Kullanıcı Oyu: 0 / 5

Yıldız etkin değilYıldız etkin değilYıldız etkin değilYıldız etkin değilYıldız etkin değil
 

Bu Konuyu Facebook Profilinde Paylaş

Aile ve Devlet

Türk toplumunda da aile ve devlet gelişimi, bütün toplumların gelişiminde görülen ge­nel kural yolda oluşmuştur.

Türkler'in ilkel çağında aile, bir sop(klan) topluluğudur. Sop, bir boyun (kabilenin, aşiretin) bölümlerinden biridir.

Sop(klan), bütün toplumlarda ilk aile örneğidir. O dönemde ana, baba ve çocuklardan bileşik topluluk, henüz toplumsal bir birlik sayılmaz. Aynı soptan olan kişiler arasında sı­kı bir bağ vardır. Otlak, hayvan, ev, eşya, her şey sopun ortak malıdr. Türkler'de sop için­deki akrabalık anadan gelir; bu bakımdan, kadının yeri önelidir. Sopun başkanı dayıdır; koca, dayının egemenliği altında yaşar.

Boy'ların (aşiretlerin) birleşmesiyle meydana gelen birliğe İl (site) adı verilmiştir. II, siyasal bir topluluktur; yani devlettir.

Türk toplumunun bu dönemde aile kavramı, karı, koca ve çocuklardan bileşik toplum­sal bir birlik niteliği kazanmıştır. Bu dönemde de, sop devrinden kalma bir gelenek ola­rak, kadının aile içindeki yeri önemlidir; aile başkanlığını, karı ile koca birlikte ve ortak­laşa yürütürler. Bu geleneğin sonucu olarak, öğrenilerek çok kadınla evlenme göreneği Türkler arasına girmişse de, ilk kadın, aile içindeki ortaklaşa başkanlığını sürdürmüş; öbür kadınlara kuma denmiş, kumadan olan çocuklar dahi ilk kadının sayılmıştır.

Boyların birleşmesiyle il(site) kurulunca, ilin başında bir kağan (hakan) bulunurdu; ancak, ili meydana getiren boyların da yarı bağımsız birer başkanı vardı. Bunlar, komşu devletlerle kendi başlarına ilişkiler dahi kurabilirlerdi. Bu bakımdan, eski Türk devleti, derebeylik düzenine benzer bir kuruluş içindeydi. Şu var ki, Batı ülkelerinde site, belli bir toprak üzerinde yerleşiktir; eski Türk ili ise göçebedir. Türkler, göçebeli, geçimlerini ol­duğu kadar bağımsızlıklarını da sağlayan gerekli bir hal olarak görürlerdi. Yabancı bir devletin ya da başka bir Türk boyunun baskısı karşısında kalınınca, oturulan yerden ayrılanarak başka bir yere göç edilmesini bununla yorumlayabiliriz. Kunlar'ın batıya, Uy­gurlar'ın Orhun ırmağı bölgesinden Doğu Türkistan'a göçü bu yüzden olmuştur. Bizans İmparatoru'nun Batı Kök-Türk kağanına gönderdiği elçinin yazılarından öğrenildiğine göre; Kök-Türk Devletinin bu en parlak devrinde dahi Türk kağanı gümüş ve altın kap­lar, ipekli kumaşlar, halılar, altın tahtlar kullanılmakla birlikte, çadırda oturmaktadır. Da­ha sonraki çağlarda belli bir yerde yerleşilip şehir hayatı yaşanmağa başlanılınca, göç­ler azalmış; şehirli Türkler, her şeye rağmen yerinden ayrılmaz olmuştur. Doğu Türsitan'da uygar şehirler kuran Uygurlar'ın çeşitli dış baskı ve salgınlara(istilâlara) rağmen yerlerinden ayrılmamaları da buna örnek sayılabilir.

Kağan, ili ve halkı, törelere uygun olarak yönetmekle görevli idi. Kağan, ya boy baş­kanlarının seçmesiyle ya da kendi gücüyle başa geçerdi. Kağana, Tanrı tarafından gön­derilmiş gözüyle bakılırdı. Kun Kağanı Mete, Çin hükümdarına gönderdiği bir mektup­ta, kendisi için "göğün oğlu" sanını kullanmış; Kök-Türk Kağanı Bilge Kağan da, dik­tirdiği yazıtta kendisinin "Tanrı gibi gökte doğmuş" olduğunu yazmıştır. Eski Türk devle­tinde "şadapıt, yabgu, tarhan, buyuruk" v.b. gibi rütbeler vardı.

Yaşayış ve Töreler

Türkler, genel olarak, hayvan sürüleri besler, bunların eti, sütü, derisi ve yünüyle ge­çinirlerdi. Hayvancılıkla geçinmenin tabiî bir sonucu olarak da, yukarıda söylediğimiz gibi, otlaktan otlağa göçebe bir hayat sürer, çadırlarda otururlardı. Bu göçler belli bir bölge içinde olduğundan, toprağı ekip biçme ve sulama işleriyle de uğraşırlardı.

Daha sonraki devirlerde, yavaş yavaş, göçebe hayatından şehir hayatına geçilmiş, belli bölgelerde yüksek bir şehir uygarlığı kurulmuştur. Uygurlar'ın Doğu-Türkistan'da yerleşmeleri gibi...

Göçebelik devrinde her Türk, bir savaş eri olarak yetiştirilir, çocuklara daha çok kü­çük yaşta iken ata binme ve silâh kullanma öğretilirdi.

Asya'nın belli-başlı kervan yolları onların elinde olduğundan, ayrıca ticaretle de uğra­şırlardı. Sözgelimi, Batı Kök-Türk Devleti'nin Altay dağlarından İdil(Volga) ırmağına ka­dar uzanan geniş alandaki egemenliği sırasında sağladıkları düzen sayesinde Çin, Hint, İran ve Bizans arasında iktisadi alış-veriş güvenle yapılabilmiş; gene bu kervan yolların­dan yararlanılarak birtakım düşünce ve inançlar bir bölgeden başka bir bölgeye ulaşabil­mektedir. Mazdeizm(Zerdüşt dini) ile Manihaizm in(Mani dininin) ve Hıristiyanlık'tan İran’dan, Budizm'in(Buda dininin) Hint'ten tâ Çin'e gitmesi bu sayede olabilmiştir.

Din

Bütün insan topluluklarının ilkel çağlardan olduğu gibi, Türkler de ilkel çağlardan totemizme(totem dinine) bağlı idiler. Türkler'in ungun adını verdikleri totem, yukarda da söylediğimiz gibi, bir hayvan ya da bir bitki idi. Aynı soptan(klandan) olan kişiler kendi­lerinin aynı ungundan geldiklerine inanırlardı. Her sop, öbüründen, kendi ungunuyla ay­rılırdı. Kök-Türkler' in ungunu kurt, Uygurlar'ınki huş ağacı idi. Sopun ortaklaşa atası sayılan ungun'a Tanrı gözüyle bakılır, saygı gösterir, belli zamanlarda dinsel törenler ya­pılırdı.

Kunlar ve Kök-Türkler devrinde Türkler Şamanizm(Samanlık) dinine bağlı idiler. Şa­manizm, doğaya tapma dinidir. Bu dine göre, üstte 17 kat gök(yani ışık dünyası, cennet), aşağıda 7 ya a 9 kat yer(yani karanlık dünyası, cehennem) vardır. Göğün en üst katında gök tanrısı, yer altına yer tanrısı oturur; yeryüzünde de, yüksek dağ başlarında, kaynak­larda ve ormanlarda barınan ve Yersu denen iyi ruhlar vardır. Ölen iyi insanların ruhu gökyüzüne(cennete), kötü insanların ruhu da yeraltına(cehenneme) gider.

Samanlık çağındaki inanışa göre, ölen bir kimsenin ruhu göğe çıkamazdı. Cesetten ay­rılan ruhların bir "temizlenme" devri geçirmeleri gerekti. Bunun için, Yug adı verilen yas törenleri yapılır, kurbanlar kesilirdi. İlkbaharda, ya da yazın ölenler yapraklar sararınca; güzün ya da kışın ölenler yapraklar yeşerince gömülürdü. Ölenlerin değerli eşyası ve yakılan atının külü de birlikte gömülür; mezarının çevresine de, hayatta iken öldürdüğü düşman sayısınca taş ya da heykel dikilirdi; bunlara balbal adı verilirdi. Bütün bu tören­leri yapmak ve ölülerin ruhlarını gökyüzüne çıkarmakla görevli din adamlarına Şaman denirdi.

Eski Türkler, genel olarak, Samanlık dinine bağlı kalmakla birlikte, zaman zaman ve yer yer, Mazdeizm (Zerdüşt dini), Manihaizm(Mani dini), Budizm(Buda dini), Hıristi­yanlık, son olarak da İslâmlık gibi çeşitli dinlere girmişlerdir.

 

SÖZLÜ EDEBİYAT

Her ulusta olduğu gibi, Türkler'de daha yazının bilinmediği zamanlarda dahi, sözlü bir edebiyat vardı, sözlü edebiyat, kuşaktan kuşağa, ağızdan geçerek sürüp giden bir ede­biyattır.

İslamlıktan önceki çağlarda, sanatlar birbirlerinden ayrılarak bağımsız hâle gelme­den önce, Türk toplumunda şairler aynı zamanda rahip, büyücü, bilici, hekim, dansçı ve musikici idiler. Bunlara Tonguzlar Şaman, Altay Türkleri kam, Yakutlar oyun, Kırgızlar baksı, Oğuzlar ozan derlerdi. Bunların, Tanrılara kurban sunmak, ölülerin ruhlarının gökyüzüne çıkması için yol göstermek hastaları sağırmak, gelecekten haber vermek gibi çeşitli görevleri vardı. Bütün bu işler özel törenlerle yapılır. Bu törenlerde şamanlar coşup kendilerinden geçerek çalar, söyler, dans niteliği taşıyan hareketlerle sıçrar, toplumu etkileri altında bırakırlardı. Bu dinsel törenlerde musiki ve dansla birlikte söylenen söz­ler, Türk şiirinin ilk örnekleri sayılmaktadır.

Dini törenleri zamanla din-dışı eğlenceler haline gelince ayrı meslek halini almışsı da, uzun zaman yine musikicilikle birlikte yürümüş şiirle musiki çok daha sonraki zamanda birbirin­den ayrılmıştır. Şairler, O çağda şiirleri kapuz denen bir sazla söylerlerdi.

(Cevdet KUDRET, Örneklerle Türk Edebiyatı Tarihi, Kültür Bak. Yay. Ankara 1995.)

 fotoğraf: www.fotokritik.com

SON EKLENENLER

Üye Girişi