Kullanıcı Oyu: 0 / 5

Yıldız etkin değilYıldız etkin değilYıldız etkin değilYıldız etkin değilYıldız etkin değil
 

GÖÇ DESTANI

Bu destan, bir Uygur destanıdır ve Türeyiş Destanı’nın tabii bir devamı gibidir. Bugün, Orhun Nehri kenarında bir şehir kalıntısı ile bir saray yıkıntısı vardır ki çok eskiden bu şehre Ordu Balık denildiği tahmin edilmektedir. Büyük Uygur Destanı’nın, işte bu şehrin saray yıkıntısının önünde bugün dahi görülebilecek şekilde duran abidelerde yazılı olduğu bilinmektedir. Hüseyin Namık Orkun’ un belirttiğine göre bu abideler, Moğol Hanı Öğüdey zamanında Çin’den getirilen mütehassıslarla okutturulup tercüme ettirilmiştir.

Göç Destanı’nın Çin ve İran kaynaklarındaki kayıtlarına göre iki ayrı rivayet halinde olduğu bilinmekte ise de aslında birbirinin tamamlayıcısı gibidir. İran kaynaklarındaki rivayet, tarihî bilgilere daha yakındır. Aynı zamanda İran rivayeti, Türklerin Maniheizm’i kabulünü anlatan bir menkıbe hüviyetinde görünmektedir. Aşağıda rivayeti Cüveyni’nin Tarih-i Cihanküşa adlı eserinde kayıtlıdır ve bu rivayete göre, destanda zikredilen iki ağacın, Maniheizm’in kurucusu Mani’nin “İki Esas” adlı eserindeki iki ağacı temsil ve taklit ettiğini Prof. Fuat Köprülü iddia etmektedir.

 

Destanın özeti şöyledir:

Uygur ülkesinde, Tuğla ve Selenge ırmaklarının birleştiği yerde Kumlançu denilen bir tepe vardır. Adına Hulin Dağı derlerdi.

Hulin Dağı’nda da, birbirine çok yakın iki ağaç büyümüştü. Biri kayın ağacıydı. Bir gece, kayın ağacının arasında yaşayan halk bu ışığı gördü ve ürpererek takip etti. Kutsal bir ışıktı, kayın ağacının üstünde kaldığı müddetçe kayın ağacının gövdesi büyüdükçe büyüdü, kabardı. Oradan çok güzel türküler gelmeye başladı. Gece oldu mu, ağacın otuz adım ötesinden bütün çevre, ışıklar içinde kalıyordu.

Bir gün ağacın gövdesi ansızın yarıldı. İçinden beş küçük çadır, beş küçük odacık halinde meydana çıktı. Her odacığın içinde bir çocuk vardı. Çocukların ağızlarının üstünde asılı birer emzik vardı ve onlar bu mukaddes çocuklara halk ve halkın ileri gelenleri çok büyük saygı gösterdiler.

Çocukların en küçüğünün adı Sungur Tekin ’di, ondan sonrakinin adı Kutur Tigin, üçüncüsününki Türek Tekin, dördüncüsünün Us Tekin ve beşincisinin adı Bögü Tekin’di. Beş çocuğun beşinin de Tanrı tarafından gönderildiğine inanan halk, içlerinden birini hakan yapmak istediler. Bögü Han en büyükleri idi hem de ötekilerden daha güzel, daha zeki ve daha yiğit görünüyordu. Bögü Tekin 'in hepsinden, her hususta üstün olduğunu anlayan halk onu hakan olarak seçti. Büyük bir törenle Bögü Han ’ı hakan olarak seçtiler. Büyük bir törenle Bögü Han ’ı tahta oturttular.

Böylece yıllar yılı kovalamış ve bir gün gelmiş Uygurlar’a bir başkası hakan olmuş. Bu hakanın da Gali Tekin adında bir oğlu varmış. Hakan, oğlu Gah Tekin ’e, Çin prenseslerinden birini, Kiu-Lien ’ i almayı uygun görmüş.

Evlendikten sonra Prenses Kuı-Lien, sarayım Hatun Dağı’nda kurdu. Hatun Dağı ’nın çevre yanı da dağlıktı ve bu dağlardan birinin adı da Tanrı Dağı ’ydı, Tanrı Dağı’nın güneyinde de Kutlu Dağ derler bir başka dağ vardı, kocaman bir kaya parçası.

Bir gün elçileri, falcılarıyla birlikte Kiu-Lien’in sarayına geldiler. Kendi aralarında konuşup dediler ki: “Hatun Dağ ’nın varı yoğu, bütün bahtiyarlığı Kutlu Dağ denilen bu kaya parçasına bağlıdır. Türkleri zayıflatıp yıkmak istiyorsak bu kayayı onların elinden almalıyız.”

Bu konuşmadan sonra varılan karar üzerine Çinliler, Kui-Lien’e karşılık olarak o kayanın kendilerine verilmesini istediler. Yeni hakan, isteğin nereye varacağını düşünmeden ve umursamadan Çinlilerin arzusunu kabul etti, yurdunun bir parçası olan bu kayayı onlara verdi. Hâlbuki Kutlu Dağ bir kutsal kayaydı; bütün Uygur ülkesinin saadeti bu kayaya bağlıydı. Bu tılsımlı taş Türk yurdunun bölünmez bütünlüğünü temsil ediyordu, düşmana verilirse bu bütünlük parçalanacak ve Türkeli’nin bütün saadeti de yok olacaktı.

Hakan, kayayı vermesine verdi; ama kaya öyle kolay kolay sökülüp götürülecek cinsten değildi. Bunu anlayan Çinliler, kayanın çevresine odun ve kömür yığıp ateşlediler. Kaya iyice kızınca da üzerine sirke döküp parça parça ettiler. Her bir parçayı da ülkelerine taşıdılar.

Olan o zaman oldu işte. Türkeli’nin bütün kurdu kuşu, bütün hayvanları dile geldi, kendi dillerince kayanın düşmana verilişine ağladılar. Yedi gün sonra da bu düşüncesiz hakan öldü. Ama onun ölümüyle ülke felaketten kurtulamadı. Bir Çin prensesi uğruna çekinmeden feda edilen yurdun bir kayası, Türkeli’nin felaketine sebep oldu. Halk rahat ve huzur yüzü görmedi. Irmaklar birbiri ardınca kurudu. Göllerin suyu buhar olup uçtu. Topraklar yarıldı, mahsuller yeşermez oldu.

Günlerden sonra Türk tahtına Bögü Han’ın torunlarından biri hakan olarak oturdu. O zaman canlı cansız, ehli yaban, çoluk çocuk bütün yurtta soluk alan almayan ne varsa hepsi birden:

"Göç!.. Göç!... ” diye çığrışmaya başladı. Derinden, iniltili, hüzün dolu, çaresiz bir çığrışmaydı bu. Yürekler dayanmazdı.

Uygarlar bunu bir ilahi emir diye bildiler. Toparlandılar, yollara düzüldüler; yurtlarını yuvalarını bırakıp bilinmedik ülkelere doğru göç etmeye başladılar. Nihayet, bir yere gelip durdular, orada sesler de kesildi. Uygurlar, seslerin kesilip duyulmaz olduğu bu yerde kondular, beş mahalle kurup yerleştiler ve bunun için bu yerin adını da Beş-Balık koydular. Burada yaşayıp çoğaldılar.

 

SON EKLENENLER

Üye Girişi