerçekten Cengiz Dağcı, Türkçe’nin özünü, Kırım’ın halk türkülerinden, halk masallarından, hoş şiveli konuşma dilinden öğrenmiştir. Romanlarını, hatıraları­nı karıştırırken bile, her üç dört sayfada bir, bizim Anadolu’dan da âşinâsı oldu­ğumuz bir halk türküsü parçasına, bir tekerleme veya atasözüne rastlarsınız. Yalta’da, denize giren neşeli kızlar meselâ Giresun’dakiler gibi şu türküyü söylüyorlar:

“Biz biz edik biz edik
Otuz iki kız edik
Bir tahtaya dizildik
Tan arkanda silindik ”

(Yansılar, s. 149)

“Herkes mana, hırsızsın derler,
Nafile yere adımı kirlerler.
Paralı’nın yanma sokulurum,
Usullacık cebine dalarım
Kimseye dokunmaz zararım. ”

(Anneme Mektuplar, 1988, s. 329)

Dağcı, olayları sade dille hikâye ediyor. Cümleleri kısa ve hareketli olup anla­tışında ağırlık ve günlük konuşma dil üzerindedir. Müşahede (gözlem) gücü ve dikkati, sokaklarına; hayvanlarına çiçek ve meyvelerine ayrıntılarıyla eğildiği memleketinden, şâirâne tasvirler çıkarmasına imkân veriyor.

Söyleşme (muhavere) dili, romanlarının başarısı sayılır. Aşıkları âşıkane, ka­ba kişileri kabaca, savaşanları askerce, zalimleri de okuyana ağır gelecek tabir­lerle konuşturmasını biliyor.

Memleket bilgisi, edebiyat bilgisi, yaşanırken öğrenilmiş bilgiler, Rus edebi­yatından esintiler, ayrıca durmadan değişen dünya romanını iyi takip etmesi, Cengiz Dağcı ’nın eserlerine renk ve çekicilik kazandırmaktadır.

Anneme Mektuplar’dan

Adı geçen romanın aşağıdaki bölümünde, Londra’daki yaşlı Dağcı’dan merhu­me annesine yazılmış, içli satırlar bulunuyor. Yazar az önce, Londra’nın bir yerin­de, yanındaki erkekle, edepsizce sevişen bir kız görmüştür. Bu olay, onu elli yıl önceki Kırım’da, akraba kızı Saniye ile masum çocukluk ilişkilerine götürmüş­tür.

Hayatının daha çocukluğunda, Sovyetlerce zehir edilen günleri, babasının “götürülmesi” ve annesinin üstün şahsiyeti, bu romanın özellikleridir.

Evet, değişiyor dünyamız. Değişmiyen bir tek sen kaldın gözlerimde dememe bakma, Anne; ben de değişmiyorum. Değişemem. Biliyor musun, Anneciğim, ben burada bir kafes içersinde yaşıyorum. Benim bu kafes hayatım şimdi değil, yıllar öncesi başladı. İyi hatırlıyorsundur, askere alındığım gün başlamıştı ayrılığımız. Derken savaş çıktı. Savaştım. Tutsak oldum. Sonra özgürlüğüme kavuştum. Ama sensiz, sakat ve eksik bir özgürlüktü bu. Sana döneceğim günü bekledim yıllarca. Dönmedim. Dönemedim. Sana dönmenin olasızlığına kanaat getirince beni ayak­ta tutabileceğine, hayatıma gerçek değer ve anlam verebileceğine inandığım her şeyimi aklımda toplayıp bu kafesin içerisine doldurdum. Ah, şu anda yattığın yerden başını kaldırıp benim bu kafesime bakabilsen! Neler yok benim bu kafesim­de! Mavisi gözlerinin mavisinden Gurzuf denizi; Ayı Dağı, Gelinkaya, Topkaya ve Adalar; San Çömez’in tarlası, avludaki sıvalı fırın ve Pilibaşı; her bahar akların en akıyla çiçek açan elma ağaçları; Hıdırellez’de mezarlık duvarı dibinde çiçek fide­len diken kızlar; Derviza günlerinde bayrak tutan delikanlılar; ve serçeler, saksa­ğanlar, karatavuklar, Kasım’da yaylaya yağan ilk kar… ve ben. Ben her gece,

İşte!.. İşte!.. Geleyatır,

Ayağında kırmızı katır.

Geleyatır Çora Batır! türküsüyle gözlerimi yumarım ve başımı örttüğüm yorganın altında Eşit İbra­him ’in köprüsünde Alim Aydamak’ın ödünü patlattığı on iki dilijans bazergânm alınlarındaki soğuk ter dizilerini sayarım. Sabah saatlerine dek avuçlarımın için­de açılıp kapanır şeffaf lâleler. Hastalar bağında bitip olgunlaşmış üzümleri tuta­rım avuçlarım içinde; ve ellerim yorulunca Memiş’in deresi üstündeki salkım söğütü üzerime çekip uyurum, gerçeklere meydan okuyan ölümsüz hayaller gibi.

Kafesimin kapalı bir yer olduğunu sanma, Anne. İstediğimde çıkabiliyorum kafesimden. Çıkıyorum da. Ama kalabalık caddelerde, kentin üzerinden uçan jet uçaklarının gürültülerinde kendimi kaybetmek korkusuyla dönüp kafesime giri­yorum. Her şey elimin altında burada. Her şey yakın. Her şey güzel. Önceki ödem ve umutlarımla yaşıyorum. Canımın sıkıldığı bir anda gidip bir dostun kapısını çalarım. Şarkı söylerim. Müzik dinlerim. Ya da bizim anaların doğurdukları kız­lardan birinin ak göğüslerine başımı yaslayıp, Gurzuf limanında uykulu bir sallan­tıyla sallanan sandalları seyre dalarım.

Kızlar dedim de Ayvasıl’lı Emine teyze geldi aklıma. Hatırlıyorsun değil mi? Hatırlıyorsun tabiî. Kızıl taş’ta, her yaz sonu tütünleri kırma, üzümleri devşirme işleri sona erince bizleri ziyaret gelirdi, kızı Saniye’siyle, ama nasıl bir fiyakayla! Faytonların en göze batanını kiralardı Yalta faytoncuları arasından, bütün bir gün için. Kira parası üstüne bir sepet dolusu da üzüm verirdi faytoncuya, karşı­mızda nezaketli davransın, faytondan inmesine yardım etsin diye. Fayton gelip evimizin önünde durduğu zaman kuşlar ötüşmeye başlardı dersin; ağaçlar, çiçek­ler, çimler gülerdi dersin. Faytoncunun bir eli Emine teyzenin elinde, öbür eli dol­gun kalçasında, faytondan inmesine yardım edişi bugün de gözlerimin önünde.

“Ab bizim küçük günahlarımız!

Sen mutluydun, faytoncu mutluydu. Faytoncunun mutlu olmamasına sebep vardı sanki! Yakıcı bir güneş altında Yalta’nın Naberejni’sinde sırtüstü yatarak, gözleri yan yumulu, gübre kokulan içinde yolcu bekleyip sinek vızıltılarını dinle­yeceği yere, Emine teyzenin dolgun kalçasına değdirmişti elini işte! Sonra gidip Osman Topkayacı’nın Topkaya şirketine ait aşevi önündeki ihtiyar meşenin göl­gesine atılı ahşap peykede Kızıltaş gençlerinin karpuz yeme müsabakasına katıl­mış ve akşam saatlerine dek bilmem kaç karpuz yiyip bir varili dolduracak kadar su dökmüştü koca meşe ağacının az uzağındaki boz kayanın gerisinde.

Ben de mutluydum, Anne. Mutluluğumu seninle paylaşmanın gerektiğinden emin değildim ama. Emine teyzenin ziyaretleri sadece senin ve benim karşımda kuş kanatlı şık şapkası ve gül resimleriyle süslü entarisiyle övünmekten, ya da faytoncunun elini kendi kalçasında hissetmekten başka bir önem ve anlam taşı­yordu. Kızı Saniye’si için beni gözde tutması sır değildi ki! Yola çıkmadan önce oluğun dibindeki kovada biriktirdiği yağmur suyuna papatyalar katıp yıkardı Saniye’nin ekin sansı saçlarım. Sonra iki kaim örgüde örerdi sıkı sıkı. Gümüş baş­lı kemeri de Saniye’nin beline öylesine sıkı bağlardı ki, fırından yeni çıkmış taze bir ekmek şeklini alırdı Saniye’nin yuvarlak karnı pembe fistanı altında. Ben ise… Uslu bir çocuktum ben. Pilibaşı duvarı dibindeki karınca öbekleri üstünde geçi­rirdim günü Saniye ile birlikte. Hoş, her zaman uslu uslu oynamazdım elbet. Es­ki kuyunun çevresine taşmış sular içinde yüzen kurbağalara taş atardım. Kerten­keleleri kovalardım bağın asmaları arasında. Tutabildiğim bir kertenkele, kuyru­ğunu avucumun içine bırakıp kaçıverirdi. Saniye’den yana atardım kertenkele­nin kuyruğunu. İrkilirdi. Oldğu yerde sekerek ayaklan dibinde arardı. Bulama­yınca kovalaşmaya başlardık. Kendisini yakalayabildiğim zaman bir elimi beline dolar, öbür elimi beline sıkı sıkı bağlı kemerinin altına sokuşturmaya çalışırdım.

Dilenildi Saniye. Asmalar araşma yıkılırdık, kucak kucağa. Elimi azıcık olsun ke­merinin altına sokabildiğim zamanlarda kaslarını, parmaklarımı sızlatacak ka­dar, kabartırdı; yüzü bir pancar kızıllığına girerdi; daha fazla beyaza çalan kirpik­leri arasındaki deniz mavisi nemli gözleri içinde ışıltılar belirirdi; ağlayacak gibi olurdu, oysa yüzünün direngen çizgilerine karışık garip bir gülümsemeyle güldü­ğünü de görürdüm. Saçları da çekiciydi Saniye’nin. Ama beline bağlı kemeri ve yuvarlak kamı kadar ilgilendirmiyordu beni saçları. Yalnız bir defa, eski kümesin duvarı gerisinde, göğüsleri üzerine sarkık iki saç örgüsünü kaldırıp omuzlarının üstüne koyduğumu ve eğilerek hafifçe beyaz ensesini öptüğümü şimdi iyi hatırlı­yorum.

Onlar faytona binip Yalta’ya gidince garip bir sessizlik çökerdi evimize. Çıt çı­nı azdı. Ölüler yatardı dersin odalarda. Sen de konuşmazdın. Yalnız bir akşam: «Sevecen bir kız Saniye», demiştin ve Saniye’yle aramda oluşan dostluğun gere­ğinden fazla ilerlemesini önlemek, belki de Saniye’nin benim dengim olmadığını veya olmasını arzulamadığını belirlemek amacıyla, «Yalnız şu kirpikleri, kaşları domuz kıh aklığında olmasaydı,» diye eklemiştin.

Hoş, Emine teyzeye, kızı Saniye’sini bana nişanlamak nasip olmadı. Nitekim, o yıllarda tanığı olduğumuz olaylar bizim hayatımızın da kökten bir değişikliğe sü­rüklenmesine yol açacaktı. Önce güçlü ve korkunç bir deprem geçirdik. Evimizin duvarı çöktü, sıvalı fırında geniş bir çatlak belirdi ve biz, büyük depremi takibe- den küçük sarsıntılar süresince, Pilibaşı ötesindeki bağda açtığımız çadırlarda yaşadık Ama sen güçlüydün, Anne. Sen ve senin gibiler, alın yazınıza boyun eğe­cek, teslim olacak soydan değildiniz. Üstelik Kızıltaş’ın fizik görünüşünde bir de­ğişiklik belirmediği gibi, hayatımızın organik yapısında da önemli denecek bir değişiklik baş göstermemişti henüz. Bağlar, bahçeler, tütün tarlaları, Ayı Dağı, Adalar yerli yerindeydiler. Taun tarafından verilmiş yaşama hakkından da rejim yasalarınca yoksun edilmemiştik henüz ve memlekette devletin N.E.P. politikası sürüp gidiyordu. Ayaklanıp güçlenmek geleceğe daha bir güvenle bakıp sağlam adımlarla yürümek bizim elimizdeydi.

Birkaç yıl içinde Topkaya şirketi baş döndürücü bir ilerlemeyle yeni başarıla­ra ulaştı. Hastalar’daki bağların yanısıra, Soğuksu yanlarındaki eski ve bakımsız bağlar yeniden yeşerip asmaları üzümlerle yüklendi. Muskat üzümlerine Hanım Parmaklan katıldı; önceleri hiç duymadığımız Tokay gibi, Martel gibi yeni üre­timler için yatırımlar yapılıyordu.

Sen mutluydun, Anne. Kolların, gene öncesi gibi, sıvalı, saçların şakaklarına yapış yapış, yüzün ter içinde; zaman zaman evimizde toplanan şirketin üyeleri için ekmek pişirir, yemekler hazırlardın. Bir akşam, genç üyeler için hazırladığın sofradaki şarap şişesini ihtiyar Osman amcamın kaldırdığı gibi balkondan bostana fırlattığını hatırlıyorsundur herhâlde. Konuklar dağılınca katıla katıla gülmüş­tük birlikte.

Ama uzun sürmedi aim terinizle kazanılan bu mutluluk N.E.P. politikasına son verilmesiyle başladı facia. «Topkaya şirketinizin topu Martelinizle birlikte atı­lacak günün birinde» diye gaipten haber verenler haklı çıktılar. Derken kolhozlaşma başladı. Direnenler hapis edildiler. Sonra sürgünlere tanık olduk. Kızıltaş yarı yarıya boşaldı. Babam da o sırada tutuklananlar arasındaydı. «Niçin? Ne yap­tım? Suçum ne?» diyordu zavallı, tüfek dipçikleri altında evimizden alınıp yolda bekleyen polis kamyonlarına götürüldüğü gece. İşlediği suçlardan birinin, artık kolhoz’a ait, ata mirası bağına girerek, ayaklan dibindeki topraktan kaldırdığı iki tutam toprağı ağlıya ağlıya öpmesi olduğunu yıllarca sonra öğrendim. İşlediği suç­ların en büyüğü, belki de başlıcası buydu herhalde, Anne.

Kışı babasız, omuzlarında kara şalın sönük ocağın küllerine bakıp, kuru dudaklarını ısıra ısıra ve sessizce ağlayarak; ben ise buğulu pencere camından lapa lapa yağan karlar içinde Yalta’nın ötesindeki Ayvasıl, Ayperi, Dereköy, Ozanbaşı, Küçükköy köylerine giden tüfeklerine süngüler takılı asker saflarını seyretmekle geçirdik Ama Kızıltaş’a baharın gelmesini hiç kimse önleyemedi o yıl.

(Anneme Mektuplar, 1988, s. 10-15)

Arslan Beyin Menkıbesi

Aşağıdaki bölüm, Korkunç Yıllar romanından alınmış bir halk hikâyesidir. Kı­rım’ın manzaraları, insanları, bağ bahçeleri gibi türkülerine, folkloruna da hay­ran ve düşkün olan Cengiz Dağcı, bu bölümü Bahçesaraylı bir ihtiyar “Âşık”ın çocuklara anlattığı bir destanı hikâye’den almıştır.

Bu destanlı hikâyeyi “Cengiz Dağcı ’nın Dört Romanı” (1992) adlı incelemesi­ne alan İsa Kocakaplan, şunları yazıyor

Cengiz Dağcı ‘nın romanında, tarihî ve hamasi duygular da işlenir. Bu duygu­lar, Kırım Türklerinde millî şuurun ayakta durmasının en önemli etkenlerinden­dir. Evlerde akşamlan babalar çocuklarına, “Kuzu Kurpeç”, “Çora Batır’’ destan- lan söylerler. (KY. s. 25-26) Ayrıca yaşlılar da çocuklan güreştirip, hikâyeler anla­tarak onların kahramanlık duygularım beslerler. “Korkunç Yıllar” romanında, Bahçesaray’lı bir ihtiyarın çocuklara anlattığı hikâyeyi, “Dede Korkut” hikâyele­rini ve “Manas Destanı”nı hatırlatması bakımından, buraya aynen alıyoruz

Azamat’ın oğlu Arslan Bey kızı sevdi, hediyeler gönderdi ve kızı babasından istetti. Kızın babası Arslan’a:

-Arslan’ım!.. Kızımın saçları ipek, gözleri elma, vücûdu fidan. Sen delikanlı, daha evinin eşiğinden atlamadın; kılıcın kılıfından çıkmadı, ben sana kızımı na­sıl veririm? dedi. Hey, hey!.. Kızın babasından gelen bu cevap, yiğit Arslan’ın ca­nına tak etti. Aynı gün, yiğit Arslan, yurdunu bıraktı, gitti. Dört yıl ne memlekete döndü, ne de bir haber gönderdi. Bu zamanlarda, Bucak’ta Arslan adlı gayet meş­hur bir pehlivan vardı. Fakat bizim Arslan mıydı yoksa başka bir Arslan mıydı bil­miyorum. Çünkü Canbulak’ta da, Yedesan’da da, Orda da, çok namlı ve meşhur Arslan ‘lar vardı. Nihayet bir akşam üstü saraya yakın bir kahvede otururken, nal­larından şimşekler çakan, yıldırım gibi, bir atlı şehre girdi. Bu atı gösterişli bir pehlivandı. Külâhı, sultan külahı gibi elmaslarla süslenmişti; kuşağı, mahmuzla­rı, atının üzengisi bile altındandı. Bizim oturduğumuz kahvenin önünde durdu. Yabancı pehlivanı tepeden tırnağa süzdük. Kimdi acaba? Kimse bilmiyordu.

Atlı pehlivan:

-Tanımadınız ha! diye seslendi. Arımızdan biri:

-Hey Allah’ım! Bu pehlivan bizim Arslan yahu! diye bağırdı.

Evet atlı, yiğit Azamat’ın oğlu Arslan’dı. Bucak ordusunda nice nice kahra­manlıklar göstermiş, Lehistan’ın şehirlerini, köylerini yakıp yıkmış… Aldığı esir­ler sayısızmış, mücevheratı hesapsızmış… Arslan adı, Han topraklarında yaşayan­ların dilinde destan olmuş, düşman topraklarında yaşayanların kalbinde korku olmuş. Arslan’nın adı sarayda bile anılırmış… Bir akşam kahvede oturmuş, cenkler hatırlıyorduk. Bizim Arslan da kahvedeydi.

İçeriye, başında demir tellerden örülmüş bir miğfer, demir eldivenli elinde kılıç, geniş omuzlu, Arslan’dan da boylu, yabancı bir pehlivan girdi. Bu tepeden tır­nağa silâhlı pehlivan, kapının yanında durarak, ateşli gözlerini, yiğit Arslan’a dik­ti ve şöyle dedi:

-Azamat’ın oğlu Arslan Bey! Arslan’dan da zâlim Bey!

Kahvede hepimiz ayağa kalkmış, yabancı pehlivana bakıyorduk.

Pehlivan sözüne devam ederek

-Yurdumu yaktın, babamın kanım akıttın, kızlarımızı Kefe’de haremlere sattın…

Sonra demir eldivenlerini çıkarıp, Arslan’ın ayakları dibine attı ve:

-Yurdu için ölmeyen var mı bu dünyada pehlivan? Ya esirlik, ya ölüm… Seç ve çık önüme, hey Arslan! diye bağırdı.

Bizim yiğit Arslan yabancıyı tanıdı. O, Lehistan pehlivanıydı. Ayaklarının dibin­deki demir eldivenleri kılıcıyla iterek Lehistan pehlivanına şöyle bir cevap verdi:

-Yaktım yıktım yurdunu. Sözün doğru pehlivanım. Üç bin başı esir ettim. Ke­fe’de sultan haremlerine sattım. Fakat bunları namusluca yaptım Atlıya karşı at sürdüm, kılıçlıya karşı kılıç çektim, okluya karşı ok attım. Yurdu için ölen pehli­vandır, pehlivan! Esir olup namusumu, sülâlemin adını kirletmem. Ölüm olsun! dedi, demedi kılıcını çekerek ortaya atıldı.

Biz de iki pehlivanın kavgasını seyredeceğiz diye çok sevindik Fakat kahvede bulunanlar arasında, sarayda hizmet eden biri vardı. Birden yabancıyı tanıdı ve ortaya atılarak

-Ben bu Lehistan’lıyı tanırım. Elçidir o, elçi! Tutun Arslan’ı! Tutun Arslan’ı! di­ye bağırdı. Kahvedeki öteki pehlivanlar Arslan’ı tuttular. Arslan Bey:

-Bırakın beni… Allah aşkına bırakın beni! diye yalvardıysa da, kahvedeki saçı sakalı ağarmış pehlivanlardan biri:

-Dur Arslan ne yapıyorsun? Han toprağında elçiye silâh çekilir mi? dedi. Arslan:

-Beni çağıran şu ehlivan değil miydi, ağalar? Önüme çıkmayın! Namusa sığar mı bu, ağalar? diye direndi.

Yaşlı pehlivanlar

-Evet, yiğit Arslan, hakkın var, seni çağıran o pehlivandı. Fakat elçiye silah çektiğin duyulursa, yarın ulu Han’ın emriyle kafan kesilip, gâvur kafası gibi kazı­ğa takılmaz mı? dediler.

Arslan ise:

-Namusum kirleneceğine, varsın kafam kazığa takılsın, cevabını verdi. Fakat ağalar Arslan’ı bırakmadılar. Elçi de, kahvede bulunanlar tarafından tanındığı­nın farkına varınca, Bahçesaray’da bir daha görünmedi.

Arslan Bey sarardı, soldu. Namusum kirlendi diye kimsenin yüzüne bakamı­yordu artık. Arkadaşları:

-Sabret Arslan, sabır acıdır ama meyvesi tatlıdır, diye Lehistan pehlivanını Arslan’a unutturmak istediler. Fakat yiğit Arslan unutmadı. Nişanlısını unuttu Lehistan pehlivanını unutmadı. Namusum, namusum diye ağladı. Baktılar ki, olacak gibi değil, o akşam kahvede bulunan ağalar, Kalgay’ın yanına gidip, yiğit Arslan’ın hâlini ona anlattılar. Kalgay:

-Evet, evet, Arslan korku bilmez bir yiğittir, fakat hanlık topraklarında elçiye dokunursa kafası kesilir ve gâvur kafası gibi kazığa takılır dedi. İlk fırsatta ulu Han’a anlatmayı vadetti. Günün birinde de, olanı biteni ulu Han’a anlattı. Ulu Han Kalgay’dan, Arslan’ın Lehistan elçisine silâh çektiğini öğrenince çok kızdı ve derhal kafasının kesilmesi için emir verdi. Kalgay, Han’ın ayaklarına kapanarak yalvardı:

-Dinle Han’ım, yiğit kabahatsiz… Arslan’ı elçi çağırdı. Azamat’ın oğlu yiğit Arslan, Bucakta eşsiz Arslan, namusu uğruna kılıç çekti. Kahvedeki ağalar yaban­cı pehlivanın elçi olduğunu anlayınca elçi Bahçesaray’dan kayboldu. Şimdi senin topraklarında mı, yolsa kendi memleketinde mi, kimse bilmiyor. Fakat yiğit Arslan derdinden ölüyor.

Ulu Tanrımız çok merhametliydi:

-Kendisine izin vereyim. Gitsin arasın bulsun. Güreşsin, ne isterse onu yap­sın. Fakat benim topraklarımda elçiye el kaldırırsa, kafasını kestiririm, vücûdu­nu itlere yediririm, ecdâdını lânetlerim, dedi.

Azamat’ın oğlu Arslan Bey bunu duyunca çok sevindi. İzin çıktığı gün memle­keti terketti gitti. İki yıl, düşman topraklarında dolaşmadık şehir, köy bırakmadı. Lehistan pehlivanını hiçbir yerde bulamadı. Günün birinde, pehlivanın Dinyeper Kazak’larının elinde esir bulunduğunu duyarak Dinyeper’e gitti. Pehlivanın, Ka­zak’ların elinde esir olduğu doğruydu. Kazak’lar pehlivanın, zengin ve meşhur Arslan tarafından araştırıldığım öğrenince, karşılığında ağırlığınca altın istedi­ler. Fakat namusu uğrunda güreşecek yiğit için altının ne kıymeti var? Arslan Bey, istenileni verdi ve esiri teslim aldığı gün ona:

-Bak yiğit, ben seni satın aldım. Ama sen benim esirim değilsin, seni azat edi­yorum. Yalnız Hanlık topraklarında olmamak şartıyla, bir meydan seç, orada tu­tuşalım, zira sen beni mademki güreşe çağırdın, mutlaka güreşmemiz lâzım dedi.

Lehistanlı pehlivan ise:

-Azamat’ın oğlu Arslan Bey, Bucak ordusunda eşsiz bey! Arsız Kazakların elin­den sen beni kurtardın. Bırak senin kulun olayım. Eğer buna lâyık görürsen, se­ninle değil, senin uğrunda güreşeyim, senin için öleyim, diye cevap verdi. Lehistanlının bu cevabından sonra, ikisi ahbap olarak Kırım’a döndüler. Arslan Bey kızla evlendi, Lebistanlı pehlivan da az zaman sonra Müslümanlığı kabul etti ve Han ordusunun sadık bir eri oldu.” (Korkunç Yıllar, 1956, s. 22-25)

KAYNAK: TÜRK EDEBİYATI 5. CİLT, AHMET KABAKLI, TÜRK EDEBİYATI VAKFI YAYINLARI, İSTANBUL

Cengiz Dağcı kimdir? Hayatı ve eserleri

Kırımlı Türk romancı ve şâir. 9 Mart 1920 târihinde Kırım’ın Yalta liman şehrine bağlı Kızıltaş köyünde doğdu. Bir adı da Murat olan Cengiz Dağcı, bâzı eserlerinde Suvarski adını kullanmıştır. Babası Kırım’dan sürgün edilen Emir Hüseyin Dağcı, annesinin adı ise Fatma’dır.

İlk tahsilini doğum yeri olan Kızıltaş köyünde gören Cengiz Dağcı, ortaokulu Akmescid’de okudu. Talebelik yıllarından îtibâren şiirler yazmaya başladı. İlk şiiri 1936 yılında Kırım Gençlik Dergisi’nde yayınlandı. Bâzı şiirleri de Kırım Yazarlar Birliğinin Edebiyat Mecmuâsı’nda yer aldı. 1939 senesinde Kırım Pedagoji Enstitüsüne girdi.

İkinci Dünyâ Savaşı başlayınca tahsilini bitiremeden askere alındı. Odesa’daki Subay Okuluna gönderildi. 1941 Haziranında Ukrayna Cephesinde tank teğmeni olarak savaşa girdi. Almanlara esir düştü. Bir süre sonra Almanlar tarafından kurulan Türkistan Lejyonuna katılıp, Ruslara karşı savaştı. Daha sonra Polonya’ya geçti. Hanımı Polonya milliyetçileriyle birlikte Almanlara karşı yeraltı faaliyetlerinde bulundu.

1945-46 senelerinde binlerce Türkistanlı ile birlikte Türkiye’ye gelmek için müracaatta bulundu. Fakat devrin idârecileri tarafından bu istekleri kabul edilmediği için gelemedi. Daha sonra Kızılhaç’ın yardımıyla İngiltere’ye gitti. Londra’ya yerleşti ve hâlen ticâretle uğraşmaktadır.

Savaş onun psikolojik durumu üzerinde olumsuz tesirler bırakmıştı. Bu bakımdan yazar savaş öncesi ve savaş yıllarına ışık tutacak mâhiyette hâtıra tarzında romanlar yazdı. Eserlerinde Kırım Türklerinin sıkıntı ve mücâdelelerini anlattı. Bâzı şiirleri 1950’li yılların ikinci yarısında Kırım Dergisi’nde yer aldı. Şiirlerinde ve eserlerinde hislerine bir sınır koymayan Cengiz Dağcı, söylemek istediklerini açıkça ifâde etmeyi tercih etti. Türkiye’de bir yayımcıya gönderdiği hayat hikâyesini, “Elhamdülillah Türküm, Müslümanım ve notlarımda yazdıklarımın hepsinin de hakikat olduğuna yemin ederim.” diye bitirmiştir.

Türk âleminin bir bütün olduğunu da şöyle ifâde etmiştir: “Bize Tatar diyorlar. Çerkez, Türkmen, Kazak, Âzerî, Karakalpak, Çeçen, Uygur, Kabudî, Başkırt, Kırgız diyorlar. Bunlar hep yalan. Deniz parçalanamaz. Biz Türk Tatarız. Bunu senin kalbin bildiği gibi her Başkırt, her Kırgız, her Kazak’ın da kalbi bilir. Kalbinin hisleriyle hareket et. Dünyânın boş hırslarına kapılma…”

Cengiz Dağcı, Türk edebiyâtına birçok eser kazandırdı. Türkiye’de 1956’dan bu yana yayımlanan romanları pekçok baskı yapmıştır.


Cengiz Dağcı eserleri şunlardır:

Korkunç Yıllar,
Yurdunu Kaybeden Adam,
Onlar da İnsandı,
Ölüm ve Korku Günleri,
O Topraklar Bizimdi,
Dönüş,
Genç Temüçin,
Badem Dalına Asılı Bebekler,
Üşüyen Sokak,
Anneme Mektuplar,
Benim Gibi Biri,
Yansılar.

Cengiz Dağcı ’nın şiirlerinden;

Veriniz Atamın Kılıcını Bana!
Kalbimde hürriyet ateşi yanar,
Veriniz atamın kılıcını bana!
Atımı süreyim kanlı meydana,
Veriniz atamın kılıcını bana!
Veriniz! Kudretli deryadır gönlüm,
Türkistan yok diye bağıran o kim?
Kanını seven savaşçı bir Türküm.
Veriniz atamın kılıcını bana!
Veriniz! Dökülen kana kan için,
Günahsız yurdumda ölen can için,
Geçmiş ve gelecek nam ve şan için.
Veriniz atamın kılıcını bana!
Kalbimde hürriyet ateşi yanar,
Veriniz atamın kılıcını bana.
Atımı süreyim kanlı meydana,
Veriniz atamın kılıcını bana!

KAYNAK: REHBER ANSİKLOPEDİSİ, 4. CİLT

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Yine Cengiz Dağcı üzerine

Meşhur Fransız yazarlarından Balzac’ın millet tarifini, bu sütunda belki de kırk defa yazdım. Balzac diyor ki: “Millet, edebiyatı olan topluluktur!” 
Necip Fazıl Kısakürek’in de benzer bir tarifi var: “Bir milletin edebiyatı yoksa, o millet de yok demektir!” 
Ankara’da yapılan bir İLESAM toplantısında, Kırgızistan’ın dünyaca meşhur roman yazarı Cengiz Aytmatov sözlerine şöyle başlamıştı: “Kırgızistan’da şöyle bir sözümüz var, biz deriz ki: Bana edebiyatını söyle, sana nasıl bir millete mensup olduğunu söyleyeyim!” 
Tarifleri, tesbitleri uzatmak istemiyorum. Demek istiyorum ki kişilerin ve milletlerin hayatında edebiyat çok önemli. Çünkü, edebiyatın temel malzemesi dildir. Dil olmazsa millet olmaz. Tarih boyunca, siyasî istiklâllerini kaybeden milletler çok olmuştur. Siyasî istiklâllerini kaybeden milletler, dillerini kaybetmedikleri takdirde, zamanla yeniden derlenip toparlanmışlar, bağımsızlıklarına yeniden kavuşmuşlardır. Ama dillerini kaybeden milletlerin, yeniden tarih sahnesine çıktıklarına dair, bir tek örnek yoktur. 
Edebiyat ve dil, insanlar için de çok önemli. İlim dünyasının tesbitine göre; “Her insanın beyninde bir dehâ merkezi vardır. Bu dehâ merkezinin zenginleştirilmesiyle insanlar lider seviyesine yükselmektedirler. Bu deha merkezinin zenginleştirilmesi, kelime çokluğuyla mümkündür. Yani bir insanın hafızasında ne kadar çok kelime varsa, o insan aklını, o kadar doğru kullanabilmektedir. Kelime sayısı çok az olan insanların akıllarını yeteri kadar kullanamadıkları görülmektedir.” Bunlar çok doğru tesbitler. 
Ekim ayının ilk haftasında, edebiyatımızın büyük isimlerinden olan Cengiz Dağcı’yı, Kırım’da doğduğu köyde toprağa verdik. Dışişleri Bakanımız Sayın Ahmet Davutoğlu’nun gayretiyle Cengiz Dağcı için Kırım’da, çok büyük bir cenaze merasimi yapıldı. Bildiğim kadarıyla, Cumhuriyet tarihimizde böyle mükemmel bir cenaze merasimi, (edebiyatçılarımız arasında) ilk defa Cengiz Dağcı için düzenlendi. Türkiye’den Kırım’a yollanan ikiyüz kişilik heyet içinde; dört bakanımız iki Meclis başkan yardımcımız, milletvekillerimiz, yazarlarımız, radyocularımız, televizyoncularımız, dergi yöneticilerimiz... vardı. 
Böylesine büyük bir toplulukla, hem de Kırım’da Cengiz Dağcı’yı sonsuzluğa uğurlamak elbette çok güzel. Ama Cengiz Dağcı’yı eserleriyle okumak ve onun kaleminden Kırım Türklerinin başlarına getirilen büyük, çok büyük felaketleri öğrenmek de şart. 
Cengiz Dağcı’nın toprağı daha kurumadan bir TV programında aydın geçinen bir kişi, PKK ihanetini âdeta savunarak diyordu ki: “Sanki Türkiye’nin etrafı, düşman kuvvetleriyle çevriliymiş gibi bütçemizden ordumuz için büyük harcamalar yapıyoruz!” 
İddia ediyorum: Böyle düşünenler ve konuşanlar, akıllarını tamtakır bırakanlardır. Hiçbir şey bilmeyenler ve okumayanlardır. 
Onlara, Cengiz Dağcı’yı okumalarını tavsiye ederim. Komşularımızdan hiçbiriyle aramızda samimi bir dostluk yoktur. Bizim daha güçlü, daha vurucu, daha caydırıcı bir orduya şiddetle ihtiyacımız vardır. Kırım’ın durumuna düşmek istemiyorsak, buna mecburuz.

 YAVUZ BÜLENTG BAKİLER, 9 EKİM 2011 TÜRKİYE GAZATESİ

SON EKLENENLER

Üye Girişi