Kullanıcı Oyu: 0 / 5

Yıldız etkin değilYıldız etkin değilYıldız etkin değilYıldız etkin değilYıldız etkin değil
 

 HAKKI TARIK US HAYATI ve ESERLERİ

Hakkı Tarık Us kimdir? 
(1889-1956) Kendi adıyla anılan bir kütüphanesi olan gazeteci ve yazar. Manisa Gördes’te doğdu. Babası Hacı Hasan Hulûsi, annesi Sıdıka Hanım’dır. Ailenin Mehmet Âsım ve Hasan Rasim’den sonra üçüncü çocuğudur. Asıl adı İsmail Hakkı olup ilk ve orta öğrenimini Gördes’te tamamladı. 1906 yılında burada belediye sandık eminliği ve Evkaf Komisyonu kâtipliğine başladı. Gördes’e kaymakam tayin edilen Şair Eşref tarafından şiirleri beğenilince bunları İzmir ve İstanbul gazetelerine göndererek basın hayatına ilk adımını attı. Bir müddet sonra İstanbul’a ağabeyi Mehmet Âsım’ın yanına gidip Dârülfünun Hukuk Fakültesi’ne kaydoldu. Bu yıllarda kitap ve basın dünyası ile ilişkileri daha da arttı. Çarşıkapı’da oturduğu için Beyazıt kitapçıları, hakkâklar ve Kapalı Çarşı içindeki sahafları sık sık ziyaret ediyordu. Abdülhak Hâmid’in Târık yahut Endülüs Fethi adlı tiyatro eserinden etkilenerek bazı yazılarında “Tarık” mahlasını kullanan ağabeyi Mehmet Âsım kardeşinin Târık’ı sevdiğini farkedince bu mahlası ona verdi. Ağabeyinin yardımıyla Tanin’de çalışmaya başladı. Bu gazetede tecrübe kazanması üzerine Tercümân-ı Hakîkat’e ve oradan Tasvîr-i Efkâr’a geçti. Burada yazı işleri müdürlüğü yaptı. 1911 yılında Hukuk Fakültesi’ni bitirdi. İttihat ve Terakkî Fırkası’na olan yakınlığından dolayı Hakîkat gazetesinin yönetimi için Eskişehir’e gönderildi. Bir yıl Eskişehir’de çalıştıktan sonra İstanbul’a döndü.


Dârülmuallimîn-i Âliye’de ders veren ağabeyi Mehmet Âsım’ın hastalanarak tedavi için İsviçre’ye gitmesi üzerine onun derslerini üstlendi. 1914’te İstanbul Sultânîsi’n-de (İstanbul Lisesi) başladığı öğretmenliği aralıksız on yıl sürdü. Bu görevinin yanında bir yıl İstanbul Mercan Lisesi ve üç yıl Galatasaray Lisesi’nde öğretmenlik yaptı. Galatasaray Lisesi’ndeki öğrencileri arasında Yunus Kâzım Köni, Naşit Hakkı Uluğ ve daha sonra özel doktoru olan Ekrem Şerif Egeli de vardı. 1919’da Osmanlı Matbuat Cemiyeti’ne üye oldu; yapılan ilk kongrede adı Türk Matbuat Cemiyeti olarak değiştirilen derneğin yönetim kuruluna seçildi; 1921’de genel sekreterliğine getirildi. Ayrıca Muallimler Cemiyeti, Matbuat Cemiyeti ve Türk Basın Birliği başkanlıklarında bulundu. Yeşilay ve Türk Maarif Cemiyeti (Türk Eğitim Derneği) kuruluşunda, Türk Ocağı başta olmak üzere Çocuk Esirgeme Kurumu ve daha birçok hayır kuruluşunun idare heyetlerinde yer aldı. İşgal yıllarında kurtuluş mücadelesini destekleyen cemiyetlerde çalıştı. Vakit’te Millî Mücadele’ye dair yazılar yazdı. Müdâfaa-i Milliyye grubunun Anadolu ile haberleşmelerinde aktif görev alarak büyük hizmetlerde bulundu. Bu çalışmaların karşılığında kendisine İstiklâl madalyası verildi. İzmir Vilâyet Umumi Meclisi’ne Gördes’ten üye seçilen Hakkı Tarık Us, Cumhuriyet’in kurulmasıyla birlikte milletvekili oldu, 1923-1936 yılları arasında dört devre Giresun milletvekilliği yaptı. 1943’te “Yazı Hayatında Elli Yılını Dolduranlar Jübilesi”ni, 1944’te “Ahmed Midhat Efendi Jübilesi”ni düzenledi.


Tek parti iktidarı döneminde milletvekilliği yapmasına rağmen birçok konuda itirazlarda ve cesur karşı çıkışlarda bulunması dolayısıyla kendisine “mûteriz” lakabı takıldı. Yine bu dönemde tartışılan Basın Kanunu’na red oyu veren tek milletvekili Hakkı Tarık Us ’tur. Yalnız yaşayan Hakkı Tarık kazancının büyük kısmını bir kütüphane kurmak amacıyla eski kitap, gazete ve dergi satın almak için harcadı. Özellikle Basma, Yazı ve Resimleri Derleme Kanunu (1934) hazırlanmadan önce çıkmış gazete, dergi ve kitapların hemen tamamını toplayarak bunları Vakit Yurdu binasında kurduğu kütüphanesinde araştırmacıların istifadesine sundu. Sahaflar Çarşısı’nın 1949 yangınından sonra yeniden kurulmasına büyük emek verdi, buradaki esnafın kitap ve ilgili malzeme dışında bir şey satmasının önüne geçilmesini sağladı. Dostlarına vefası ve yayın hayatına katkılarıyla tanınan Hakkı Tarık Us 21 Ekim 1956 tarihinde vefat etti ve 23 Ekim’de Beyazıt Camii’nde kılınan öğle namazından sonra yapılan törenlerin ardından Merkezefendi Kabristanı’nda annesinin yanında defnedildi.


Hakkı Tarık Us, vasiyetinde kitapları için Cemal Nadir sokağında bir kütüphane binası yapılmasını, bu arada kitaplarının Vakit Matbaası üzerindeki ahşap binadan kaldırılarak daha iyi bir yere konulmasını istemiştir. Kütüphaneyle ilgili bütün ayrıntıları yirmi iki madde halinde vasiyetine ekleyen Hakkı Tarık Us ’un bu isteği, vefatının dokuzuncu yılında 21 Ekim 1965’te kitaplarının Beyazıt Camii Külliyesi’nin Sıbyan Mektebi’ne taşınmasıyla geçici olarak yerine getirilmiştir. Onun kütüphane için kurduğu tesis ilgisizlikten dolayı vakıf özelliklerini kaybedince 1995’te kapatılmış, koleksiyonlar 2003 yılında Kültür Bakanlığı’na devredilerek Beyazıt Devlet Kütüphanesi’ne taşınmış, daha sonra süreli yayınların bir katalogu yayımlanmıştır.

Hakkı Tarık Us Eserleri
Kitapları:
1. Meclis-i Meb’ûsan 1293/1877 Zabıt Ceridesi (der. Hakkı Tarık Us, I-II, İstanbul 1939-1954),
2. 50 Yıl [Elli Yıl] (İstanbul 1943),
3. C.H.P. Kurultay Üyelerine Bu Toplantıda Düşen Büyük Vazifeler (İstanbul 1947),
4. Ahmed Mithat Efendi ile Şair Fıtnat Hanım (İstanbul 1948),
5. Bir Jübilenin İntibâları Ahmed Midhat’ı Anıyoruz (İstanbul 1955),
6. İstanbul Fethi’nin 500. Yıldönümünde Fatih İstanbul’u Yalnız Fethetmekle Kalmadı: Fetih Olmasaydı İstanbul’u Belki Devlet Merkezi de Yapamıyacaktık (İstanbul 1953).
Neşirleri:
1. Nâmık Kemal, Namık Kemâl’in Kanije Muhasarası (İstanbul 1941);
2. Ahmed Midhat, Henüz 17 Yaşında: Roman (İstanbul 1943);
3. Nâbizâde Nâzım, Karabibik (İstanbul 1943);
4. Nâmık Kemal, Silistre Muhasarası: Kalede Bulunan Gazilerden Yüzbaşı Ahmed Nazif’in Hatıraları(İstanbul 1946);
5. Ahmed Midhat, Dürdane Hanım: Roman (İstanbul 1951);
6. İzmit Körfezi’nde Bir Gezinti-Ahmed Midhat Efendi Merhumdan Nakil (İstanbul 1952).


Süreli Yayınları:
1. Kitap ve Kitapçılık (I-II, sy. 1-30, İstanbul, 1 Kânunusâni 1936 – 15 Nisan 1937).
2. Vakit-Yevmî Gazete (22 Teşrînievvel 1333/1917 – 15 Nisan 1963). 1934-1938 yılları arasında Vakit’in Türkçe’si olan Kurun adıyla yayımlanmıştır. Üç kardeşin birlikte çıkardığı Vakit gazetesi, Hakkı Tarık’ın çıkardığı Kitap ve Kitapçılık, Hasan Rasim’in çıkardığı Son Saat gazetesi (1 Eylül 1939-1953) gazetecilik dünyasında, Dün ve Yarın Külliyatı başlığı altında yayımladıkları altmış kitap ise Cumhuriyet dönemi kültür hayatında önemli bir yer tutmuştur. Vakit gazetesi 24 Nisan 1950 tarihli 11691-939. sayısını Manisa özel sayısı olarak çıkarmış, 21 Ekim 1965 tarihli 13147. sayısını da Hakkı Tarık Us ’a ayırmış, bu iki nüshada sadece Hakkı Tarık’la ilgili yazılara yer verilmiştir. Bu arada Âşiyan ve Rübâb dergilerinde de yazılar yazan Hakkı Tarık Us, İbrahim Alâeddin Gövsa’nın ölümünden sonra yarıda kalan Ansiklopedik Sözlük’ü tamamlayan heyette de yer almıştır.

Selahattin Öztürk – Abdurrahman M. Hacıismailoğlu
Kaynak: TDV, İslam Ansiklopedisi, Cilt:42

 

 

 


HAKKI TARIK US -EDEBİ PORTRELER

Kalabalıklar arasından kendi kendine sıyrılıp yükselenler, mutlaka birtakım özel değerlerle doğmuşlardır. Tarihe mal olmuş her şahsiyette, taşıdığı kanın, yetiştiği çevrenin, yaşadığı zamanın derin izlerini görürüz.

Hakkı Tarık’a da bu adesenin arkasından bakarak varlığını incelemeye çalışacağız. Güç ve çetin bir yol, ama ona tırmanmaktan başka çare de yok.

Hakkı Tarık’ın ceddânî veraset durumu nedir?

Kendisi, bu türlü şeylerden hiç bahsetmezdi. Âsim ve Râsim de dedelerinin dedelerini araştırmamışlardır.

Yalnız baba tarafından soyadlarının “Sultanlar” olduğunu biliyoruz. Selçuk saltanatının yıkılışından sonra Anadolu toprakları üstünde birçok küçük beylikler türemişti. Sultanlar lâkabı, belki böyle eski bir geçmişin yadigârıdır. Bir başka ihtimal daha var: “Tarikat” dediğimiz, hak ve tasavvuf yolunda yükselip ermiş kişiler de “sultan” diye anılırlar. Tarık’ın dedelerinden biri de böyle bir tasavvuf sultanlığına yükselmiş olabilir.

Âsım’ın Töm'n’deki “Dereden Tepeden”leri, tatlı bir mizah çeşnisi taşır. Onun ağırbaşlılığını görenler, kendisinden böyle

ince gülümsemelere yol açan bir şaka istidadını pek beklemezler. Başyazarlar arasında da onun kadar vesika toplayanını, dokümanlı makale yazanını pek hatırlamıyorum.

Tahkik yolunda çok sabırlıdır. Hükümlerini, zamanın yalanlamasından şiddetle çekinir. Herhangi bir meselede kendini daraya çıkarmasını, taraf tutmadan muhakeme etmesini bilir.

Râsim’de de, doğuştan sanat kabiliyeti var. İyi resim yapar, manâlı karikatürler çizer, çamura ifade verir, heykel yontar. Hikâye ve roman yolunda da denemelere giriştiğini biliyoruz.

Kız kardeşlerinden Zübeyde Hanım’da da bu üstün yaradılışın izleri görülmektedir. İşlediği çevreler, dokuduğu halılar, tığ ve mekik oyaları, bütün kasabada eşsizliği ile meşhurdu. Bir seccadede, bir baharın bütün renk ve ışığını toplar; bir çevrede ipekle sırma cümbüşleri yaratır; zengin oyalarında tabiata üstün bir sanat çeşnisi canlandırır.

Bütün bunlardan başka, kendisini tanıyanlar, onu, ev hanımlığının, analığın en temiz ve yüksek örneği diye gösterirlerdi.

Tarık’ın ailesindeki ruh verâsetinin, bence bu da bir başka delilidir.

Bu hünerler, elbette bir ailenin çocuklarına sebepsiz geçmez. Ne yazık ki onların ceddânî tevarüslerini zandan yakîne ulaştıracak belgelerden mahrum bulunuyoruz.

Bununla beraber, içinde emeklediğim bu karanlık yol, beni meyus etmiyor. Çünkü Tarık kıymet kazanmak için bir hânedanın oğlu olmaya muhtaç değildir. O, nerede, hangi aileden gelirse gelsin, kendisiyle bir hânedan başlatacak adamdı. Bence, onun canlandırdığı duygu ve düşünce saltanatı, veliahtlığının en yüksek delilidir.

* * *

1305’te Gördes’te doğdu. Anası Sıdıka Hanım, babası Saatçi Hacı Haşan Hulûsi Efendi’dir. İlk tahsilini orada yaptı. Henüz çocuk denilecek bir yaşta, aile erkânını endişelendirecek derecede engin bir okuma sıtmasına tutulmuştu. İzmir’den, İstanbul’dan gazete ve mecmualar getirtir, bunların uğrunda bütün çocukluk heveslerini feda ederek varını yoğunu harcardı.

On bir, on iki yaşına kadar bu dağınık ve programsız okuma sürdü. Sonra değerli bir üstâda kavuştu. Gördes’te Posta ve Telgraf Müdürü İsmet Bey istidatları besleyip uyandıran muhterem bir sima idi. Küçük Hakkı’yı tutuşturan öğrenme aşkını sezince bilgisinin bütün kaynaklarını cömertçe sundu. Neleri, hangi kitapları nasıl okuyacağını bir bir anlattı. Kendi kütüphanesini ona açtı.

Artık Hakkı’cık lüzumsuz, faydasız şeylere göz nuru dökmüyor, bir dirhem bal almak için bir okka tahta yediren keçiboynuzu ayarında mânâsızlıklar okumaktan kurtulmuş bulunuyordu. Bunun faydası belirmekte gecikmedi. Hakkı’nın zevki yükseldi; nazımla tanıştı. Onları tekrarlaya tekrarlaya onda da şairlik hevesi uyandı.

Mağrurdu. İlk kekemeli mısralarını kimseye göstermiyor, daha sağlam, daha güzellerini karalamaya çalışıyordu. Hocası İsmet Bey bile bunlardan habersizdi.

Bu sıralarda telgrafçılığa da merak sardırmıştı. Her gün postaneye uğrar, maniplelerin çıkardığı tiktakları dinler, bunların nasıl kelime ve cümle olduklarını anlamaya çalışırdı. Çok geçmeden, bu hevesini de doyurdu. Mors alfabesini öğrenmişti. Hatların boş olduğu demlerde, komşu kasabalarla muhabere etmesine yine hocasının delâletiyle izin verildi. Bir zaman sonra Hakkı’nın “Telgraf’ı” diye kartvizit bastırdığını görüyoruz.

Şair Eşrefle Tanışma

Tesadüflerin istidatları cilâlayıp parlatmaktaki payı inkâr edilemez. Nice dehâlar, böyle bir tesadüf burgusu ile ruhlarının altın artezyenlerini fışkırtmışlardır.

İşte, bizim Hakkı’mız da böyle bir tesadüfle beslendi. Zamanın en kuvvetli yergi şairi Eşref, Gördes’e kaymakam tâyin edilmişti. Hakkı, onun hemen bütün hicivlerini ezbere bilirdi. Onun keskin diline, cehennem sanihasına, pervasız yüreğine hayrandı.

Eşrefle tanışmak isteği, çocuk muhayyilesini tutuşturan bir ihtiras halini almıştı. Posta ve Telgraf Müdürü İsmet Bey’in muavini Celâl Bey, Eşrefin eski âşinâlarındandır. Bunu öğrenince, Hakkı, şu muazzam kartı yazarak tavassutunu rica ediyor:

Hak-i paye bu ziyaret-mâmeyi

Âcizane arz ü takdîm eyledim

Öptüğiyçün benden evvel destini

Kartımı hasretle terkîm eyledim

Celâl Bey, dostuna küçük istidattan bahsediyor ve yetişmesine himmet dileyerek kartı verip tashihini de istiyor.

Eşref, kıtayı okuduktan sonra:

- Tashihe hacet yok; bu, olmuş bu! diyor.

Hakkı’nın büyük şairle karşılaşması, kalender, ama hoş bir sahne içinde oldu.

Kaymakam, evinde bir masa üstündeki bir tepsiye karpuz kesmektedir. Delikanlıyı o dekor içinde kabul ediyor. Bu kalenderlik, bu perişanlık, Hakkı’yı hayal kırıklığına düşürecek yerde, daha derin bir zevke kavuşturmuştur. Rindliğin dünyaya metelik vermeyen bu tatlı derbederliğini şairliğin belli başlı bir alın yazısı saymaktadır.

Okuma, yazma, Eşref’le konuşma, onu vaktinden evvel olgunlaştırdı. İzmir’deki bazı ünlü kişilerle mektuplaşmaya başladı. Yaşı ilerledikçe zevki inceliyor, düşünüşü derinleşiyordu. Ağabeysi Âsim, İstanbul Mülkiye’sinde okurken Gördes’te kalmak, ona biraz da paslanmak gibi geldiği için sık sık kendisini oraya aldırmasını istemekte idi. Fakat Âsim, çocukça bir heves saydığı bu başvuruşları:

-    Daha vakit var; ikimizin birden İstanbul’da yaşaması aileyi darlığa düşürebilir. Hem oradaki işler de aksar. Biraz daha sabret kardeşim! tarzında, yumuşak özürlerle karşılıyordu. İşte bu sırada, Hakkı’yı insanlara karşı şüpheci ve ihtiyatlı yapan bir olayla karşılaşıyoruz:

İzmir’de Köylü gazetesini çıkaran Refet adlı biri var. Hakkı’nın bazı ufak tefek mensurelerini neşretmiştir. Bir gün:

-    İstanbul’a gidip ne yapacaksın? İşte, kurulmuş bir gazete var. Gel, seni kendime ortak edeyim, teklifinde bulunuyor.

Yüz altın karşılığında gazetenin yarısına sahip olacaktı. Babası, karşı tarafın iyi niyetinden şüphelendiği halde, yardımını esirgemedi. Para verildi ve... ve kurnaz ortak tarafından deve yapıldı. Hakkı Tarık’ın, bütün ömrünce son derece ihtiyatlı ve tedbirli bir insan kalışında, bu aldatılışın geniş bir payı vardır, sanırım. Sütten ağızları yananların yoğurdu üflemeleri çok görülemez. Herkes aldanma acısını onun gibi unutmasaydı, dünyada dolandırıcılara yer kalmazdı.

Bu acı tecrübeden sonra, kendi çevresi içinde küskün günler, aylar geçirdi. Yalnız kitaba karşı olan sevgisini kaybetmemişti. Okuyor, inceliyor, araştırıyordu. Bu sayede başı, yaşını geçmiş, çocuk alnının arkasında olgun bir beyne kavuşmuştu. Meşrutiyet ilân edilince, Âsim, kardeşine:

-    Gel! dedi.

O sırada Hukuk’a imtihanla talebe alınıyordu. Hakkı’daki üstün kabiliyet derecesine bakın ki, orta tahsili olmadığı halde, soruları başarı ile cevaplandırdı ve eşi az bulunur bir hukukçu değeri kazandı.

Onun bu alandaki korkunç bilgisine vergi dairelerimiz şahittir. Tarık’ın itirazlarından bir tekini çürütmek hiçbir hukuk müşavirine nasip olmamıştır. Pek meşhur bir avukat tanırım ki, basınla Maarif Cemiyeti arasındaki bir dâvâ dolayısıyla:

-    Öteki hasımların hepsi bir yana, fakat Hakkı Tarık’ı atlatmak kabil değil! demekten kendini alamamıştı.

***

Hukuka devam etmek, İstanbul’da yaşamak kolay iş mi? Bereket Âsim, Mülkiye’yi bitirmiş ve Hüseyin Cahit’in Tanin’inde “Dereden Tepeden”lerini yazmaya başlamıştı. Şimdi yerinde apartmanlar yükselen Kara Mustafa Paşa Medresesi’nin arkasındaki bir evde pansiyonerdiler. Hakkı, bir yandan derslerine çalışıyor, bir yandan da edebiyat ile uğraşıyordu.

İttihat ve Terakki’nin cesur, atılgan, gözünü budaktan esirgemez, yurda âşık şahsiyetlerini beğeniyordu. Nâmık Kemal’in alevden mısralarıyla tutuşmuş bir gönülden, zaten başka türlüsü beklenemezdi. Bu sevgi, onu İttihatçılığa götürdü. Az vakitte Hakkı’nın temiz ruhunu, pervasız yüreğini, temkinli halini, irade ile ihtiyatı birleştirişindeki seçkinliğini sezdiler. Ona, bu kabiliyetlerini tecrübe imkânlarını verdiler.

İsmail Hakkı’nın Hakkı Tarık Oluşu

Ağabeysi Âsim, Abdülhak Hâmid’in Tarık'ını pek beğenmiş ve kendine mahlâs edinmişti. Bazı yazılarını bu adla imzalıyordu. Kardeşinin onu pek beğendiğini sezince:

- Sen al, Hakkı Tarık ol! dedi.

Bazılarının sandığı gibi, bu isim Hakkı’ya Halit Ziya Uşaklı-gil tarafından verilmiş değildir. Bunu Âsım’ın kendisinden işittiğim için öteki rivayetlerde kıymet kalmıyor. Onun basındaki gerçek şöhreti işte bu adla başlar.

Siyasî Hayata Atılış

Yukarda İttihat ve Terakki ileri gelenlerinin, Hakkı Tarık’taki kabiliyetleri sezdiklerini söylemiştim. İstidadının yükselmesi için kanat gerekti. Eskişehir’de parti organı bir gazete çıkıyordu. Başında meşhur İsmail Mestan vardı. Hakkı Tarık’a başyazarlığını verdiler.

Ama onun gazeteciliği, daha önce, Âsim gibi Tarıin'de başlar. Sonra Tasvir-i Efkâr'da devam eder. O orada yazı işleri müdürü olarak çalışmış ve zamanın heyet-i tahririye müdürleri arasında, yüksek zevki, görüş derinliği ve seziş üstünlüğü ile tanınmıştı. Talha ile Velid gibi birbirinden titiz, birbirinden sinirli iki sahibin gazetesinde çalışmak kolay iş değildi.

Her sabah mutlaka bir kusur bulmak için sütunları tenkit imbiğinden geçirirlerdi. Başka gazetelerde çıkan entipüften bir haberin Tasvir'de bulunmamasını fırsat bilerek siteme kalkışırlardı.

Kendisinden dinlemiştim:

- Bu yersiz müdahaleler canımı sıkıyordu. Beni rahata kavuşturacak en kısa yolu seçtim. “Bu, niye bizde yok?” diye sordular mı, “Bizdekilerden hangisini çıkarıp onu koyabilirdim? Meselâ bakın, şu, şu, şu haberler de onlarda yok. Karşılaştırınca bizimkinin ağır bastığını görürsünüz,” diyordum. Seslerini çıkaramazlar; ama bir maiyete yenilmenin azabını da bir türlü hazmedemezlerdi.

O, Eskişehir’e işte böyle, meslekte adamakıllı bilendikten sonra gitmişti. Meclisteki hizipleşmeler, iktidar değişmesine yol açınca, muhalifler hakkında çok şiddetli makaleler yazan Tarık izini kaybettirmek zorunda kaldı.

Hoca Tarık

Bir yandan Tanin'de yazan, diğer taraftan Sâtığ Bey’in müdür olduğu Darülmuallimin’de Türkçe okutan Âsim, Balkan Savaşı’ndan önce hastalanıp Davos’a gidince derslerini ona bıraktı. Tarık’ın hocalık mesleğine girişi böyle oldu.

Darülmuallimin’den, İstanbul Sultanîsi’ne geçti. O, tuttuğu işin eri olmak için yaratılmış adamdı. Kendi sahasında meçhule tahammül edemezdi. Bu yüzden terbiye usullerini inceden inceye araştırıyor, ortaya atılan sistemleri, körü körüne benimsemiyordu. Gerçek sistemin ancak çevreden, iklim şartlarından, millî seciyeden ve bütün bunlarla yoğrulmuş bir terkipten doğacağını anlamıştı.

Gerek talebesi, gerekse arkadaşları arasında zamanla silinmeyen bir tesir ve nüfuz sahibi oluşunun sebebi budur.

Zaten onda hocalık yaradılıştan gelme bir şeydi. Ömrü hep öğretmek, yetiştirmek, adam etmekle geçti. Mektepte olduğu kadar, gazetecilikte, arkadaşlıkta ve patronlukta da hoca idi.

Bugün kalburüstü ne kadar kalem sahibi varsa, yüzde doksanı onun yetiştirmesidir. Yanında çalışanların en küçüğüne bile emir vermez, ikna ederdi.

Vakit'i alımlı yapan şeylerden biri de, hak ve haysiyet bahsindeki bu eşitlikti işte. Herkesin fikrini sorar, düşüncesini dinler, hükümlerini değerlendirirdi. Bu karakterin, terbiyeci ve hoca oluşundan, mekteple kışla arasındaki farkı pek iyi bilmesinden doğduğuna şüphe edilemez.

Türkçe ve edebiyat derslerinde özel inanışlarına körü körüne bir inkiyad değil, muhakemeli bir ortaklık isterdi. Takriri yumuşak, sesi dokunaklı, muamelesi nazikti. Sınıfta bağırdığını duyan olmamıştır. En sert azarı küskün bir bakıştı.

Basmakalıp okutmazdı. Misallerini kitaptan ziyade hayattan alır, parçaları, forma sırasına göre değil, mevsimlere, günlük olaylara, zamanın taze heyecanlarına göre ayarlardı.

Kitaplardaki konular, programın ve yılın akışına uydurularak düzenlenmediği için kış günlerinde bahardan, yaz başında da karlı buzlu havalardan dem vuran yazılara rastlanır. Tarık, kitapla hayat arasındaki bu tezadın çocuklar üstünde iyi izler bırakmayacağını bildiği için derslerini takvimi göz önünde tutarak hazırlardı. Okumada mihanikî, mantıkî, bediî değerler arar, talebesine bunları hazmettirebilmek için candan uğraşır, kendini harcarcasına nefes tüketirdi.

İstanbul Sultanîsi’nde yıllarca beraberdik. O, kavânin derslerini alınca Türkçe ve edebiyat bana kaldı. Halef-selef olduk. Onun hocalığı hakkındaki derin ve etraflı bilgim bu yüzdendir.

Milli Mücadele’de Tarık

Vakit'in millî mücadeleyi pervasız bir atılganlıkla tutuşunda Hakkı Tarık’ın payı büyüktür. M. M. Grubu’nda faal rolü vardı. Dolambaçlı kanallardan sızan Anadolu haberlerini getirir, pek ustalıklı imalarla yasak çemberinden, sansür hisarlarından aşırır, gazetede çıkabilmesini sağlardı.

Meselâ; İnebolu’ya Kuva-yı Milliye maşbu’larıyla müzakere için bir İngiliz generalinin gittiğini öğreniyorduk. Yazmak yasak! Kapiten Benet ile Marşal domuzuna dikkatli sansürcüler... Kuş uçurtmuyorlar.

Tarık bu haberi vermenin de çaresini buldu. Ertesi günü, gazetemizde, şöyle bir havadis okuduk:

İnebolu’da Müzakere

İnebolu’da yapılacak müzakerelerde Kuva-yı Milliye’yi temsile Refet Paşa memur edilmiştir. Bu tevcihin sebebi, müşa-rü’n-ileyhin İngilizceye âşinâ olmasıdır.

Düğüm çözülmüş, İngilizlerle Anadolu hükümeti arasında görüşmelerin başladığı halka müjdelenmişti.

O günlerde düşman bir değil, tümen tümendi: Saray, Bâbıâ-li, Nemrud Mustafa divan-ı harbi ve bütün müttefik orduları... Bütün bunlara rağmen, yolumuzdan ayrılmadık. Tarık, metin iradesi ve aydınlık zekâsıyla bize ışık tuttu.

Birinci ve İkinci İnönü zaferlerini gazeteyi baştanbaşa kaplayan büyük manşetlerle biz vermiştik. Yunan ordusunun belinin kırıldığını, Başkumandan Trikopis’in esir edildiğini müjdelemek de yine Vakit'e nasip olmuştu.

Haberi Estern kablosundan, sabahın saat üçünde ben almıştım. Galatasaray’dan Bâbıâli’ye kuş gibi uçtuğumu hâlâ tatlı tatlı hatırlarım. Tarık’ı uyandırdım. Makineyi durdurttuk. Mürettipler gitmişlerdi. Tarık entarisiyle kasaların başına geçti. Zafer müjdesini kendi eliyle dizdi. Kalıplar gıcırdadı; makine işledi. O saatte hiçbir vasıta olmadığı için eve yaya döndüm. Köprüden geçerken şafak sökmüş, ortalık ağarmıştı.

Bütün gece başım yastık görmediği halde kuvvetim artmıştı; damarlarımda sanki alevden bir kan doludizgin koşuyordu.

Üslûbu

Tarık’ın elyazısı sismograf grafiklerini andırırdı. Her harfin üstünden kalemi birkaç kere geçirir, kuyruklar takar, noktaları yerli yerine koymak için satırları çetrefilleştirirdi. Düzgün marjlı kâğıtlardan çok, birbirini tutmaz parçalara yazmaktan hoşlanırdı. Çıkmalar yapar, satır aralarını doldurur, cümleleri uzatır, fakat bu uzunluk ifadesine bulanıklık getirmez, düşüncesinin akışını bozmazdı.

Dikkatli yazdığı için okuyandan da dikkat ister, çiğ ışıktan ziyade fecir aydınlıklarını severdi. Bütün bunlardan ötürüdür ki, ilk bakışta üslûbunu yadırgardınız. Karakterindeki şüphe ve ihtiyat derinliğinin de bu üslûp çetrefilliğinde izi vardır.

Yaşayışında, iş hayatında, bağlanışlarında, bir ordu kumandanı gibi, yığın yığın tedbir almadan hiçbir şeye karar vermezdi. Hukukçu olduğu halde, “Beraet-i zimmet asildir!” düsturunu kabul etmez, tam tersini benimserdi. Ama bir kere, “Evet!” dedikten sonra, artık bir daha ne pahasına olursa olsun sözünden dönmez, taahhütlerinden vazgeçmezdi. Hayatına bir Re-fet karışmasa, toy çağında inanma duyguları zehirlenmeseydi, onu belki bu vesveseli ihtiyat kalesi içinde görmeyecektik.

Bütün bunlara rağmen, Tarık’ın yazıları, pek sağlam bir mantık ve sarsılmaz bir dil doğruluğu taşır. Cümleleri, çağlayanlar gibi coşkun heyecanlarla uğuldamaz; gölgelikler altında kıvrıla kıvrıla akan ve mutlaka mânâ denizine ulaşan ırmaklara benzerdi.

Fikri âhenge, mantığı heyecana feda etmezdi. Kendisince, doğru, güzelden üstündü. Yazılarının düşünce gövdesine dolanan düğümlü sarmaşıklara dönmesi bundandı işte!

Böyle olmakla beraber, onun yazılarından, düşünce zincirini bozmadan, bir tek sözü bile çıkaramazdınız. Bir makinedeki çarklar, vidalar neyse, onun cümlelerinde de kelimeler o idi. Birini söktünüz mü makine işlemez hale gelirdi.

Onun bir makalesi verildi mi mürettiphaneyi bir telâştır kaplar, yüzler bulutlanır, fısıltılar ağızdan ağza dolaşırdı. Çünkü tashihini kendi yapacak ve provalar, çıkmalar, ilâveler, düzeltmelerle dolacaktır. Başmürettipler onun bu âdetini bildikleri için çileye hazırlanırlardı.

Hâlbuki bütün o değiştirmeler, düzeltmeler, çıkmalar, ekler, hep üslûp endişesinden gelme şeylerdi. Edebiyat tarihlerinin bu türlü titizliklerde eşsiz saydıkları Güstav Flober bile daha iyiyi, daha doğruyu araştırma inadında Tarık kadar sabırlı değildi sanırım. Ne yazık ki, bunca emeğinin karşılığını aldı, diyemiyorum. Bugünkü zihinler, gönül madenine kavuşmak için dolambaçlı üslûp kuyularından geçmeye tahammül edemiyorlar. Duygular dümdüz, düşünce sığ... Bu bakımdan Tarık’ı biraz da zamanın gadrine uğramış sayabiliriz.

Seciyesi

Kişinin seciyesini (karakterini) sözden ziyade olaylar ortaya kor. Daha doğrusu, şahsiyetler hakkında incelemeler yapanlara vakalar ışık tutar; ele aldığı kişinin iç yüzünü, ruh cephesini gösterir.

Ben, Hakkı Tarık’ı yakından tanırım. Ömrümüz birlikte geçti. Onu tarif etmek bence kolaydır. Fakat söylediklerimi dinledikten sonra, “Bizim şeyhin kerâmâtı olur menkul kendinden!” diyebilirsiniz.

Bundan ötürüdür ki, ona dair hükümlerimi vakalara dayanarak verecek ve sizleri de inandırmaya çalışacağım.

Tarık, dürüst, mert, namuslu ve cesur adamdı. Meselâ 63 numaralı ocak işinde taraf tutmak için değil, sadece işi kurcalamamak, yalnız susmak için önüne servet denecek yığınlar serilmiş ve o, ağabeysi Âsım’la birlikte bu serveti teklif edenlerin suratlarına nefretle çarpmıştır.

Birçoklarına göre susmak suç değildir. Tarık’ın seciyesi, bu susuşu cinayet sayardı.

Mebus seçildiği ilk günlerde, Büyük Millet Meclisi koridorları onun mertliğine şahit oldu. Kendisini kahraman sayanların biri, Tarık’la konuşan Vakit muhabirini tokatlamış ve bu tokadın sesi, o mütecavizin suratında Tarık’ın eliyle hemen yankılanmıştı.

Arkadaşına yapılan böyle bir tecavüzü, kendi canını ortaya koyarak aynı şiddetle karşılayanlar bugün artık pek azalmışlardır. Bu mertliği yüzünden, Hakkı Tarık, büyük tehlikelere uğramış, fakat bir dakika bile pişmanlık duymamıştı.

Ciddi adamdı. Kimsenin arkasından konuşmaz, konuşanları da dinlemezdi. Zorlukla boğuşmaktan hoşlanırdı. Bu didinmelere bazen mesleği ile hiç ilgisi olmayan konularda da katlandığını gördüm. Meselâ matbaanın bir odasına bir makine yerleştirmek gerekiyordu. Mühendisler ölçüp biçtikten sonra, “Sığmaz!” dediler.

Kanmadı. Günlerce kareli plan kâğıtları üstüne eğildi. Terledi, bunaldı ve bir sabah mavi gözleri parıl parıl, “Oldu, sığdırdım!” haberini verdi. O makine, hâlâ, mühendislerin “sığmaz” dedikleri yerdedir ve işleyip duruyor.

İnandığı şeye canla başla bağlıydı. Ne hatır için ne de mevkiini korumak bahasına, herhangi bir tavizde bulunmazdı. Parti içinde olduğu kadar, parti dışında da bu inanışa sadık kaldı. Meclis’te, vicdanından başka hâkim tanımadı. Gerektiği zaman tek başına kaldı; doğru bildiği yolda tek başına yürüdü.

Basın Kanunu müzakere edilirken zararlı gördüğü maddenin kabulünü engellemek için bütün gücüyle çalıştı. Defalarca kürsüye çıktı, basını savundu. Bizi kurtaramadı, ama bütün Meclis içinde tek kırmızı oy vererek kendi vicdan ve irfanını kurtardı. Tek parti çağında mesele idi bu!

Atatürk’ün sofrasında da inandığını açıkça söylemekle mümtazdı. Birkaç kere sınadıktan sonra, rahmetli Ata, ona, “Mûteriz!” lâkabını takmıştı.

Bir fikrini ortaya atınca, gözleriyle Tarık’ı arar, gülümseyerek:

-    Bakalım, bizim mûteriz buna da ne diyecek! buyururdu.

Ata’ya derin bir sevgi ve pek yüksek bir saygı ile bağlı olduğu halde, yine inandığını söylemekten ve kabul ettirmeye çalışmaktan geri kalmazdı.

-    Platon dostumdur, onu çok severim; fakat hakikat ma-bûdumdur, ondan fedakârlık edemem! diyen Yunan filozofu gibi, Tarık da inandığını, gerçek bildiğini, sevgisine feda etmezdi.

Arkadaşlıkta kendinden başka herkese karşı müsamahalı idi. Kimseden bir şey istemez, ama herkese hizmeti vazife bilirdi. Ondan teklifsizce iyilik, yardım isteyebilirdiniz. Hemen yapılacak bir işse telefona sarılır, sizi hedefinize ulaştıracak çarelere, kişilere başvururdu. Yok, eğer mesele merkezde çalışmayı gerektiriyorsa, cep defterine not alır, koparıncaya kadar uğraşır ve neticeyi size bildirirdi.

Vefakârlıklarının güzel bir örneğini, Hüseyin Ragıp Bay-dur’a harcadıklarında görürüz.

Gençlik arkadaşı idiler. Huyları, kültür dereceleri, hayat telâkkileri bakımından, birbirlerine pek yakındılar. Hüseyin Ragıp, diyar diyar dolaşırken memleketteki bütün işlerini ona yüklemişti. Parasını o toplar, varını yoğunu o idare ederdi.

Kendi işi ve öz dağdağası başından aşkınken arkadaşı için ayrı bir defter açmış, hesap tutmuştu. Unutmayalım ki, Hakkı Tarık, bütün bunlara katlanırken sağlığı sakattı. Ağır bir kalp krizi geçirmiş, aylarca yatakta tedavi görmüştü.

İşte, bu halde iken, dostunun Londra’da ansızın öldüğünü haber aldı. Hariciye Vekâleti, olayı Baydur’un kan yakınlarından önce, bu gönül ve vicdan kardeşine bildirdi.

O sabah, Tarık’ın ilk defa ağladığını gördüm. Yüzü solmuş, gözlerinin akları kızarmıştı. Bütün faciayı bir tek cümle ile bana aktardı:

- Hüseyin Ragıb’ı kaybettik, kardeşim!

Donakalmıştım. Baydur daha dün sapasağlamdı. Dünyanın en düzenli yaşayışı içinde idi. Her türlü tiryakiliklerden uzaktı. İstanbul’a son gelişinde tatlı tatlı konuşmuş, şakalaşmıştık. Bir yazımdan ötürü uzun ve pek muhabbetli bir mektubunu da almıştım. Ölümü hatıra getirecek hiçbir sebep yoktu. Hem sebep de ne demek canım! Ölüm, bize yakamızdan yakın değil mi ki!

Tarık hasta halinde kalktı, Londra’ya gitti. Dostunun eşyasını, kitaplarını topladı. Bir ay, belki daha fazla bir zaman, bu acı ve yıpratıcı işlerle uğraştı. Bagajladı, yola çıkardı ve kendi de döndü.

Bir akşamüstü, Tophane rıhtımında onu karşılamaya çıkmıştık. Gümrük işine genç arkadaşlar koştular. Biz çıktık. Zayıf ve yorgun görünüyordu; ama dostuna yaptığı büyük hizmetten gelme bir vicdan huzurunun mesut aydınlığı yüzüne vurmuş gibiydi.

Bu yolculukla bu sürekli ve yaslı didinmenin onu ne kadar sarstığını pek çabuk anladık. On beş gün geçmeden Tarık yatağa düştü.

O ağırbaşlı, vakarlı varlığının içinde meğer bir çocuk Tarık da varmış. Bunu ben Hâmid’in çocuklarıyla haşır neşir olurken sezdim.

Pencere önünde geniş bir koltuk vardı. Bunu, longuç’la bir türlü paylaşamıyordu. Sofradan kim erken kalkarsa o kapıyor, ötekine yer kalmıyordu. Bu yüzden yemekte yarışırlar, tabaklarını daha önce bitirmeye uğraşırlardı. Koskoca Tarık’ın, beş yaşındaki çocukla bir oluşu gerçekten düşündürücü bir manzara idi. Koşuşuyorlar, itişiyorlar, kovalamaca oynuyorlar; birbirine, “Oldu!” “Sayım suyum yok!” diye bağrışıyorlardı.

Bu koltuk hikâyesinin beni yakan bir tarafı var. Zaten ondan söz açışım da bu yüzdendir:

Tarık hastahanede son günlerini yaşarken, küçük Tonguç onu yoklamaya gelmişti. Ayrılırken kulağına bir şey fısıldadı. Çocuğun yüzü aydınlandı, gözlerinin içi güldü, Tarık’ın boynuna bir kere daha sarıldı.

O gittikten sonra, bana:

-    Koltuğu artık ona bıraktığımı söyledim! dedi.

Bu bir tek cümlede neler yoktu! Gözlerini gamlı bir ses kaplamış, bakışları buğulaşmıştı. İradeli, sımsıkı dudakları derin bir acıyla buruştu:

-    Bacağımın içinde bir cehennem var, Hakkıcığım! diye sızlandı.

Kötürüm olmaktan korkuyordu. Bu uğursuz düşüncenin onu bir kâbus gibi sardığını biliyorduk. Başvurmadığımız yer bırakmadık. Yaman tabiat karşısında insan gücünün ne cılız, ne çelimsiz bir şey olduğunu, unutmaya çalışmakla ümidimizi emziriyor, avunmaya can atıyorduk.

* * *

Tarık pek zeki ve bilgili adamdı. Allah vergisi bu üstünlüğünün yanı başında, mert seciyesine de yüksek bir yer vermek gerektir. Kendisine de, müessesesine de fenalık edenleri ele vermedi. Kasasındaki suç delillerini, bu şartlar içinde de ortaya koymadı.

Bir gün, meşhur milyarder Çester’den bir mektup almış ve Vakit adına şantaj yapan kişinin, kendisince itibarlı olup olmadığının sorulduğunu öğrenmişti. Adı geçen adamın gazete ile ilişiğinin kesildiğini ve Vakit adına hiç kimsenin, hiçbir kimseye teklifler yapmaya izinli olmadığını Amerika’ya bildirdi.

Çester, suçun vesikalarını da göndermişti. Tarık bunları gizli bir çekmeceye gömdü. Yüzlemedi bile. Bu işi galiba Âsım’la benden başka bilen de olmadı. Bu yüzden aramızda bir çekişmenin geçtiğini de hatırlıyorum. Ona:

-    Böyle bir suçu örtmeye ne hakkın var? Bu adam, yarın memlekete döner de önemli mevkilere tırmanırsa halimiz ne olur? dedim.

Kalbiyle kafasındaki çarpışma süresince sustu; sonra gamlı bir İsa bakışıyla beni süzerek:

-    Bir sürçen atın başı kesilmez! cevabını verdi.

Ne yazık ki, zaman beni haklı çıkardı ve o şantajcı yurda döndükten sonra da yapmadığını bırakmadı. Her yeni fenalığında sitemlerimi tekrarlamaya ise, benim dilim varmadı. Tarık’a yanıldığını anlamak azabı da yeterdi zaten!

Tepeler, güneşi ovalardan önce görür. Yüksek zekâların da nasibi budur. Kendilerinde bu türlü üstünlükleri duyanlar, başkalarının hükümlerine kolay kolay kanmazlar. Tarık’ı pek seyrek olarak bu ruh hâli içinde gördüm. İnandırmaya uğraşmakla boşuna nefes tüketmiş olurdunuz. Sebatla inat onda bazen birbirinden ayrılamayacak kadar kaynaşıp birleşirdi.

Yaradılıştan nazik ve efendi adamdı. Ölümünden sonra elimize geçen vesikalarda da bunu görüyoruz. Şu misale bakınız:

Kardeşi Râsim’i, okutmak için küçük yaşında yanına aldırmıştır. Ettiği masrafı eve bildirmek üzere Tarık bir hesap defteri tutmaktadır. O defterin bir yerinde, “Çekmemden aldığı!” kaydıyla yedi küsûr liralık bir kalem var. Neden sonra bunun mânâsını anladık. Olay şu:

Vaktiyle, pembe renkli, uzunca yüz paralıklar çıkmıştı. Râ-sim, bir gün kalem ararken ağabeysinin çekmecesinde bunlardan yepyeni bir deste bulmuş. Ne olduğunu bilmiyor, ama arkadaşlarıyla tramyavcılık oynamak için mükemmel bir bilet defteri yerine geçeceğini kestiriyor. Akşama kadar, bütün biletler dağılıyor ve çocuk iyi eğlenmenin zevkiyle eve dönüyor.

Aradan günler geçtikten sonra, Tarık para paketinin kaybolduğunu anlayınca, Râsim’i sıkıştırıyor. O da:

-    Ben aldım ağabey! diyor.

-    Ne yaptın onları?

-    Oynadım ağabey! Tramvaycılık oynadım, bilet diye dağıttım!

Bu mâsumluk karşısında, Tarık’ın öfkesi ve başka ihtimaller endişesi geçiyor; defterine de, “Çekmemden aldığı!” kaydını koyuyor.

Ağzı pek adamdı. Sırrınızı hiçbir endişeye kapılmadan ona emanet edebilirdiniz. Ehramlar önündeki Sfenks’ten belki bir şey koparmak kabildir; ama onu söyletemezdiniz. Siz vefasızlık etseniz de, hatta bu vefasızlığınız hıyanet halini alsa da, o, sizi sırrınızla yere vurmaz; emaneti sadakatle saklamakta devam ederdi.

Sakallı Bedi ile arasında geçen kanlı iş de, Hakkı Tarık’ın bağışlayıcı mertliğine parlak bir delildir:

Bedi, savruk, patavatsız bir adamdı. Sebepsiz kızar ve kızınca da korkunç olurdu. Teklifsiz arkadaş kalenderliğiyle matbaaya gelir, her işe burnunu sokar, herkese karışırdı. Bize kuvvetli bir riyaziyeci diye tanıtılan Bedî’de, ben mantıktan zerre bile görmedim. Tam tersine, dünyanın en taşkın adamı idi.

Tarık, o tedbirli Tarık, bununla nasıl uzlaşır, ne akla uyarak işe girişir, diye kaç kere kendi kendime sormuş, uzun uzun düşünmüşümdür. Nihayet bir gün kıyamet koptu. Basın binası-mn bilmem hangi keşfi için çok para istemiş. Tarık, kendisine ait olmayan bir keseye el sokanlardan değildi:

- Sen para şartı koşmamıştın. Benim de vermeye yetkim yok, deyince, Bedi çileden çıkmış, ağır sözler sarf etmiş. Tarık’ın hakareti iadesi karşısında da tabancaya sarılmış. Bereket, Tarık tam zamanında atılarak Bedi’nin cebindeki elini kavramış. Böylece dört kurşundan yalnız birisi yanağını delip geçmiş... Bir santim daha sağda mutlak ölüm vardı.

Kanlı olay işte budur. İş mahkemeye düşünce, Tarık, şövalye ruhunun buyruğuna uyarak dâvasından vazgeçti ve Bedi de böyle pek ağır bir mahkûmiyetten kurtuldu. Hâlbuki karşı taraf ne dolaplara başvurmuş, neler uydurmuş ve işi bir kendini koruma, müdafaa-i nefs dâvâsı haline koyma yolunu tutmuştu. Aziz dostum, bu çırpınışı da, onların zihin perişanlığına, korku debelenişine vermiş ve kararından dönmemişti.

Kanına susayan ve bu çılgın öfke içinde dört kurşun sıkan bir can düşmanını bağışlamak herkesin yapabileceği işlerden değildir.

Tarık’ın karakterini, dünya ile ilgisi kalmadıktan sonra daha iyi anladık. Vasiyetnamesini dikkatle okursanız, siz de ondaki ülkü sağlamlığını görür ve bu ülkü sadakatine ölümün bile el süremediğini, derin bir hayret, biraz da takdir ile teslim edersiniz. Bu vasiyetname ile Tarık’ın ruhu ve iradesi, bütün tasarruf sınırlarına hâkim olarak yaşamaktadır.

İğne ile kuyu kazar gibi -çünkü o, ne göz yummuş ne doğru bildiğini söylemekten çekinmiş, ne kâğıt satmış ne de göz kadar duygulu ahlâkına gölge düşürerek herhangi karanlık bir işe karışmıştır- kazandığı serveti, etrafıyla birlikte, millet ve vatan hayrına ayırmıştır.

Vasiyetname, ne aşk mektubuna ne de iş sirkülerine benzer. O, eşiğinden ürpermeden girilemeyen heybetli bir türbeyi andırır. İnsan, dünya ile ilgisini kesmeden, ruhuyla gönlünün bütün kapılarını açmadan onun içine giremez. İhtiyat, tedbir, dönüş yollarını temin gibi dünya gaileleri, vasiyetin huzurunda sapır sapır dökülür. Onun yaprakları önünde, insan ruhu bütün örtülerini atar, iç dünyasının olanca çıplaklığıyla ortaya çıkar.

Bundan ötürüdür ki, Tarık’ın vasiyetnamesini, manevî varlığının, seciyesinin bir aynası sayıyor ve bu inanışla okunmasını tavsiye ediyorum.

 

 

* * *

Onun karakteriyle ilgili bir nokta daha var. Bu satırlar, Tarık’ı olduğu gibi göstermek, hiçbir tarafını ışıksız bırakmamak kararıyla yazıldığı için o nokta üstünde de duracağım. Tarık’ın hasis bir adam olduğunu söyleyenler çoktur. Gerçi bazı tanınmış kişilerimiz gibi, bu huyu, mizah mecmualarına sermaye olmadı, aşağılık ağızlara düşmedi; ama bu, çevrenin insaf ve hayâsından ziyade, onun ciddi şahsiyetinin müessir nüfuzundan ileri gelir...

Evet, Tarık para bahsinde katı idi. Düşünmeden harcamaz, başkalarının içinde kıvrandıkları ihtiyaç çukurunu, kendi ihtiyatsızlıklarıyla kazdıklarına inanır, yardımı lüzumsuz sayardı. Vaktiyle merhametsizce aldatılmış olmasının da bu yalçınlık-ta payı büyüktür, sanırım. Ben, kendisi ile kırk bir yıllık iş ve dostluk zamanı içinde, hiçbir kere para lâfı etmedim. Bu halimi için için takdir ettiğini de sezerdim. Bir olay, onun bu duygusunu meydana çıkardı:

Adı lâzım değil, Vakit'te çalışan bir hesapsız, üç ay içinde türlü bahanelerle idareden on bir aylığı tutarında para çekmiş, Tarık bunu öğrenince kızmış ve ona:

-    Bunu nasıl yaptın? diye çıkışmış.

Muhatabı pek yüzlü idi. Geçinemediğini söylemiş, maaşının arttırılmasını istemiş ve aralarında şöyle bir konuşma geçmiş:

-    Hangi hizmetin, hangi başarın için?

-    Daha çok çalışır, daha verimli olurum!

-    Hangi sahada?

-    !..

-    Görüyorsun ya, bunu kendin de bilmiyorsun.

-    !..

-    Benim burada, gazetenin kurulduğu günden beri çalışan arkadaşlarım var. Şimdiye kadar, bir kerecik olsun ne haklarından fazla para çektiler ne de benimle para lâfı ettiler. Sen geleli henüz üç aydır, kırk kere zam istedin; haberim olmadan aşağıdan on bir aylık para çektin. Yarma çıkacağına elinde Tanrı’nın senedi mi var? Dürüst insanlar böyle şey yapmazlar!

Bu sözler arasında muhatabının dikkatini, yalnız haksız avans almayan ve para lâfı etmeyen cümleleri çekmişti. Hayretle sordu:

-    Kim bu fevkalâde adam?

-    İşte, meselâ Hakkı Süha!

Adı lâzım olmayan kişi, Tarık’ın yanından ayrılınca doğru bana geldi. Şöyle konuştuk:

-    Size bir şey soracağım, üstâd.

-    Buyrun!

-    Siz, şimdiye kadar hiç avans almamış, patronlarla da asla para lâfı etmemişsiniz, öyle mi?

-    Öyledir!

-    Peki ama, hiç ihtiyaç içinde kalmadınız mı?

-    Çoook!

-    E... O halde nasıl para çekmediniz, aylığınızın arttırılmasını istemediniz?

Gülümseyerek yüzüne baktım ve:

-    Haa, dedim; bunun iki sırrı var!

-    İki sırrı mı? Nedir onlar?

-    Birisi şu: Param oldukça keyfime göre yedim!

-    Ya İkincisi?

-    Olmayınca da sabrettim!

Harcamayı, hele keyfe göre har vurup harman savurmayı kendine pek uygun bulan genç, iş sabra dökülünce şaşakalmış ve bana dünya acayiplerinin sekizincisi imişim gibi derin bir hayretle bakmıştı.

* * *

Kendini dev aynasında gören bir başkasına ait şu olay da, Tarık’ın makûl hasisliğine şahit diye gösterilebilir:

Reşat Nuri, Ömer Rıza, Nureddin Artam, ben, adına “höcre-i iştigâl” dediğimiz bir odada çalışırdık. Bir gün varlığını şiirle fikre rahmet sayan kişi girdi. Azametle kolalanmış gibi dimdik Nureddin’in boş masasına kuruldu. Bir kâğıt aldı. Bir başlık koydu. İki söz yazıp bozdu; kâğıdı avucunda buruşturdu. Sepete attı. Sonra bir başkası, bir üçüncüsü, bir otuz ve kırkıncısı da aynı âkıbete uğradı.

Sepet dolup taşmıştı. Meşhurluğu yalnız kendince mev-hûm; fakat mağrurluğu hepimizce malûm şair, geldiği gibi azametle gitti.

Ömer Rıza, merakını yenemeyerek sepetteki kâğıtları alıp bir bir açtı. Hepsinde aynı başlık, aynı sözler vardı. Başlık “Bağdat Meselesi”, sözler de “Ahmet Haşim”den ibaretti.

Ben, zaten mevzu arıyordum. Bu fırsatı kaçırmadım ve “Kâğıt Kolerası” adlı bir fıkra yazdım.

Zekâdan büyük gurur, adamı yere vurur. Ertesi günü bu fıkrayı okuyunca kalkmış, Tarık’a şikâyete gelmiş:

-    Yazıda kast edilen benim! diye sızlanmış.

Tarık makaleyi zaten okumuşmuş. “Kâğıt Kolerasının kim olduğunu öğrenince, öfkeli cevabı:

-    Ya, demek benim kâğıtlarımı böyle israf eden şendin ha! Makaleleri adama periler ilham etmez. Akılla, fikirle, bilgiyle yazılır onlar! Bir daha böyle şeylere burnunu sokma! olmuş.

Bunu da bana, rahmetli değil, “Kâğıt Kolerası” kendisi anlatmıştı.

* * *

Kardeşi Râsim ev yaptırırken, iş -dülger-zembil hikâyesi-büyümüş. Masraf kapısı, hesapta olmayan bir şekilde açılmış. Ağabeysinden yardım görebileceğini umarak derdini ona açmayı düşünmüş; fakat daha maksadını söylemeden, onun, “Parası olmayan ev yapmaya kalkışmaz!” dediğini duyunca, susmayı ve derdinin devasını başka yerlerden aramayı tercih etmiş. Fakat sonradan öğrenmiş ki, onun kendisine böyle mukabelede bulunduğu sıralarda, matbaanın 400 bin lirayı aşan borçlarını ödeyebilmek için Ankara’daki arsalarından bazılarını elden çıkarmaya çalışıyormuş...

Rahmetli İrfan Emin bedava iş görmek, eş dost dâvalarını parasız takip etmekle meşhurdu. Bir gün başı sıkışmış; Tarık’tan para istemiş. Gelen zarfın içinden para değil, şöyle bir tezkere çıkmış:

“Ben sana parasız iş görme diye kaç kere nasihat ettim. Uslanmadın. Şimdi ne halin varsa gör!”

Evet, para bahsinde Tarık belki katı görünürdü; fakat parayı hiçbir zaman şerefinin, haysiyetinin üstüne çıkarmadı. Yukarıdaki örneklere dikkatle bakarsanız, her birinde belki acı, fakat uyandırıcı birer öğüdün gizli bulunduğunu görürsünüz.

Tarık vermezdi; ama kimseden de hiçbir şey istemezdi. Kimseye ne maddî, ne manevî borç bırakmadı. Kibar bir ev sahibi idi. Misafirlerine cömertçe ikram eder, bir daveti mutlaka aynı derecede geniş bir ziyafetle karşılardı.

Ellerine para geçince şımaran nicelerinin darlık, hatta yokluk içinde söndüklerini biliriz. Arkalarında kendilerini hayırla andıracak hiçbir şey bırakmadılar. Sadece sefahatleri dillerde gezer, sefaletlerinin hikâyeleri söylenir durur.

Tarık biriktirdikleriyle öldükten sonra yaşamak sırrına ermiş bulunuyor. Keşke her zengin, onun yolunda yürüse, onun gibi gelecek nesiller tarafından rahmetle anılacak mübarek bir sîma bağlasa...

Madalyanın Öbür Yüzü

Kahraman oldukları kadar zarif ve kibar olan atalarımız, “Sağ elinle verdiğini sol elin görmesin!” buyurmuşlar.

Meğer bizim Tarık da, bu ince yolu tutmuşmuş... Hem hakkında verilen acı hükümleri, yapılan dedikoduları bildiği halde...

Kilitsiz ruhlu, perdesiz gönüllü adamlar vardır, “Allah’ın bildiğini kuldan mı saklayacağım!” derler; hayırlarını da, ayıplarını da duvaklamazlar. Melâmetle yoğrulmuş, yine öyle varlıklara rastlarız ki, halkın çekiştirmesinde, levminde kendileri için bir ecr saklı bulunduğuna inanırlar, iyiliklerini gizlerler, kusurlarını örtmezler.

Ölümünden sonra elimize geçen belgelerden ne güzel şeyler öğrendik!

Kendi köşesinde kimseye sezdirmeden, Tarık, meğer ne hayırlı işler yapmışmış. Hem, kapısını çalmayan, derdini söylemekten çekinen tanıdıklarına karşı. Onun çizdiği örnek yoldan ayrılmamak, ruhunu incitmemek için isim vermeyeceğim.

Tarık’ı her yanı ile nasıl aydınlattığıma geçen sahifeler şahittir. Vesikalar elime geçmeden önce, onun, yalnız göstermek istediklerini görmüş ve gördüğüm gibi yazmıştım. Şimdi kardeşlerini, beni, yakın, uzak tanıdıklarını hayretler içinde bırakan bu yüksek hayırları, geniş cömertlikleriyle karşılaşmış bulunuyorum.

İstemediği halde, namuslu borçluları tarafından gönderilmiş senetler -çünkü bu senetler para verildikten hayli sonraki tarihleri taşımaktadır- Hâtem’leri imrendirecek belgelerdir.

Meselâ, değer verdiği bir genç, bir yabancı memlekette hastalanmış, başına büyük masraf kapıları açılmıştır. Tarık bunu öğrenince hemen binlerce liralık bir çekle onun imdadına koşuyor. Arkasında, yine böyle büyük paralarla yardım ettiği daha birçok minnettar var.

Kâğıtları arasında, ödenmeyeceğini bile bile verdiği on bin, evet “10.000“ liralık senetler de gözümüze ilişti.

Kız evermek, öksüz çeyizlemek hususunda birkaç fedakârlığını da ben hatırlıyorum. Ufak tefek yardımlarını ise isimsiz masraf olarak kaydetmiş.

Karşısındakinin ihtiyacını sezmek, istenmeden vermek, galiba faziletin ta kendisidir. Sunulan miktarın büyüklüğü ise ayrı bir iç değeri.

Kardeşlerine karşı bile katı, sert prensiplerinden ayrılmayan Tarık’ın bu tezadını nasıl izah edeceğiz? Bence onun bu hareketlerinde bir mürebbî endişesi olsa gerek. Yakınlarını, düştükleri zor durumdan kendi sabır ve iradeleriyle kurtarmanın sarp ve yalçın yolu budur. Nitekim neticeler hep onun düşündüğü gibi çıktı. Darda kalanlar dişlerini sıkıp talihsizliklerini yendiler.

Cömertlikleri dillere destan nice kişiler bilirim ki, bir yumurtayı bin “git git gıdak”la ilândan çekinmediklerinden ötürü şöhrete kavuştular. Tıpkı sadaka verirken etrafına bakmanlar gibi.

Tarık hayrını, cömertliğini -mânâ ve kıymetçe ikisinin de üstünde- yüksek bir ferâgatla örtmesini bilmişsin.

Şimdi aziz kardeşim, bana, evvelce söylediklerim, bilmeden verdiğim yanlış hükümlerden ötürü, senden ve mübarek toprağından af dilemek düşüyor. Bunca cömertliklerini gördükten sonra beni de bağışlayacağına inanıyorum.

Ne mutlu sana Tarık! Nur içinde yat!

HAKKI SÜHA GEZGİN, EDEBİ PORTRELER

SON EKLENENLER

Üye Girişi