Kullanıcı Oyu: 5 / 5

Yıldız etkinYıldız etkinYıldız etkinYıldız etkinYıldız etkin
 

□ TÜRK EDEBİYATI. Hemen bütün kavimlerde görüldüğü gibi Türkler'in de en eski edebî metinleri destanlardır. İlk Türk destan parçaları Çin, Fars, Moğol kay­naklarında bu dillere çevrilmiş halde bu­lunduğundan nesir halindedir. Ancak da­ha sonraki dönemlere ait, yazıya geçmiş destan metinlerinin nazım veya ölçülü ne­sir denilebilecek bir şekilde oluşu, ayrıca yer yer şiirsel bir ifade tarzı taşıması bun­ların ilk Türk şiirleri olarak kabul edilebi­leceğini gösterir. Nitekim Kâşgarlı Mahmud'un Dîvânü lugâti't-Türk'te derledi­ği, bir kısmı daha önceki yüzyıllara ait des­tan parçalan olabilecek metinler manzum­dur. Buna göre yabancı dillerdeki çeviri örneklerden ve şifahî destanlardan hare­ket edip en eski Türk şiir örneklerinin mi­lâttan önceki yüzyıllara kadar gittiği söyle­nebilir. En eski yazılı metinler ise VIII. yüz­yıl Mani ve Budist kültürü ürünleri olup bazılarının mısra başı ve sonu kafiyeleri ve iç sesleriyle dinî âyinlerde müzik eşliğin­de okunduğu anlaşılmaktadır. Bu dönem­den başlayarak geniş anlamda şiir kav­ramı veya daha dar anlamda bazı şiir tür ve şekilleri için kullanılan, aynı zamanda ahenkle veya müzik eşliğinde okundukla­rını ifade eden "ir (yır), koşug, takşut, küg" gibi Türkçe adların bulunması şiirin kadîm ve millî bir söz sanatı olduğunu ortaya koy­maktadır. Kâşgarlı Mahmud'un eserinde­ki manzumelerin çoğu, daha sonraki yüz­yıllarda gelenekleşen Türk halk şiirinin şe­kil özelliklerini taşımaktadır; bir kısmı da derlendiği XI. yüzyılın gereği aruz vezniyle söylenmiştir. Bunlara yine XI ve XII. yüz­yıllarda kaleme alınmış, tam bir İslâmî dönem ürünü sayılan Kutadgu Bilig ve Atebetü'l-hakayık gibi birçok yönüyle klasik dönemi başlatan eserler de eklen­melidir. Destan karakterinde olanların sa­vaş, kahramanlık, ağıt ve pastoral özellik­ler taşımasına karşılık Kutadgu Bilig siya-setnâmelerin, Atebetü'l-hakâyık ise dinî-hikemî tarzın ilk örneğini meydana geti­rir. Bunlarda pek çok teknik aksamaya rağmen nazım şeklinin, vezin ve kafiye­nin ihmal edilmemesi şiirin aynı zaman­da manzum bir metin olarak anlaşıldığını; göstermektedir.

Bu ilk örnekler ve sonraki yüzyılların edebî mahsulleri dikkate alındığında Türkler'-de şiir türünün nesir sanatına kıyasla ge­rek halk gerekse seçkinler arasında çok daha geniş bir rağbet gördüğü söylenebilir (yalnız divan şairlerinin zikredildiği Şuarâ tezkirelerinde hemen her meslekten ve sosyal tabakadan 3000 kadar şair adı­nın geçmesi şiire olan ilgiyi belirten bir husustur). Bu değerlendirme, edebî ürün­lerin büyük gelişme gösterdiği Anadolu coğrafyasında olduğu kadar Türkler'in ya­yıldığı Asya ve Avrupa toprakları için de geçerlidir. Şiirin gördüğü bu itibar, çeşitli nesir türlerinin yazılmaya başlandığı Ba­tılılaşma (Tanzimat) dönemine kadar de­vam edecektir. Edebiyat kelimesi bu dö­neme kadar telaffuz edilmemişse de ede­biyattan hemen sadece şiir türünün an­laşıldığı muhakkaktır. Nesir ise çok defa edebiyat dışı bir alanda kullanılmış, nes­rin edebî ürün sayılması Batılılaşma dö­nemine ait yeni bir bakış açısıyla müm­kün olmuştur.

Klasik Türk şiirinin en uzun ve zengin çağı XIV-XIX. yüzyıllar arasında devam eden divan şiiri dönemidir. Bu şiire karşı Tanzimat'tan itibaren başlayan ve Cum­huriyet yıllarında sürdürülen eleştiriler bir bakıma onun özelliklerini de verir. Bu şii­rin Fars şiirinden kaynaklanması veya aşı­rı derecede Fars şiirinin etkisi altında kalması, dilinin Arapça ve Farsça kelimelere çok açık olması bunların başında gelir. Di­van şiirinin İslâmî kültür çevresinde teşek­kül etmesi, Kur'an dili olan Arapçanın hem Farsçayı hem Türkçeyi etkilemesi ve özel­likle Türkler'in Farslarla yoğun temasları dolayısıyla bu etki bir açıdan tabiidir. Ni­tekim bundan önceki şiir için Buda ve Ma­ni etkileri, Tanzimat sonrası için de Batı şiiri etkisi söz konusudur. Öte yandan bu etki giderek azalmış ve divan şiiri daha millî, mahallî özellikler kazanmıştır.

Yine İslâmî kültür çevresinde teşekkül etmesi sebebiyle divan şiiri dinî bir karak­ter gösterir. Ancak bu özellik, divan şiirinin dinî bir edebiyat şeklinde algılanmasını ve bundan hareketle sanat değerinden uzak kabul edilmesini gerektirmez. Tekke ede­biyatı yani dinî, tasavvufî karakterli ve çok defa didaktik şiir bir tarafa bırakılırsa bir şairin divanında doğrudan doğruya dinî özellik taşıyan şiirler tevhid, münâcât, na't gibi birkaç kasideyle sınırlı kalır. Bunun dı­şında divan edebiyatının en muteber ve sayıca en yaygın biçimi olan gazel din dı­şı (lâdinî, profan) bir şiirdir. Ancak din bu şiirin ana unsuru ve önemli bir estetik öğesidir. Konu ister methiye ister aşk is­terse şarap veya tabiat olsun şair çağrı­şım psikolojisinden yola çıkıp bazan çok bilinen mazmunları, bazan da Doğu ve İs­lâm kültürünün daha az bilinen kaynak­larını kullanır. Böylece konu dinî olmasa da Kur'ân-ı Kerîm, hadis, fıkıh, akaid, siyer, İslâm tarihi ve coğrafyası, İslâm kültür ve yaşayışı etrafında sonradan teşekkül eden örf ve âdetler, hatta yanlış da olsa aynı kültürün başka kültürlerle birleşmesinin ürünü sayılan bâtınî ilimler şiirin arka pla­nındaki kaynağını meydana getirir. Bu du­rum, dinî ve tasavvufî hayata yakın şair­lerde olduğu kadar meselâ Nedîm gibi ha­vai mizaçlı şairlerde de böyledir. Divan şi­irinin yalnız arka plan kültürünün değil poetikasının esası da dinden kaynaklanır. İs­lâm dünyasında fesahat ve belagatta aşıl­maz bir zirve kabul edilen Kur'ân-ı Kerîm'in nazmı, ifadede mükemmelliğin örneği ola­rak şairin zihninde bir pusula gibidir. Ger­çi hiçbir âyetin benzerini söylemenin, tak­lit etmenin mümkün olmadığı Kur'ân-ı Kerîm'de ifade edilmiştir. Bununla beraber söz güzelliğinde yol gösterici de odur. Ni­tekim beyân ve bedî sanatlarının pek ço­ğunun kaynağını Kur'ân-ı Kerîm teşkil et­miş veya retorik kitaplarında bu sanatla­ra örnek Kur'an âyetlerinden verilmiştir. Bunun yanı sıra dönemin çeşitli alanları­na ait bilgiler de yine bir arka plan kültü­rü biçiminde bu şiirde yerini almıştır. Gaze­lin esasta bir aşk şiiri olması, ayrıca mes­nevilerin çoğunun aşk konusuna dayan­ması, genellikle divan şiirinde başta aşk temasının işlendiği yolunda bir değer hük­müne varılmasına sebep olmuştur. Bu te­manın birbirinden fazla uzaklaşmayan be­şerî ve ilâhî aşk olarak iki yönü vardır. Cin­siyeti belirlenmeyen ideal bir insan gü­zelliği üzerine çok defa platonik seviyede kurulan, mecazi aşk da denilen beşerî aşk bir köprü sayılarak hakiki aşka, ilâhî-tasavvufî aşka ulaştırır. Garamî adı da veri­len, duygusal / lirik özellikler taşıyan bu tarizin dışında şiirin düşünceye dayanan diğer bir kolu ise hikemî şiirdir.

Bütün klasik edebiyatlar gibi divan şiiri de geleneklere ve kurallara bağlıdır. Yüz­yıllar içindeki gelişme ve değişmeye rağ­men bir divanın tertibinden başlayarak ve­zin, nazım şekilleri, belagat kuralları, maz­munlar, mesneviler için konular hemen hiç değişmeyen, aykırılığa imkân vermeyen bir çerçeve içinde devam etmiştir. Şairin edası, üslûbu, dili ve mazmunları kullanış biçimi bu kurallar içinde şahsiyetini orta­ya koyar. XVIII. yüzyılın başlarında Nedîm farklı bir mizacın şairi olarak hayale kapıl­madan dünyevî yaşayışı, bedenî nazları ve mahallî gerçek hayatı terennüm etmek suretiyle bir dereceye kadar geleneğin dı­şına çıkar. Aynı yüzyılın sonunda sebk-i Hindî denilen daha karmaşık hayalleri, sembolik / alegorik ifade tarzı ve tasav­vufî derinliğiyle Şeyh Galib divan şiirinin son büyük ustası olmuştur (ayrıca bk. Dİ­VAN EDEBİYATI). Yine bu dönem içinde yer yer divan şiiri etkisinin de hissedildiği, ay­nı dinî ve millî kültür içinde teşekkül et­mesi sebebiyle bu şiirle ortak özellikleri bu­lunan, daha sade bir dille söylenmiş bir halk şiiri ve tekke şiiri geleneği vardır.

Batı'yı örnek alan siyasal ve sosyal re­formların başlangıcı kabul edilen Tanzi­mat'tan sonra XIX. yüzyıl ortalarında ede­biyatta, dolayısıyla şiirde tedricî bir de­ğişme başlamıştır. Bu yüzyılın sonuna ka­dar divan geleneğiyle yenileşme çalışmala­rı paralel yürümüş, birbirinden farklı ede­bî nesiller şekil veya muhteva bakımın­dan divan şiirini denemiştir. Bununla be­raber her nesilde klasik şiirden biraz da­ha uzaklaşılmıştır. Şinâsi eskinin belagat sistemini ve mazmunları tamamen terk ederek sağlam bir dil mantığına dayanan, makale görünüşlü, bu sebeple lirizmden hemen tamamen mahrum, buna karşılık Batı kaynaklı birtakım siyasî, hukukî kav­ramlara yer veren şiirleriyle dönemin ilk neslinin öncüsü olmuştur. Divan şiirinin hikemî tarzını devam ettiren Ziyâ Paşa ise kendisinden önce yokluğun ve bedbinliğin felsefesini yapan Akif Paşa'nın "Adem Ka­sidesi" deneyiminin ardından şiirinde ge­lenekten farklı bir felsefî azabı terennüm eder. "Adem Kasidesi"ne niteliğini veren "adem" kavramı tasavvufla bağlantılı şe­kilde yorumlanabilecek "hiç"likten büsbü­tün ayrıdır. Ziyâ Paşa protestocu tavrını, XVI. yüzyılda Bağdatlı Rûhî'nin yazdığı terkibibend formunda ve edasında bir şiirle ortaya koyduktan başka tevekkülden çok isyana doğru gelişen bir ifade tarzıyla ev­rendeki paradoksların sahibine seslene­cek biçimde genişletir. Kader ve irade ko­nusunda akla dayanarak bir çıkış yolu bu­lamayan karamsarlık, yarım yüzyıl sonra Mehmed Akif'in (Ersoy) kalemiyle Safa­hatın ilk şiirlerinden "Tevhid yahut Fer-yat'ta bir kere daha yankılanacaktır. Bu şairlerin yaşadığı karmaşık psikolojik tec­rübeler bütün anlamını iman dairesi için­de bulur. Siyaseti ve dünyayı açıklamada düşüncenin ve mantığın egemen olduğu bu dönemde daha çok duyguları ve ser­best ilhamıyla hareket eden Abdülhak Hâmid (Tarhan) Makber'de hayat, ölüm ve kader çevresinde tereddüt, isyan ve te­vekkülün iç içe geçtiği, birtakım metafizik meselelerin kapılarını zorlayan daha cü­retli bir psikolojik durum ortaya koymuş­tur.

Nâmık Kemal heyecan ve hiddet yüklü bir dille şiirdeki hürriyet, vatan ve millet odaklı romantizmi başlatır. Bir başka açı­dan bakıldığında Tanzimat'ın bu ilk dönem şiirini temsil eden Şinâsi-Ziyâ Paşa-Nâmık Kemal okulunun belirleyici niteliğinin siyasal-sosyal bir karakterin şiire giydiril­mesi olduğu görülür (toplum için edebi­yat). Onların ardından gelen Abdülhak Hâmid-Recâizâde Ekrem nesli ise öncekile­rin aksine politikadan, hatta toplum me­selelerinden uzak kalarak şahsî duygulan­malarını şiire yansıtmışlardır (edebiyat için edebiyat). Bunun sebebi mizaçlarında ve dönemin siyasî şartlarında aranmıştır. Bi­lim adamlarına ve daha sonraki kuşağın bazı şairlerine göre dilde, şekilde ve içe­rikte klasik yapıyı sarsıcı ve her türlü sınırı aşıcı deneyimleri gerçekleştiren şair Abdülhak Hâmid'dir: "Evet, tarz-ı kadîm-i şi'ri bozduk, here ü merc ettik." Hâmid şiirin­de tabiat karşısında yer yer olağan üstü bir vecd halini yansıtmış, serbest bir mu­hayyilede Doğu mistisizmiyle Batı'nın pan­teist ve spritüalist düşüncesini harman­lamıştır. Metafizik meselelerde şahsî duy­gularını dile getirmede daha yüzeysel ka­lan Recâizâde Mahmud Ekrem ise ger­çekçi tabiat tasvirlerini şiire sokmuştur. Onun edebiyat ortamındaki en önemli ro­lü hocalık yaptığı, kendisinden sonra Edebiyât-ı Cedîde veya Servet-i Fünûn adıyla anılacak edebiyat kuşağını hazırlamasıdır. XIX. asrın son yıllarında divan şiiri ge­leneğinden olduğu kadar yenileşmeci gru­bu meydana getirenlerden de farklı bir yerde duran Muallim Naci, yeniliklere ka­palı olmadığı gibi vezin-tema ilişkilerini ya­kalama yolunda aruzu uygun bir vasıta şek­linde kullanma başarısını göstermiştir. Çok defa lirik, samimi ve oldukça sade bir dile ulaşmış görünen Muallim Naci bu özellik­leriyle Tevfik Fikret, Mehmed Âkif ve Yah­ya Kemal'in ilk şiir çalışmalarında kendi­lerine model aldıkları şair olmuştur.

Türk şiirinin Batılılaşma sürecinde bir dönemin tamamlanıp daha disiplinli bir sa­nat anlayışına ulaşılması Edebiyât-ı Cedîde şiiriyle başlar. Akımın öncüsü ve kurucusu konumundaki Recâizâde Mahmud Ekrem'de olduğu gibi bu akımın diğer şairleri de estetik meselelerine ağırlık veren, içe kapanık, duygusal ve marazî yapılı kişiler diye algılanmıştır. Bu şairler insanın küçük dünyasını renklendiren sevimli konuları, merhamet uyandıran temaları, platonik aşkları, hüzünlü tabloları seçmişlerdir. Şiir cümlesinin birden çok dizeye yayılması, dize ortasında tamamlanması da (anjamban) onların uyguladığı Batı kaynaklı bir formdur. Bu akımın en güçlü temsilcisi ve sonraki kuşakların ilgiyle izlediği şairi Tevfik Fikret'in şiirini sosyal konulara açması II. Meşrutiyet sonrasında olmuştur. Bunu takip eden yıllardaki siyasal ayrışma, kamp­laşma ve şiddeti gittikçe artan mücadele ortamında her türlü estetik endişeden, sanat düşüncesinden yoksun bir anlayışın yayılmasına tepki olarak birçok bakımdan Edebiyât-ı Cedîde'nin devamı sayılan yeni bir edebî topluluk doğmuş, Fecr-i Âtî adını alan bu grup, "Sanat şahsî ve muhterem-lir" anlayışıyla kendilerine bir çeşit fildişi kule inşa etmeye yönelmiştir. Bir bildiri ya­yımlayıp çıkış yapan, ancak kısa süre son­ra dağılarak topluluk niteliğini yitiren bu grup, en iyi temsilcisi Ahmed Hâşim'de görüldüğü üzere semboiist-empresyonist akımlara eğilim göstermiştir.

Aynı dönemde yıldızı parlayan Türkçü­lüğün şiire yansıması dilde sadeleşmenin, vezinde aruzun yerine heceyi koymanın teşvik edilmesine yol açmıştır. Türkçü şiir ideolojik düzlemden estetik düzleme yükselememiş, buna rağmen konuşma diliy­le birlikte hece vezninin yaygın bir kulla­nım alanı bulmasını bu şiiri yazanlar sağ­lamıştır. Hece ölçüsüne estetik bir güç ve içerik kazandıracak olan kuşak Cumhuri­yet dönemi içinde gelecektir. Fakat II. Meş­rutiyetten sonraki ortamda asıl açılım Mehmed Akif, Yahya Kemal ve Ahmed Hâşim'in birbirinden bağımsız ve özgün eser­leriyle gerçekleşecektir. Mehmed Akif'in eseri Türk milletinin büyük badirelere gir­diği I. Dünya Savaşı günlerinin destanı ol­muş, Ahmed Hâşim "O Belde" şiirinde ya­şanan mekânı melal duygusunda simgeleştirmiş, Yahya Kemal başta "Açık Deniz" olmak üzere pek çok şiirinde biçimsel yet­kinlik örnekleri ortaya koymuştur. Bu şa­irler, kendilerinden önceki yüzyılın yenilik arzularının gelişmiş birer örneği olmaktan daha fazlasını getirmiş ve vaad etmiş, kendilerinden yola çıkılabilmiştir. Meselâ va­tan kelimesi Nâmık Kemal'de siyasî me­tinlerden gelen bir kavramken Yahya Ke­mal'de bütünüyle şahsî ve insanî duyumun ifadesi olmuştur. Şiir dilinin estetik bir me­sele olduğu anlayışı Yahya Kemal'de de­rin bir bilinç durumunu alır ve araştırma­cıların yakından ilgilendiği bir konu halin­de öne çıkar.

XX. yüzyılın başlarında doğan ve Cumhuriyet'in ilk dönemlerinde eser vermeye başlayan şairler aruzu tanımakla ve hece vezniyle şiir yazmakla birlikte vezinleri me­sele yapmaktan kaçınmıştır. Necip Fazıl Kısakürek, Ahmet Kutsi Tecer, Ahmet Hamdi Tanpınar ve Ahmet Muhip Dranas gibi şairler ve onların tarzında yazanlar derin duygulara, yakıcı derecedeki insanî kay­gılara öncelik vermek suretiyle XX. yüzyı­lın şiir, düz yazı ve düşünce algısını besle­mişlerdir. Yeni zamanlarda keşfedilen Yû­nus Emre, daha sonra gelecek olan me­tafizik algıya bağlı şairleri biraz da bu ilk dönem şairlerinin bıraktığı izlenimden yan­sıyarak biçimlendirmiş ve beslemiştir. Bu bakımdan 1930'lu yılların genç kuşağını etkileyen eserleri Necip Fazıl Kısakürek, Ahmet Hamdi Tanpınar ve Ahmet Muhip Dranas vermiştir. Bu şairlerin Batılı algıya açık olmaları kafiye, vezin çevresindeki tar­tışmalara girmemeleri, dünya şiirindeki yeni uygulamaların da etkisiyle Türk şii­rinde serbest şiirin doğmasına zemin ha­zırlamıştır. 1930 sonrasının şiirini belirle­yen, insanî ve duygusal gücünü memleket sevgisinde, romantik tondaki halkçılıkta bulan Ziya Osman Saba, Cahit Sıtkı Tarancı, hatta Fazıl Hüsnü Dağlarca gibi şa­irler üzerinde bunların etkileri önemlidir.

1940'ların başında, üç şairin kısa süre­li bir mutabakatıyla başta vezin ve kafiye olmak üzere eskiye ait her şeyin ve şairaneliğin reddini içeren ve darbe etkisi uyan­dıran bir çıkış yapılmıştır. Bu şiir, küçük olayların alelade bir dille anlatılmasına önem vermesiyle ve gördüğünü herkesin kullandığı kelimelerle anlatmayı seçen söy­lemiyle şaşırtıcı ve tuhaf bulunmuştur. Or­han Veli Kanık, Oktay Rıfat ve Melih Cev­det Anday belirtilen özellikteki şiirlerini bir araya getirdikleri ve başında bir yazıyla şiir anlayışlarını açıkladıkları ortak kitap­larına Garip adını vermişlerdir. Bu şiirin as­lında şairaneyi yok etmediği, sadece de­ğiştirdiği, yumuşak bir ironi ve hüzünle karışık yeni bir şairanelik ortaya koyduğu belirtildiği gibi (TDEA, III, 285-288; IV, 351-354) fazla şakada kalmak, şaşırtıcılığı is­tismar etmekle eleştirildiği de olmuştur. Buna rağmen cüretlerine bir çeşit çocuk saflığı katmayı bildikleri, edebiyatı şaira­ne modalardan kurtardıkları, Türk şiirinin hâkim vasfı olan müzikaliteyi sarstıkları şeklinde değerlendirmeler de yapılmıştır.

Dünyaya açıldıkça ve serbest seçimle­rin başlamasına bağlı olarak halkla yakın temasta derinleşmeye ihtiyaç duyuldukça şiirdeki insanın "tek tip"e ve "küçük adam"a sığmayacağı anlaşılmıştır. 1950'lerin ortalarında basit ve aleladenin yeri­ne imgeye kapılarını sonuna kadar açan, akıl ve tek çizgi üzerinde oluşan düz anlamın yerine duygu ve çağrışımdan güç alan çok kanallı bir şiir, bir manifesto et­rafında birleşmemiş şairlerin tek tek ara­yış ve sezgileri halinde uç vermiştir. 1950'li yılların sonlarına doğru ilk verimlerini ki­tap haline getiren Sezai Karakoç, Cemal Süreya, Turgut Uyar, Edip Cansever, Ülkü Tamer, Ece Ayhan çevresinde tanımla­nan şiir girişimi "İkinci Yeni" diye adlandı­rılmıştır. İlhan Berk'i asıl temsilci sayan­lar olduğu gibi eski kuşaktan Oktay Rıfat da bu akımla ilgili görülmüştür. Esasen bu şairler ve onlarla doğan atmosfer da­ha sonraki kuşaklardan Ergin Günçe'den Güven Turan'a, Haydar Ergülen'e, Cahit Zarifoğlu'dan Ebubekir Eroğlu, Enis Batur'a ve çevresindeki isimlere kadar doğ­rudan bu akıma bağlanamayacak çok sa­yıda şairi etkilemiştir. 1960'lı yıllar, İkinci Yeni şairlerinin verimli olduğu ve üst ko­numlarını belirleyen eserlerini verdiği yıl­lardır. Bu şairler esas itibariyle Türkçe ve Batı dillerindeki şiirlerden yola çıkmış, ya­kın dönemdeki Türk şiirini örnekler üze­rinden değerlendirmiş ve eski şiir karşı­sında önceki kuşağın komplekslerinden uzak kalmaya çalışmıştır. "Divan" (meselâ Turgut Uyar) ve "Divançe" (meselâ Beh­çet Necatigil) adlı şiir kitapları o dönem­deki genişlemenin ve bu komplekssizliğin ürünü sayılabilir. Sezai Karakoç'un eski kültürle ilgi derecesi bağımsız, getirdik­leri ise besleyici niteliktedir.

1960 askerî darbesinin yol açtığı ortam­da uluslararası işçi hareketleriyle de ide­olojik bakımdan uyumlu, Marksist siyasal grupların desteğinde ve onların destekle­yicisi durumunda bir şiir anlayışı devreye girmiştir. Bu çerçevede "devrimci şair" sı­fatını ortak olarak kullanan gençler, İkin­ci Yeni şairlerini atlayıp Nâzım Hikmetle şahsen tanışan 1940 kuşağı şairlerinin de­vamı olmaya çalışmıştır. Şiirde Marksist girişimlerin kitle iletişim araçları üzerin­deki egemenliğinden dolayı İkinci Yeni şa­irleri de zaman içinde bu kanallar üzerin­den okuyucuya ulaşma çabasına girmiş­tir. Günlük hayatı tasvir ederken toplum­sal gerçekçi bakış yaygınlaşan bir tercih olmuştur. Siyasî dalganın iniş çıkışına bağlı şekilde İsmet Özel, Ataol Behramoğlu ve onların tarzında yazan şairlerin yer, ko­num ve söyleminde değişimler olurken Türk şiir ortamı her çevrede dışa dönük ve hareketli bir dil kazanmıştır. 1980'lere gelindiğinde toplu halde etkilerin devam etmesine rağmen tek şair bazında öncü çıkmamış olduğu görülerek İkinci Yeni şa­irlerine dönme ihtiyacı duyulmuştur. Nâ­zım Hikmet ise 1990'lardan itibaren ide­olojik benzetimlerden sıyrılmış halde gün­demde yerini almıştır.

Öte yandan İkinci Yeni şairleriyle bağ­lantılı ve dünya şiirine bu akım ışığındaki bir anlayışla bağlanan gelişmeler olmuş, Türkçedeki ve Batı dillerindeki edebiyat kültürüne dar siyasal kamplaşmanın dışın­da yaklaşmayı önemseyen ve bu anlayışı yeniden yaygınlaştıran edebiyat adamları çıkmıştır. 1980'ler dolayında dünya şiiri­ne tek kanallı olarak yaklaşma eğilimi Di­riliş, Papirüs ve Yeni Dergide somutla­şan tutumun yenilenmesi de sayılabile­cek şekilde Yazı, Adam Sanat, Yöneliş­ler gibi dergilerin öncülüğünde kırılmaya uğramıştır. Dergi yayımında perspektifin elden geldiğince geniş tutulması paylaşı­lan bir tutum olmuştur. İkinci Yeni şairle­rinin sağladığı deneyimler ışığında eski şi­ire de özgün ve yeni bakış imkânları doğ­masıyla eski şiirden beslenme çabası kla­sik gelenekçi tarzın önerdikleri dışında ye­ni formlar kazanmıştır. 1970'lere kadar İslâmî değerlere bağlılık edebiyatın dışında­ki konularda etkiliydi ve klasik şiirin gün­cel ortamı doğrudan etkilemesi bakımın­dan imkânlar zayıftı. Aslında Sezai Kara-koç'la birlikte geçmişteki İslâmî şiire da­ha derinden bakma imkânı doğmuştur. Dinî inanç dünyasından gelen hira, hal­vet, hicret vb. kelimeler, peygambere bağ­lılık, kardeşlik, dervişlik vb. durumlar şiir­de sıkça yer almıştır (Erdem Bayazıt, Arif Ay vb.). XX. yüzyılın ilk yarısında Faruk Na­fiz Çamlıbel, Arif Nihat Asya, Âsaf Halet Çelebi gibi şairlerin şiirinde görünen tasavvufî atıflar daha sonraki şairlerin verimleriyle geniş bir yelpazede serpintiler halinde şiire girmiş, metafiziğe yönelik al­gı yeni filizler vermiştir (Ali Günvar, İhsan Deniz, Kâmil Eşfak Berki). Şiiri başlangıç­ta yeni bir hikmeti arayış olarak nitelen­dirilen Cahit Zarifoğlu bu yolda eserini kur­muş, değişik çizgileri temsil eden gençler üzerinde etkili olmuştur. Eski şiir, Batı dünyasını merkez almış şairler tarafından da söz konusu eğilimler ortamında gelişen yeni bir gözle okunmuş, Ebubekir Eroğlu metafizik dünyaya göndermeleri olan şi­irler yazmış, İkinci Yeni sonrasındaki eski şiirle bağlantılı çizgiyi sürdürmüş ve yeni­lemiştir.

Geçen yüzyıllara ilişkin divan şiiri ve halk şiiri ayırımı bir yana Türk şiirinin uzak ve yakın geçmişteki verimleri birlikte göz önüne alındığında bu şiirde iki farklı gele­neğin mevcut olduğu görülür. Bunlardan biri XIX. yüzyılın ikinci yarısında başlamış, halen dallanarak ve zenginleşerek sürmek­te olan modern şiir geleneğidir. Diğeri ise Türkçenin Anadolu'da şiir ve edebiyat di­li halinde kıvam tutmaya başladığı sekiz yüzyıl öncesinden gelen, Arap ve Fars şii­riyle ortak kültür temellerine dayalı zen­gin bir şiir dünyası oluşturan gelenektir. Modern öncesinin söylemi bir gelenek ola­rak sona ermişse de içindeki tarihsel bi­rikim ve bıraktığı miras modern gelenek içinde yetişen bazı şairler için güçlü bir be­sin kaynağı durumuna gelmiş, Türk şiirini beslemeye devam etmiştir.

1980'den sonra 2000'lere doğru bütün dünyada olduğu gibi Türkiye'de de şiir or­tamı teknolojik gelişmelere bağlı şekilde iletişim araçları ve medyanın güçlü etki­sine mâruz kalmıştır. Şiirle kurulan bağ­lantıda okur algısının özgürlüğünü engel­leyen etmenlerin artması, şiirsel imgenin baş edilmez durumdaki görsellik karşısın­da nasıl bir yer bulacağı, nereye sığınaca­ğı herkes için bir mesele durumundadır.

Medyanın bu etki gücünden tek yanlı ya­rarlanmanın yolunu bulanların çoğunluğu şiirle kitlelere kitle olarak seslenmeyi ter­cih etmişlerdir. Öte yandan arayışı sürdü­renler tarafından özgün şiire duyulan öz­lem ve yedi bin yıllık kayıtlı şiir tarihinin yüksek eserleriyle kurulan, kurulması ge­reken bağlantılar da dile getirilmektedir. Türk şiiri, bir yandan medyatik ortamın görüntü bolluğu karşısında özgül niteliği­ni okur algısı üzerinde koruma mücade­lesi vermekte, öte yandan bin yıldan beri yüksek bir şiir verimine, en hassas insan duyarlığını kuşatacak bir şiir algısına ve dünya ölçüsünde şairlere sahip olduğu bi­lincini taşımaktadır.

 

BİBLİYOGRAFYA:

Ahmet Hamdi Tanpınar, XIX. Asır Türk Edebi­yatı Tarihi (İstanbul 1956) (haz. Abdullah Uçman), İstanbul 2006, s. 19-38; a.mlf.. Edebiyat Üzerine Makaleler (haz. Zeynep Kerman), İstanbul 1977; Reşid Rahmeti Arat, Eski Türk Şiiri, Ankara 1965; Dora d'lstria, Osmanlılarda Şiir (trc. Semay Taneri), İstanbul 1982; Sezai Karakoç, Edebiyat Yazılan II, İstanbul 1986; Talat Tekin, XI. Yüzyıl Türk Şiiri, Ankara 1989; Ebubekir Eroğlu, Modem Türk Şiirinin Doğası, İstanbul 1993; İnci Enginün, Cum­huriyet Dönemi Türk Edebiyatı, İstanbul 2001, s. 17-133; a.mlf.. Yeni Türk Edebiyatı: Tanzi­mat'tan Cumhuriyete (1839-1923), İstanbul 2006, s. 449-642; a.mlf., "Cumhuriyet Dönemi Türk Şiiri", TDl. (Türk şiiri özel sayısı IV), sy. 481-482 (1992), s. 565-784; Cihan Okuyucu, Divan Edebiyatı Estetiği, İstanbul 2004; M. Orhan Okay, Poetika Dersleri, İstanbul 2004; a.mlf.. Batılılaş­ma Devri Türk Edebiyatı, İstanbul 2005; Cemal Süreya, Şapkam Dolu Çiçekle: Toplu Yazılar I, İstanbul 2006; M. A. Yekta Saraç, Osmanlı'nın Şi­iri, İstanbul 2006; Behçet Necatigil, "Garipçiler", TDEA, III, 285-288; a.mlf., "İkinci Yeni Şiiri", a.e., IV, 351-354.

M. Orhan Okay - Âlim Kahraman, TDV. İslam Ans. C.39

 

  İLGİLİ İÇERİK

ŞİİRDE ÖLÇÜ

ŞİİR

ŞİİR BİLGİSİ

ŞİİRDE YAPI

ŞİİR İNCELEMESİ

ŞİİR ve GELENEK

ŞİİR ve ZİHNİYET

SON EKLENENLER

Üye Girişi