Kullanıcı Oyu: 0 / 5

Yıldız etkin değilYıldız etkin değilYıldız etkin değilYıldız etkin değilYıldız etkin değil
 

KENAN HULUSİ KORAY HAYATI ve ESERLERİ

Kısacık bir yaşamı olmuştu Kenan Hulusi’nin. 1906’da İstanbul doğumludur. İstanbul Erkek Lisesini bitirdikten sonra İÜ Edebiyat Fakültesi’nde yaptı yüksek öğrenimini. 1934’de, “Vakit”te gazeteciliğe başladı. Kısa zamanda yazı işleri müdürü oldu. Adapazarı’nda yedek subaylığını yaparken, bir tifüs salgınında öldüğünde 38 yaşındaydı.

Kenan Hulusi’nin edebiyat dünyasına adım atması öğrencilik yıllarına denk düşer. “Serveti Fünun” dergisinde yayınlanan ilk hikâyelerinin ardından, aynı dergiye yazan diğer altı arkadaşı ile birlikte, edebiyatımızda “Yedi Meşaleciler” diye anılan topluluğu oluşturdular. İçlerindeki tek hikâye yazarıydı Kenan Hulusi. 1928’de, önce bir antoloji, ardından da bir dergi hazırlayarak manifest bir çıkış yapan ve Sabri Esat Siyavuşgil, Ziya Osman Saba, Yaşar Nabi Nayır, Muammer Lutfi, Vasfi Mahir Kocatürk, Cevdet Kudret ve Kenan Hulusi’den oluşan topluluk, milli edebiyatçıların sığlıklarına, gerçekçilikten kopmuş ve içi boşalmış “milli”liklerine bir tepkiyi dillendiriyordu. Ancak uzun soluklu olmayan çıkışları, “Meşale” dergisine iltica etmeleriyle son buldu. Kenan Hulusi’nin “Vakit” gazetesine geçişi ve Sadri Ertem’in etkisiyle gerçekçiliğe yönelişi bundan sonradır.

Yaşadığı sürede beş hikâye kitabı yayınlamış, “Osmanoflar” romanı ve kısa hikâyelerinin birçoğu gazete sayfalarında kaybolup gitmiştir. Gazeteciliğinin de etkisiyle küçük hikâye tarzını benimseyen Kenan Hulusi, Cumhuriyet döneminde korku türünde örnekler veren ilk hikâyecidir.

 

KENAN HULUSİ KORAY-2
(1906-1943)
Kenan Hulusi Koray, İstanbul'da doğdu (1906). Ortaöğrenimini İstanbul Erkek Lisesi'nde yaptı. Edebiyat Fakültesi'nde okudu. Vakit Gazetesi Yazı İşleri Müdürlüğü’nü üstlendi (1934). Yedek subaylığını yaptığı Adapazarı'nda tifüsten öldü (23 Mayıs 1943).


Yedi Meşale'nin altı şairi arasına, düzyazının öykü türüyle katılan tek yazar Kenan Hulusi'dir. İlk öykülerini Servet-i Fünun - Uyanış dergisinde yayımlamış; Meşale dergisi kapandıktan sonra (1928), yazdığı öyküleri, Muhit, Mektep dergilerinde yayımlamayı sürdürmüştür.


Behçet Necatigil, Kenan Hulusi'nin yazarlığıyla ilgili olarak "On beş yıllık sanat hayatında önce kelime, hayal ve renge önem vererek biçim sorunları üzerinde durdu: fantaziyi, mensur şiiri denedi, renkli ve hareketli bir üslûba eriştikten sonra içe, olaya geçmiş, olgunluk eserlerini vermeye başlamıştı ki ölüm onu bu dünyadan aldı” diyor.
Öyküleri, Bir Yudum Su (1929), Bahar Hikâyeleri (1939), Bir Otelde Yedi Kişi (1940) adlı kitaplarda toplanmıştır Son Öpüş (1939), Büyük Öykü, Osmanoflar (tefrika, 1940-1942) roman türünde yapıtlarıdır.

20.YÜZYIL TÜRK EDEBİYATI, 1900-1940, MAHİR ÜNLÜ, ÖMER ÖZCAN

 

Bahar Hikâyeleri

1939 yılında Çığır Kitabevi tarafından basılan kitapta sekiz hikâye yer alıyor. Arabistan çöllerinde geçen “Esma’nın Aşkı” adlı hikâyesi, geleneksel edebiyata, daha çok da “Leyla ve Mecnun”a bir gönderme niteliğinde. Kenan Hulusi, sözlü edebiyatın bu aşk destanını yeniden ele alıyor ve kendi döneminin aşk teması çerçevesinde yeniden yaratıyor.

Kenan Hulusi Koray’ın özgün yanı olarak vurguladığım korku türüne ilişkin ise üç hikâye var kitapta. “Tuhaf Bir Ölüm”, zor durumdaki hastalara kan vermesi ile tanınan Hüseyin’in ölümüyle başlıyor. Ceset’te ne yara ne de boğulma izi vardır. Üstelik bir kokma, bozulma belirtisi de görülmez. Kasabalılara göre Hüseyin hala sağdır. Ondan kan alan hastalardan biri olan ve hastanede yatan bucak müdürü, Hüseyin’in kanının hareketini hisseder damarlarında. Bu duygu kendinden geçirir onu. Bir gece yarısı Hüseyin’in hayalini görerek bayılır; başı yarılmış, Hüseyin’in verdiği kan akıp gitmiştir. Bir daha onun bahsini hiç bir şekilde açmayacaktır müdür bey...

Vampir mit’ine bir gönderme gibidir “Gece Kuşu” hikâyesi. Bir doktorun ağzından iletilir olup bitenler. Kayseri yakınlarındaki Gülmescit köyü muhtarının kızı bir yarasanın saldırısına uğramıştır. Yaralı kızla ilgilenen doktor, kızın çevresinden ayrılmayan yarasayı vurur. Ne var ki, bir uçuruma düştüğünü gördüğü yarasa, ertesi gün yaralı haliyle gelip kızın evinin önüne yatmış, kendini toprağa yapıştırmıştır. Bir hafta boyunca kızı tedavi etmeye çalışır doktor. Ölümcül bir yarası olmadığı halde, yarasa öldüğünde kız da ölür.

Gotik bir atmosfer

“Kavaklıkoz Hanında bir Vaka”, korku türündeki hikâyelerin en başarılısı. Kenan Hulusi, günümüzde sayıları da, konaklayan müşterileri de iyiden iyiye azalmış geleneksel bir mekânı; bir hanı, Gotik edebiyat ustalarını kıskandıracak kadar ürkütücü bir atmosfere büründürüyor. Dışarıdaki şiddetli tipiden bile daha soğuk bir havası var hanın. Loş ışıklar, taş duvarlar, sürekli harlatılması gereken ateş, koridordan gelen ayak sesleri ve hanın geçmişindeki kötü vakalar, ister istemez ölümcül bir olayın gerçekleşeceğine ilişkin beklenti yaratıyor okuyucuda. Krishnamurti’nin vurguladığı gibi, “sözcükler korkuyu çağırıyor”....

Bilinenden bilinmeze bir yolculuk demişti korku için Krishnamurti. Kenan Hulusi’nin öyküsünü -ve birçok klasik korku öyküsünü- etkileyici kılan neden, tam da bu belirsizlikte yatıyor. Güvenli -bilinen- yaşamın bir an dışına çıkıp başka bir kente/kasabaya giderken, yolunuz -kötü hava şartları dolayısıyla- “bilinmez vasıtalarla uğursuzluğu kulağınıza gelen Kavaklıkoz hanına” düşerse, artık bilinmeyenin sınırlarına girmişsiniz demektir.

Dışarıda gece ve tipi, handa ise “kızıl bir deri avuçlarına yamanmış gibi duran, pos bıyıklı, göz kapaklarının altında şiş yağ tabakaları ile” Kavaklıkoz hancısı vardır. “Kavaklıkoz hancısı ateşin tam karşısında oturuyor, geceyi handa geçirecek misafirler gözleri ara sıra ateşte, çok kereler de hancının gözlerine dikilmiş onu dinliyorlar”. Gece boyunca hancının elleri giderek daha çarpıcı bir hal alırken, insan bedeninin -“Frankenstein” ya da “Dr.Jekyll ve Mr. Hyde” gibi metinlerde de korku motifi olarak kullanılan- bu parçasının neden dehşet uyandırdığı sorusu geliyor akla.

Hikâyede ne cinler, ne vampirler, ne sapık katiller var. Kenan Hulusi, Anadolu’nun “modern” hayattan uzak bir coğrafyasının bilinmezliğinden yaratıyor ürpertiyi. Dikkat edilecek olursa, yazarın diğer hikâyeleri de aynı tema etrafındadır. İstanbul’dan uzaklardaki Anadolu hayatına yabancılığın, bir entelektüel üzerindeki etkisidir aslında bu ürperti. Tıpkı Poe’nun, Lovecraft’ın kendi toplumsal korkularının üstesinden gelmek için karabasanlar, düşler ve sanrılarla dolu hikâyeler yazmaları gibi, Kenan Hulusi’nin hem tanımak istediği hem yakınlaşamadığı Anadolu ve Anadolu insanı da bu tarz korku verici metinlere neden oluyor.

Anlatım tarzı

“Yedi Meşaleciler”de, korkunun iki ustasını; Poe’yu ve Hofmann’ı Fransa’ya tanıtan Baudelaire’ın etkileri önemlidir. Kenan Hulusi, Baudelaire’a ek olarak, yerli edebiyattan Ömer Seyfettin, İngiliz Edebiyatından Hugh Walpole ve Aldous Huxley’i beğendiğini söylemiştir. Walpole, yani “Otoronto Şatosu”nun yazarı; Gotik’in yaratıcısı... Böylelikle Kenan Hulusi’nin üstlendiği miras belirlenmiş oluyor. Yalnızca bir rastlantı değil O’nun öykülerindeki korku temaları.

Bu tarz hikâye anlatımlarında başı sonu belli bir olay vardır. “Belli bir düzen içinde gelişen, zengin ve zincirleme olayları, hikâye için şart gören, tipleri en göze batanlardan seçen, hikâye sonlarını daima şaşılacak olaylarla bitiren” hikâyeler Kenan Hulusi’nin yazdıkları. Konu ve kurgu sağlamdır. Ona göre “hikâye, bize kısa ama dolambaçlı bir yolun sonunda heyecanlı sürprizler vaadeden bir edebi” tarzdır. Ne var ki konuya ve kurguya verilen önem, zaman zaman hikâyelerin işlenişini, ayrıntıların zenginliğini, diyalogların canlılığını zedeler. Bazı öykülerinde Anadolu insanının yaşama koşullarını gerçekçi biçimde ele alan Kenan Hulusi, erken yaşta gelen ölümü nedeniyle daha yetkin ürünler verememiştir.

Kenan Hulusi yalnızca “Bahar Hikâyeleri”nde değil, “Bir Otelde Yedi Kişi” kitabında veya Vakit gazetesinde çıkan hikâyelerinde de fantastik hikâyeler denemişti. Korku edebiyatına -hiç değilse yayıncılar açısından- ilginin olduğu bu günlerde, O’nun bu tarz hikâyelerinden yapılacak bir derlemeyi de okuyuculara ulaştırmak yerinde olurdu.

A. Ömer Türkeş

 


 

KENAN HULUSİ

Esmer bir ten. Bu ten esmerliği yazın birkaç gömlek daha koyulaşır. Ama sanmayınız ki su sporları yaptığı, kumlarda yattığı, kürek çektiği, yelken kullandığı için böyle olur. Hayır, hayır onun sporla hiçbir münasebeti yoktur. Yumuşacık hareketlerini ürkek bakışlarını yelpazeleyen kirpik titreyişlerini görünce, bunu siz de anlarsınız. Kenan Hulûsi, hikâyelerini bahçelerde yazdığı için böyle kararır. Küçücük yüzünde, sık sık gülümsemelerin hâreleri vardır. Göz kenarlarına, elmacıklar üstüne doğru bu hâreler, çizgileşirler. Kırkından sonrası için fena haber doğrusu. Kenan Hulûsi’nin yüzü, ansızın buruş buruş olacak. Alnında da bir iki düşünce izi, daha şimdiden belirmiş gibidir.

Koyu renkli gözleri, tatlı, dost ve duygulu bakışlarla aydınlıktır. Düzgün ağzında zaman zaman candan gülümsemeler görünür. Çok meşgul ve her zaman telâşlıdır.

Matbaaya gelince, ceketini çıkarır. Bir tomar kâğıdı ıslatarak masasını siler. Bu işi öyle güzel başarır ki ben arada sırada ona:

- Kenan Hanım, diye sataşırım.

Zamanımızın en ideal kocalarından biri olduğuna hiç şüphe yok. Evde, elbette bu hamaratlık on kere fazladır.

Onu, daha minimini bir çocukken sınıfta tanıdım. Arka sıralardan birinde oturur ve zeki gözleriyle fıldır fıldır bakardı. Vazifelerinin beni zevkle meşgul ettiğini hâlâ hatırlarım. Tesadüf, o sınıfı birçok değerli yavrularla doldurmuştu.

Kenan Hulûsi, işte böyle süzülmüş bir sınıfta bile, kendini tanıtacak bir kabiliyetti.

Sonra onu kaybettim. Aradan yıllar geçti ve bir gün Vakit te tekrar birleştik. O sakin, ufak tefek çocuktan, yine sessiz, yine ufak tefek bir yazı işleri müdürü çıktı.

Ama bu sessizlik, bu ufak tefeklik yalnız dışa mahsus bir şeydir. Eğer gözlerinizde deriyi şeffaflaştıran bir kuvvet varsa, bu durgun alnın arkasında zengin bir âlem, mağrur bir ruh, uyanık bir muhayyile sezersiniz.

Daracık göğsünde bir kalem İskender’inin ihtiraslı kalbi çarpar. Yarın, istikbal eliyle alnına altın yapraklı bir defne tacın konulacağına inanmıştır.

Sanatı ferdin değil cemiyetin malı sayar. Bu iman onu titiz yapmıştır. Takdirlerini, eczane terazisiyle tartar. Hiç tenkit etmez fakat beğenmekte de hiç cömert değildir. Edebiyatı, sanatı, hikâye ve romanı köy ve köylünün çerçevesi yapmak ister. Bunun dışındaki mevzulara iltifat etmez.

Yazı âlemine Yedi Meş’ale’cilerin biri olarak girdi. Yedi Meş’ale, sanat mâbedi için ne güzel bir âvize idi. Yalnız galiba bazılarının gönül reçinası az gelmiş olacak ki ışıktan ziyade duman püskürdüler ve vakitsiz söndüler. Kenan Hulûsi bu meşaleyi sanat ufukları altında muzaffer bir maraton koşucusu gibi hızının rüzgârıyla gittikçe parlatarak uçuyor. Hikâyeleri, bu hızlı koşunun arkasında bir kıvılcım yağmuru halinde dökülüyor. Yarın, bu ışık parçalarının ciltten fanuslara girdiğini görecek ve aydınlıklar içinde kalacağız.

Yukarıda Kenan’ın sanat kadrosunu çizerken, İç Anadolu  köy manzarası ve köylü psikolojisi üstünde çalıştığını söylemiştim. İşlenmemiş toprakta verim hâzineleri yatar. Sanat için

Anadolu, köy ve köylü de böyledir. Değerli bir kalem, kuvvetli bir müşahedeci, sanatkâr bir bakış, psikolog bir hulul, bize bu yollardan özlediğimiz, beklediğimiz eserleri getirebilir. Kenan Hulûsi bu uğurlu yolu ilk açanlardan, bu savaşın ilk muzafferlerinden, ilk fatihlerindendir. Neşredilen Bahar Hikâyeleri, Son Öpüş, neşredeceği Paraşüt, Bir Otelde Yedi Kişi isimli eserlerini şahit diye gösteririm.

Yalnız bu işte geniş muvaffakiyet için iki şart vardır:

1.    Mevzuu yerinde ve yakından görmek. Dekor notları almak.

2.    Köylüyü müşahede altına almak, köylüyü, köy kahvesinde, köy odasında, aile içinde, ocak başında, tarlada, çapada, zeytinde, bağda, camide, düğünde, kur’ada, mahkemede taşıdığı hüviyetlerle görmek.

Dekor peteğine dolacak bal işte bu görünüşler içinde yaşar. Sanatkâr, eserinin altın ağını, bu hayat tezgâhından toplayıp bükeceği ipliklerle kurar.

Kenan Hulûsi, mutlak surette bu müşahede seyahatini yapmalıdır. Seziş ne kadar kuvvetli olursa olsun, bilinmeyen bir âlemin gerçek hüviyetini gösteremez.

Sonra köy ve köylü, dekorun basitliği, sanatkârı üslûp lâubaliliğine götürmemelidir. Bir ara, bazı gençler arasında, kabalık moda olmuştu. Bundan şiddetle sakınmak gerektir.

Hikâyeci, hayata giren, hayatı gören adamdır, ama hiçbir zaman bu işi bir fotoğrafçı körlüğüyle yapmaz. Esere can, hayata renk, ruha koku veren hayatın kendisi, gelişigüzel akışı değil, sanatkârın seçişi ve örüşüdür. Bu da zevk ve üslûpla olur.

Kenan Hulûsi’nin hikâyelerinde gerçi böyle lâubâlilikler yok. Fakat kaypak yerlerde yürüyüşün titrekliği var. Karanlıkta yabancı bir evin merdivenlerinden iner gibi tereddütlü bir şey... Bu el yordamıyla yürüyüş, müşahedesizliktendir. Eğer dolaşır, gezer, görürse, hikâyeleri yatağını bulmuş coşkun ırmaklar gibi köpüre köpüre akacak.

HAKKI SÜHA GEZGİN, EDEBİ PORTRELER

SON EKLENENLER

Üye Girişi